UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Gidiş (Çadır 4)

22 Ağu 2013
Mehmet Sürücü

Eğridere köyden 7-8 Km batıda. Küçük tepecikleri aşarak, denizi, yüz-ikiyüz metre yukarıdan, kuş bakışı kıvrımlarla izleyen yol, bozuk, engebeli olsa da, yürünebilecek bir mesafede. Pek dik olmayan, inişli çıkışlı yol, kenarlardaki piren, delice, pırnal, yabanmersini, defne ve bodur meşelerin yeşillikleri arasında, adaçayı, kekik kokularıyla hemhal, zevkle yürünüyor. Kışın, o günlük zeytin toplama bittikten sonra, defalarca yürüyerek döndüğüm, uzaktaki Marmara Adası’nın ardında kaybolan güneşi, Kalınburun’dan izlerken, aradaki denize bakıp, köpüklü beyazlığında tüm düşüncelerden sıyrıldığım bir yol bu.

İlk düşüncem, malzemelerimi büyükçe sırt çantama doldurup, bisikletle gitmekti. Hem de bisikleti orada, kısa mesafelerde dolaşmak için kullanacaktım. Malzemeler toparlanmaya başlayınca, bunun bisikletle olmayacağını anladım. Plan değişti. Daha büyük bir araç gerekiyordu.

Köyden her gün Eğridere’ye gidip gelen, çobanlarla, köylünün mathacı dedikleri, ormandan kesim yapanlar var. Çobalar iki kardeş. Motosikletle, dönüşümlü gidiyorlar keçi sürüsünün başına. Kesim yapan oducuların patronu Nizam, köyden. Bazı günler, soğan taşırken, onu yolda, nuh nebiden kalma, eski model bir Reno’yla, Eğridere yolunda görüyordum. Akşamları köye dönüp, evinde yatıyor, sabah da erzak alıp, adamların yanına, işinin başına gidiyordu. Bezen günde birkaç defa Eğridere’ye gidip geldiği oluyordu. Eşyalarımı çobanların motorsikletleriyle taşıyamazdım, ama Nizam’ın Reno’suyla pek ala götürebilirdim.

Akşam Nizam’ı kahvede buldum. Oturduk. Düşüncemden söz ettim. Nizaml; efendi, saygılı. Elinden sigara hiç düşmüyor, bir oturuşta, kahveci ne yetiştirebildiyse, üç-beş-yedi çayı yuvarlıyor. Onun gibi birkaç kişi daha olsa, kahveciye başka müşteri gerekmeyecek. İki kaldırışta çayı dibe erdirip, sigaradan derince bir soluk çektikten sonra; Abi sorun değil. Ben her gün gidip geliyorum. Ne istersen götürürüz. Sen rahat ol, dedi. Sonra laf arasında; Binbir zahmetle hazırlayıp Ormaniye’ye sunduğu kesim izni dosyasını, dosya birkaç defa kaybolduktan, Yok öyle bir dosya, Vermemişsin işte, versen burada olurdu, Nereye gidecek resmi evrak, Ne yapacam ben senin dosyanı, yenir mi içilir mi, dendikten sonra, işinin; o her daim şeffaflaşan, görünmze, sırra karışan dosyanın görünür olabilmesi için gereken ince, duygusal püf noktalarını keşfedişini, aldığı kesim izninin, Bolu taraflarındaki eğri bir derenin civarında, Pala Kemal adlı birine ait çıkışını, bu doğaüstü olaya akıl eriremediğini, zaten erdirmeye de çalışmadığını, birkaç hafta süren araştırmalar sonucunda, Kemal Abi’yi (tanışıp, sonra iyi dost olmuşlar, Abant gölünün kıyısında çoook rakı çekip, boş şişelere dokuzluk mermi sallamışlar) bulduğunu, ona evraklarını verip, kendi kesim iznini aldığını anlattı. Sonra bir ekip yapmış. Adapazarı’ndan, araya sora üç kesiciyle anlaşmış. Traktör, traktöre tadilat, motorlu testereler, taşıma kızakları, mekân, takım taklavat derken, kendilerini buluvermişler odun yongalarının, tomrukların, merteklerin, tozun, talaşın içerisinde.

Bazı insanlar çektikleri sıkıntıları, işkenceleri daha kolay, daha ballandıra ballandıra anlatabiliyorlar. Zamanında çekilen sıkıntılar, öfkeler, bir mühür, bir imza, eksik bir nüfus cüzdanı fotokopisi için geçirilen sinir krizleri dönüşüp, bu diliballı sohbetlere çeşni olabiliyor nedense.

Ertesi gün, hazır olduğunda beni arayacağını söyledi. Ayrıldık.

Öğlene doğru aradı. Eşyalarımı yol üzerine çıkardım. Beklemeye başladım. Az sonra, kesif bir toz bulutunu ardında sürükleyerek göründü. Önümde durdu. Motor gürültülerle, inleye, bağıra çalışıyordu. Abi, at malzemeni arka bagaja, ben inmeyeyim, yoksa araba istop edecek, sonra itmek zorunda kalırız, dedi. Dediğini yaptıktan sonra ön koltuğa iliştim. Camla kapı arasına şıkıştırılmış tahta çiviyi kollayarak, hafif yana döndüm, gösterge panosundaki iki parmak tozu silince, yanan şarj lambası göründü. Aracın her yanından, kendine has şikâyetleri dillendiren iniltiler geliyordu. Her yerine yayılmış eskilik, yıprak hava, onu bir karaktere dönüştürmüştü sanki. Bir an, teknik bir mucizeyle karşı karşıya olup olmadığımı düşündüm; böylesi bir nesne-araç çalışabilir, çalışıp da bir yerden bir yere gidebilir miydi? Evet! Bu bir mucize değil miydi? Belki! Sorun yok abi, dedi. Aslında şarj ediyor, galiba lamba takılmış kalmış, Sorun karbüratörde, aslında sorun da sayılmaz ya, pislik gelmiş, iki haftadır böyle. Rölantiye düşünce istop ediyor. Ama dert etmiyorum. Geçer, düzelir kendi kendine. Zaten alışığım ben böyle ufak tefek dertlere. Bir defasında, sekiz ay bu gördüğün renoyu frensiz kullandım. Yok abi ne zorluğu olacak. Feren olmadığını biliyosun ya, ona göre kullanıyorsun. Ne fark eder, ha dağ, bayır, ha düzlük, ha asvalt. Var ya, bakma sen arabanın böyle biraz dertli göründüğüne. Daha bir, birbuçuk sene önce cincik gibiydi. Sonra benim adamlara verdim, her gün Erdek’e gidip geliyorlar. Yatacak yer yok. Orada kalıyorlar. Şimdiki gibi, bizim saray yavrusu çadırı daha yapmamışız. Malya yolu volkanik bölge sanki. Bilirsin. Bir senede dağıttılar arabayı.

Yolun üzerinde koca koca taşlar, birdenbire tekerin altında beliriveren çukurlar var. Taştan çukurdan kaçma yok, ya taş, ya çukur çekilecek tekerin altından, gerisi önemsiz. O anlatıyor, Malayminlerin tarlanın yakınlarındaki çınarlık Eğriderenin en koyu gölgesi. Bilirsin sen de. Sana dememe gerek var mı? Oraya çattık çengeli. Bir hafta uğraştık, bir çadır yaptık ki, nazar değmesin, çadır değil han, han değil kervansaray. Ful konfor. Her şey var içinde. Yok yok.

Arabanın her yanı, irkiliyor, sallanıyor, titriyor. Arkadaki şarap şişelerimin tıkırtıları, inlemeleri çoğaldı. Korkmaya başladım, her an bir şangırtı, bir çatırtı, kopacak, akacak bizim şarap karoserinin paslı, çürük deliklerinden aşağıya, sonrası kuru, ilhamsız, neşesiz çadır günleri... Biraz dursan da, bir hacet gidersek, demek geldi aklıma. Durduk. Bir çalının ardında, bir iki dakika kaybolup, bagajın başına koştum, şişelerin arasına havluları, bir iki öteberiyi sıkıştırdım. Oturdum yerime. Debriyaj balatası kendi diliyle bir çığlık koyverirken, araç öne fırladı. Şişelerin şangırtıları kesilmişti. Rahatladım.

Bir sigara yaktı. İki somurmada yarıladı. Bu sarsıntıda, sigarada kül mü durur, koptu, yuvarlandı paspasların üstündeki toprağın, talaşın üzerine. Bu akşam bekliyoruz abi, köprüyü geçince, sola dön az yürü, odunları takip et, bulursun bizi, derken, ben uzaklardan geçen bir yelkenliye bakıp, kaç çeşit gitmek olabileceği ile ilgili, kafamda uzun bir patikanın ilk adımlarını açıyordum.

Fotoğraf; Ahmet Çekin, Ballıpınar Köyü İmamı, Senarist

Kategori: