UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Yer (Çadır 3)

18 Ağu 2013
Mehmet Sürücü

1970’li yıllar yoklu yıllardı. Veya en azından bizler için öyleydi. Ortaokul’a gidiyordum. İlk yılım Erdek’te, çingene mahallesindeki üçe bölünmüş bir gecekonduda başladı. Köyden uzak günler, bilinmeyen, ilk kez tanışılan “gurbet” lik. Gecekondu eniştemlerindi. Zamanında alınmış binbir sıkıntıyla. Derdi, Erdek’e taşınıp, çocukları, dört oğlan, bir kız, hadi kız bir yana ama hiç olmazsa erkekleri iş güç, meslek sahibi yapmak. En büyüğü köyde kalacak, niyet öyle. Köyde ocağı dağıtmadan taşındılar Erdek’e.

Oğlanların başında duruyor eniştem. Elden geldiğince, yapabildiğince tarhana, çorba, aç kalmayacakları kadar yemelik bir şeylerle uğraşıp, yetmediği yerde, dayan babam tahin helvası dayan usulü giderken, bir yandan da onlara bir iş bulmanın peşinde koşturuyor. Bir sürü rica minnetle, tanıdıkların araya girmesiyle, birçok işe girip çıktı oğlanlar. Sonra sonra ancak hayırlı bir kapı bulabildiler. En büyüğün bir küçüğü, Vural Bey’in bahçıvanı, sonra kâhyası oldu, onun da küçüğü marangoz, Şuhayip Usta’nın sağ kolu gibi bir şeydi. En küçükleriyse havuzlu meydanda, Terzi Fikret’in yanında sabah akşam pantolon paçası teyelledi. Aklı, gözü köydeydi. Defalarca kaçtı terzinin yanından. Kapıdağı’nı aşıp, kuşluk vakti köyün düzlüğüne indi pek çok kez. Enişten kulağından tutup tekrar tekrar attı dükkanının kapısından içeri. Gece gündüz küfür etti o da. Kapının önüne konup pisleyen güvercinlere, harçlığını zamanında vermeyen ince bıyıklı pezevenge, sabırsız müşterilere, en çok da yüksük takmayıp, iğnelerin en sivrisi parmağına battığında; Erdek’in taşına toprağına...

Unutmak mümkün mü o bir günü kavgasız geçmeyen, şen, şamatacı komşuları. Evin diğer bölmelerinde, bekâr, ayık gezmeyen kemancı Halik Abi’yle, kalaycı Erdener ailesi otururdu. Oğlu Fuat, (Âşık Fuat derdi kendine, öyle de dedirtirdi), her gece yeni yeni sökmeye başladığı bağlamasını alır, kapının önüne çömelir, başlardı ha bire; Hadi gızım, yandan yandan, Biz gorkmayız ondan bundan, türküsüne. Başka türkü yok sanki memlekette. Veya var da bir tek onun her nağmesinde, her sözünde tükenmez binbir anlam, binbir duygu... Bitmiyor bir türlü türkü.

Evde çeşmenin olmadığı zamanlar. Alt yanımızda meydanda bir çeşme var. Tüm mahalle oradan alıyor suyunu. Su bittikçe, akşamüzeri, okuldan döndükten sonra, bir teneke, bir güğüm alıp suya iniyorum. Çeşmenin önü hep kalabalık. Başları kırmızı pembe eşarplı, iri memeli çingene kadınları, her iki kelimelerinden biri küfür, sigaradan kalınlaşmış seslerle bağırışıp duruyorlar. Kavga mı ediyorlar, sohbet mi anlayamıyorum. Hiç bitmiyor lafları. Sıram geldikçe dolduruyorum kaplarımı. Güğüm ağır, teneke daha ağır. Yokuş yukarı taşımakta zorlanıyorum. Sular çalkalanıp üzerime dökülüyor. Pantolonumun paçaları, ayakkabıların, çoraplarım ıslanıyor. Arada bir dinleniyorum. Ötelerden ince bir klarnet sesi geliyor. Halik abi oturmuş, hem demleniyor hem kemanıyla inceden bir fasıl geçiyor. Ne çalıyorsun diye sorduğumda öyle söylüyor, İnceden bir fasıl…

Okul, dersler, soğuk, tarhana, tahin helva-ekmek... Sadece bir odada soba yanıyor. Hepimiz orada yatıyoruz. Ayak, çorap, osuruk, kömür kokusu karışmış birbirine. Porseleni kırık bir duyun ucunda sallanan, sinek öpüşleriyle nokta nokta kararmış sarı, ölgün ışıklı bir ampul aydınlatıyor defterlerimi, kitaplarımı. Çok çalışıyorum derslerime. Ne kadar çok çalışsam da olmuyor.

Tek eğlencemiz kırk yılda bir sinemaya gitmekle hafta sonları kahvede izlediğimiz Uzay Yolu, Kaçak dizileri. Avcı İsmail’in kahvesi dolup taşıyor cuma geceleri. Kaçak var o akşam. Müşterilere bir çay da Kaçak için ekstradan, içmek mecburi. Ama bize gelince mecburiyet yok. Gülümseyerek uzatıyor çırak demli, mis kokulu çayları, para; bazen alıyor, bazen almıyor. İsmail Abi tembihliyor, Her zaman alma, diye. Biz her defasında tepsiye çay parası bırakıyoruz. Çırak usulca alıp, önümüze, masanın üzerine, para üzeri verirmiş gibi bırakıyor çoğunlukla.

Eniştemin arkadaşı İsmail Abi. Beraber köyde çok domuz vurmuşlar. Öyle diyor. Seviyormuş bizim oraları. İyi yerler, has yerler, bozulmamış yerler diyor bizim oraları için. Fazla işi olmadığında, yanımıza çöküp, bizimle iki laf ediyor. Hatırımızı, derslerimizi soruyor, oradan buradan konuşuyor, nasihatler veriyor çocuklarına der gibi. İyi adam İsmail Abi.

****

Okul kapanınca köye geliyorum. Okulun kapanması demek, yazın da başlangıcı demek. Köyde yaz, bir yanıyla deniz, yüzme, türlü türlü meyve, sandal, balık tutmakken, bir yanıyla yakıcı sıcak, tarla, bayır, soğan, iş demek. Tarlada çalışıyoruz. Soğan dediğin baş belası bir şey. Ekmesi, çapalaması, sökmesi, örmesi hepsi ayrı ayrı dert. O yaz günlerinin aralarında da, haziranın bir haftasında, ormanda ıhlamurlar çiçek açıyor. O daha büyük bela. Sabah kalkıyoruz, gün ağarmamış daha. Hem yürüyor, hem uyuyoruz, olmaz değil, oluyor. Üç karış uzunluğunda, çırpı gibi bacaklarla dağ bayır yürümek, yeri geldiğinde ıhlamur dolu çuvalı sırtlanmak kolay iş değil büyük adam için, değil ki çocuklar...

Bir hafta, on gün sürüyor ıhlamurun toplanması. Ormanda çiçek açmış ağacı bulmak, kırk, elli metreye ulaşan yüksekliğe çıkmak, çiçekli dalları kesmek, toplamak, çuvala doldurup, kilometrelerce öteden, sırtına vurup köye getirmek; Zor iş. Ama iyi para ediyor ıhlamur. Ihlamur demek okul masrafları, defter kitap parası demek. Bütün köylü ıhlamura gidiyor. Yakınlardaki ıhlamurlar çabucak toplanıyor daha ilk günlerde. Yavaş yavaş toplanabilecek ıhlamurlar ormanın uzaklarında kalıyor.

O zamanlar Eğridere’ye köyden giden pek yok. Hem uzak olduğu, hem de ormanını fazla tanıyan olmadığı için. Babamın gençliği, orta yaşlarının bir kısmı keçi sürüsünün peşinde geçmiş. Eğridere’yi, avucunun içi gibi biliyor. Neredeyse ağaç ağaç tanıyor her yanı. Bu nedenle her fırsatta bizi oraya sürüklüyor. Orası daha da uzak. Yol takat bırakmıyor. Bir avantajımız daha var, Eğridere’de koca bir tarlamız, tarlanın ortasında taştan saray gibi bir kulübemiz var.

Ufak tefek boz eşeği yol, iz gidebildiği yere kadar ormana götürüp, uzun bir iple bağlıyoruz. Otlasın. Biz dalıyoruz sık ıhlamurluklara. Çiçeğin en iyisi burada, en kokulusu, en tülbent gibi sık, yüklü dallısı. Tıka basa doluyor çuvallar. Eller, ayaklar, yüz, göz sivrisinek ısırığından şiş, kızarmış. İniyoruz düzlüğe. Kardeşim bir gün, ben ertesi, düşüyoruz eşeğin ardına, köy yoluna. Topladığımız çiçekleri götürüp, sabah da azık alıp gelmek için. Kalanlar, sırtı kulübenin taş duvarında, biraz soluklanıp, dinlenirken, babam bakıyor, yüzümüzden anlıyor, neşeyle, Hadi alalım silavları, diyor. Silav; oltalar. Bir metre misina, ucunda kurşunsuz, ağırlıksız olta. Dere boyunca tüm kuytu, serin göller, tüm dere bizim. Çekirge avlıyoruz tarladaki kurumuş otların arasında. Olta, dönüp dalgalanan suya düşer düşmez balık kapıyor yemi. Çekiyoruz, koca bir sazan. Babam kuyruk tarafından irice bir parça kesip gölün en derin yerine bırakıyor usulca. Bakıyor, anlıyoruz; artık ses yok, demek bu bakışı. Yılanbalığı sessizlik ister. Bazen bir saatten fazla konuşmadan, ses çıkarmadan bekliyoruz. Sabır işi yılanbalığı tutmak. Köyde de var ama mubarek en irileri orada, Eğridere’de.

Havanın kararmasına yakın dönüyoruz.

Anımsıyorum, dünden iyi. O tozlu eski kamyon yolunda, denizden serin bir yel esiyor, derenin kuytuları daha bir koyuca kararmış, karanlık çöküyor her yere, gece oluyor. Gecenin kendine has börtü böceği, hayvanı yavaş yavaş sesini bilemekte, biz, babamla, oltasında kıvranan bir yılan balığı asılı misinelerimizle kulübemize doğru yürüyoruz.

Ateş yakılıyor. Balık pişiriliyor. Eller ayaklar acı, sızı kesmiş. Dayanmak ne mümkün, uyku, yorgunluk çökertmiş bizleri. Üzerine kalın keçi kılı bir kilim örtülü kuru eğrelti otundan yatağa seriliyoruz. Gece boyunca ortalık sivrisinek kaynıyor, kaynıyor ya, kim bilecek, kim duyacak, yorgunluk en kalın örtü...

Kategori:

Re: yer (çadır 3)

3. Bölüme not: Bundan önce yazdığım Kardeşim Deniz'in daha tamamlanmamış bölümleri var. Bundaki etken, yazılacakları geniş bir zamana yaymam. Araya zaman girince bazı izlenimlerin etkileri azaldı. Sadece bu nedenle yazmadaki o sürükleyicilik azaldı. Bu kez, olabildiğince "ateş küllenmeden" hepsini yazmak istiyorum. Zaten çoğu bölüm bitti gibi bir şey, sadece elden geçirilip, toparlanacak.

Bu bölümü yazarken çok tat aldım, umarım okurken kat kat tadı siz alırsınız.