Yazının Reddi
"Yazı olmadan bir uygarlık düşünülebilir mi?" sorusu bana epey kışkırtıcı görünüyor. Doğrusu, soruyu bilerek yanlış soruyorum. Yazıdan önce de uygarlıkların olduğunu biliyoruz. Sümerler'in gelişim aşamaları bunun örneği olarak gösterilebilir (Wikipedia'dan bulduğum yandaki görselde M.Ö. 4000 yıllarına ait otuz beş kent ve köy yerleşiminden söz ediliyor. Bkz.: Kaynak). Bu soruyla asıl söylemek istediğim; yazı olmaksızın uygarlık fikrini bu kadar geliştirip bugünkü gariplikleri yine de üretmemiz olanaklı olur muydu?
Konuyu fazla dağıtmadan soruyu/ sorunu biraz daha açalım. Bugün kullandığımız alfabe sisteminin Fenikeliler tarafından geliştirildiğini biliyoruz. (Bu konuda ilgiyle takip ettiğim bloglardan biri Timuçin Binder'in blogu, ilgili yazıları okumayı tavsiye ederim.) Fenikelilerin bu işi kotarırken dertlerinin de ticaret yaparken aldıyı verdiyi doğru dürüst hesaplamak, takip etmek, güvenceye almak olduğunu sanıyoruz. En azından bugüne kadarki veriler bu yönde bir sonuç çıkarmamıza olanak veriyor. Buna karşın, öyle sanıyorum ki, hesapta hata yapıp bu güzel adamların kendilerine ne dediklerini bile tam olarak bilmediğimiz gerçeğini unutuyoruz. Yani, yazıyı, kimlik geliştirmek, kültür kurmak, uygarlık yapmak amacıyla değil; gündelik hayatın hay-i huyunu bir düzene koymak (buna ıvır zıvır işler desem fazla mı maksat aşmış olurum) için kullandıklarını gözden kaçırıyoruz.
Uzun lafın kısası, ağzımda geveleyip durduğum bakla şu: Her şeye karşın, alışveriş, ticaret, hısım-akraba ilişkileri, çeşitli türlerden sosyal örgütlenmeler kentsel düzeyde sürekli bir araya gelip yine de coğrafi bir kültürel politika yaratır mıydı? Bugün bildiğimiz anlamda meta üretim/ tüketim sistemi tarafından determine edilen bir uygarlığımız olur muydu? Yoksa, daha sakin, ekolojik yapıya daha uygun, insanî gelişimi teknolojik gelişim olarak değil insanın gelişimi olarak (Nietzsche de böyle bir şey kast etmemiş miydi?) değerlendiren bir orman yaşamı (Avatar benzetmesi) üretmemiz daha mı kolay olurdu? Her şeyin suçlusu (ille de Hıristiyanlığın kökensel suç tanımı gibi bir şey üretmemiz gerekse) aslında "yazı" olabilir mi? Aslında uçması gereken sözü yazıya bağlamak, sınırlamak, kodlamak "uygarlık" dediğimiz canavarı doğurmuş olabilir mi?
Nietzsche, kurumsallaşmış teorik akıl yüzünden Sokrates'e yüklenirken, onu Antik Yunan'ın gerçek psikesi olan Dionysos kültürünün Apollon tarafından alaşağı edilmesinin sebebi olarak görürken böyle bir şey mi düşünüyordu?
Bu düşüncenin bir adım ilerisinde, Deleuze ve Parnet'nin "Diyaloglar"ında "Aslında dil iletişimsel değildir!" derken işaret ettiği gerçeklik durmuyor mu?
Yazmamalı mıydı?
Re: Yazının Reddi
Bundan 5-6 sene önce, bir arkadaşım yurt dışında yaptığı bir iş toplantısını anlatıyordu. Onun anlatımına göre adamın biri konuşurken sürekli "tavşan kulağı" yapıp duruyormuş. Arkadaşımın anlatmaya çalıştığı şu aşağıdaki adamın yaptığı gibi bir hareket:
Elleri iki yana kaldırıp iki parmakla "tavşan kulağı" işareti yapmak. Bu hareket daha sonra hızla hayatımıza girdi. Anlamı "tırnak içinde söylüyorum" demekti. Standartlaşmış bir jest artık. Güzel, derken ellerinizle bu hareketi yapınca aslında "güzel" demiş oluyorsunuz.
Bu, yazının artık hayatımızda ne derece baskın olduğunun en güzel göstergelerinden biri herhalde. Konuşurken, yazıya özgü bir araca ihtiyaç duymak. Bu, elbette yalnızca jest ve mimiklerde değil düşünüş biçiminde de kendisini gösteriyor. Bu da bana, Walter J. Ong'un Sözlü ve Yazılı Kültür -Sözün Teknolojileşmesi- başlıklı kitabını hatırlatıyor. Yazının artık yaşantımızdan çıkarılması çok güç bir öğe olduğu konusunda herhalde hepimiz hemfikiriz.
Barış'ın sorduğu "yazmamalı mıydı?" sorusunun da ancak modernleşmeden sonra sorulabileceğini düşünüyorum. Yazının bu baskınlığının kendisini hissettirmeye başladığı bir çağın mahsulü bu soru. Bu anlamda da yazının varlığını mı yoksa modernizmi mi sorguladığı üzerinde düşünmek gerektiği kanaatindeyim.
Açıkçası yazının, insan uygarlığının evriminde doğal olarak gelişmiş bir araç olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda yazısız bir uygarlığın söz konusu olamayacağını düşünüyorum. Yazının ilk işlevinin kaydetmek ve hesap yapmak olduğu düşünüldüğünde, yazı olmasaydı insanoğlunun her yıl aynı mevsimde, aynı günlerde yağan yağmurlarla taşan ırmağa karşı önlem alamayacağı sonucuna kolayca varmıyor muyuz? Ama bu basit cevaba rağmen bu konunun tartışmaya açılmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Yazının getirdikleri ve götürdükleri, kültürümüzün belirleyici parçalarından biri olarak baskınlığı...
Re: Yazının Reddi
Eren'e Sözlü ve Yazılı Kültür kitabına dikkat çektiği için teşekkürler. Okumamıştım bu kitabı. Hemen bakmalı.
Tartışmaya açtığım konunun iki farklı boyutu var. Biri, "dil"in doğallığı ile ilgili mesele. Eren, bu konuda, bence bir adım ilerden giderek yazıyı da "doğal" bulduğunu söylemiş. Oysa daha temelde "dil"in doğaya uygun olup olmadığı sorusu var. Tabii, burada dil derken neyi kast ettiğimi de tam olarak açıklamam gerekiyor. Beden dili, simgelerin anlamı vb. gibi dilin kökeninde bulunan arkaik varoluşları değil, örgütlenmiş/ yapılandırılmış/ dilbilgisi tarafından, edebiyat tarafından, iletişim aygıtları tarafından erklendirilmiş "dil" benim sözünü ettiğim. Buradaki iletişimsellik konusu önemli, keza dilin içeriminin -kültürel ortaklıklar bir yana bırakılırsa- gerçekten başkasına geçip geçmediği 20. yy.'ın en büyük tartışma konusuydu bence. Bu mesele derin ve epey kapsamlı. Bunu bir kenara not düşüp, sorumun asıl vurgusuna geçeyim.
Yazılı dil, gerçekten olmazsa olmaz mıydı? Bunu en güzel tarihyazımı tartışmaları üzerinden takip edebileceğimizi hissediyorum.
Homeros'un tarihinde, hatta büyük oranda Heseiodos, Tukidites, Heredotos'ta da, tarih rakamlarla anlatılmaz, kanıt gerektirmez, çoğu zaman çizgisel bir anlatım izlemediği gibi herhangi bir tutarlılık da aramaz (Tabii, bu yazarlar arasında bu konularda da farklılıklar bulunduğunu belirtmek gerekir). Bununla anlatmak istediğim şu: Tarih bu dönemde fazlasıyla "sözel"dir. Yazı toplumsal yaşantı üzerinde, dolayısıyla birey yaşantısı için baskın karakterde değildir henüz. Bu yüzden herhangi bir anlatının değeri onun içeriğinde gizlidir. Bütün Yunan panthenonu ve, biraz iddialı bir biçimde söylersek, bütün toplumlara ait arkaik mitologyalar (söylenceler) yaşantının içindedir ve onu kaynak ve hedef gösterirler. Oysa yazının egemenliğinin pekişmeye başladığı sonraki dönemlerde (baskın olarak da Roma dönemiyle birlikte) tarihyazımı karakter değiştirmeye başlar. Yaşam hakkında değil, yazılanlar hakkındaki yazılardır bunlar. Yazı yaşamı ya da dış dünyadaki herhangi bir şeyi işaret etmeyi bırakıp kendi kendini işaret etmeye başlamıştır. 20. yüzyılda bunun serüvenini yeni baştan anlatmamın bir faydası olduğunu düşünmüyorum; keza çok sayıda kaynak mevcut bu konuda. Bir örnekle, bu konuda araştırma yapan birine, Antik Yunan akademisinin bugün düştüğü duruma şöyle bir göz gezdirmek güzel fikir verecektir.
Sınırlı yaşam süremiz bize yaşadığımız şeylerin sonsuz olduğu yanılsamasını yaratır. Sanki hep böyle olmuş ve ileride de olması gerekecektir; o olmasa yaşayamayız gibi gelir. Oysa tarihsel süreçte süreksiz ve ancak belli türlere özgü olan davranışlar -hele ki doğanın karşısında kültürel birer öğe olarak varsalar- sonsuz olamazlar.
Bu anlamda "uygarlıklar" değil de "yaşam" yeniden odak noktamız olduğunda, yazının büyüttüğümüz kadar gerekli olmadığının farkına varacağımızı düşünüyorum.
Re: Yazının Reddi
İnsanın gelişim süreci belirli yasaların sonucunda olmuyor mu? Yazıdan önce söz vardı. Oluşunun nedeni birden çok insanın bir araya gelişiydi kanımca. Issız bir adada tek başına bir insanın sözü de yezıyı da "icad " etmesi gerekir miydi? Söz, ardılı yazı, insan uygarlığının doğal gelişim sürecinin bir olgusu. Yazısız neler olurdu? Bu konuda birçok farklı ütopyalar, bilimkurgu öyküleri oluşturulabilir. Bazen şehirde yürüyüşe çıktığımda her yandaki reklam panolarının saldırısına "maruz" kaldığımı düşünürüm. Hiçbirisini okumadan yürümüye çalışırım. Bunu beceremem. Barış'ın sorusu bana biraz da bunu anımsattı.
Bu konuda düşünmek gerek. Derinine.
Re: Yazının Reddi
Bu konuyu daha önce yazılı kültür-görsel kültür bağlamında kimi notlarla ele almaya çalışmıştım. Sonuca ulaşmamış bu notlar belki bu tartışmaya da ışık tutabilir: "Yazılı kültür"e karşı "görsel kültür"
Re: Yazının Reddi
Barış'ın bu satırları bana -biraz konu dışı olacak ama- Mevlüt Özcan'ı hatırlattı. Mevlüt Özcan, Millî Gazete'de yazılar yazan bir "araştırmacı-yazar". İnternet âleminde, özellikle Ekşi Sözlük gibi eğlence sitelerinde çok ünlü bir kimse. Nedeni, elbette yazılarının "ispat gerektirmeyen" üslubu. Barış'ın "ispat gerektirmeyen tarih yazımı" dediği şeyin bir benzerini "ispat gerektirmeyen bilim" biçimiyle muharririn şu çok ünlü yazısında bulabilirsiniz: "Profesör Nasıl Müslüman Oldu?". Ben yalnızca yazıdan bir alıntı yaparak eğlencenin geri kalanını sizlere bırakıyorum:
Yazının kendisi, söylediklerinin bir ispatı olarak yazılmış; başka bir referansa, ispata, tanıklığa ihtiyaç duymuyor. Yazının bu "ilksel" biçiminin, eninde sonunda ispata, tanıklığa dayalı bir biçime evrilmesinin bir zorunluluk olduğu konusunda anlaştığımızı sanıyorum. Kaydedildiği sürece doğrulanma ya da yanlışlanma olanağını da üretiyor çünkü. Geriye doğru bir adım atıp dilin doğallığını sorgulamaksa biraz daha karmaşık geliyor bana. Biraz düşünelim bakalım
Not: Mevlüt Özcan'ın yazdıklarının dinle bir ilgisi olup olmadığını (dinî açıdan doğruluğunu) değerlendirmek beni aşıyor, ama işin "bilimsel" kısmının yalan-dolandan ibaret olduğunu anlamak için ortaokul mezunu olmak yeterlidir herhalde. Yazar, bir başka yazısında da insanın ortalama ömrünün 150 yıl olduğunu, ama domuz yemenin bu süreyi 70'lere kadar düşürdüğünü iddia ediyordu. Zamanı olanlar için nitelikli bir eğlence kaynağı...
Re: Yazının Reddi
Tehlikeli sularda dolandığımın farkındayım. Kişinin işine geldiğinde her şeyi istediği gibi kullanmasına yol açabilir öne sürdüğüm yaklaşım. Keza Homeros zamanında da farklı olmamıştır. Bilim Çağı'nda da farklı olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Kabul edilebilir sonuçlar değerlendirmeye alınır ancak. Tartışmanın ana ekseninden uzaklaşmak pahasına bir-iki noktanın altını çizeyim:
Her iki durumda da, Kantçı bir ilke, "common sense" (sağduyu) belirleyici oluyor bence. Homeros'un bu sağduyuya sahip olduğuna ve bu yüzden, kanıt gerekmese de, çağını açıklayıcı şeyler ortaya koyduğuna, en azından -bilimsel düzeyde- Troya kazıları sayesinde, inanmamız olanaklı görünüyor. Öte yandan sözünü ettiğin kırsakallı dedenin kehanetleri benzer bir "sağduyu"dan payını almış mı, tartışılır. Ancak toplumun tümünü buna ikna edebilirse, emin olun ki, yazılı ya da yazısız geçerli paradigma onunki olacaktır.
Re: Yazının Reddi
Ona ne şüphe! Vurgulamak istediğim, yazının bir şekilde "ispat"a doğru evrilmek zorunda olduğuydu. "Yanlış"ın yadsınarak daha az yanlış olana ulaşılmayı mümkün ve zorunlu kılıyor yazmak/ kaydetmek. "Sözel" olan, bu anlamda çok daha kaygan bir zemin sunuyor. Toplumun çoğunun kabul ettiği her neyse onun savunduğu (ki buna "paradigma" diyebilir miyiz, onu da kestiremiyorum) ispattan muaf olurken diğer her şey onun ölçeğindeki durumlarına göre değer kazanıyor. Bu anlamda yazı (ya da görsel/ işitsel kayıt), hiç olmazsa, paradigmanın tutarlılığını dayatıyor gibi geliyor bana (hafızayı beşer nisyan ile malûldür).
Ben hâlâ şu satırları düşünüyorum bu arada:
Neyse ki yazılı olduğu için okuyup okuyup düşünüyorum. Barış şöyle bir söyleyip geçmiş olsaydı, acaba üzerine bu kadar çok düşünebilir miydim? Şaka bir yana, yazı gerçekten olmayabilir miydi acaba?
Re: Yazının Reddi
Homeros örneğini sırf bu yüzden verdim. Troya kuşatmasını anlatıyor yazar; ancak tek bir tarih bile vermiyor. İki halkın savaşı tanrıların mücadelesine dönüşüyor. Çünkü bunlar önemli şeyler değiller o dönem insanı için. Kanıtlanamaz olduklarından ya da gerçek olmadıklarından değil, "bir şey doğruysa neden ille de onu kanıtlamak gereksin" düşüncesi yüzünden. Bunu anlamak modern akıl için epey zor. Ben de uzun süre bununla mücadele ettim. Ama kırılma noktası şurada: Gerçekten haklı olan kendini savunmak zorunda mıdır? Eğer ki, sürekli savunma gerektiriyorsa doğrunun doğruluğuna nasıl/ neden inanayım. Bu sürekli savunma hali yaşamaya/ yeni şeyler yapmaya engel değil mi? "Yazılı olan" ispat ediyor belki -bir şekilde-; ama donduruyor da aynı zamanda, durallaştırıyor. Oysa sözel olan, Eren'in de söylediği gibi, kaymaya olanak tanıyor; "oluş" içinde kalıyor, "varlık"a akmıyor. Nietzshe'nin bakış açısı buydu. "Tarih"in insanlar için faydası var ama sakıncası daha fazla derken de buna vurgu yapıyordu (kitap).
Yaptığı metafizik miydi? Ontolojik olarak belki, ama yöntem olarak bana öyle görünmüyor.
Re: Yazının Reddi
Mehmet Sürücü'nün bu örneği bana Calvino'nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu kitabında karşımıza çıkan bir kişiyi hatırlattı. Kitaptan daha önce yaptığım (link) bir alıntıyı buraya da aktarıyorum:
Re: Yazının Reddi
Barış'la tartışmaya girince iş gelip Nietzsche'ye dayanıyor mutlaka Böyle böyle pek okumadığım halde bu gür bıyıklı babayiğit hakkında bayağı şey öğrendim. Ama bunun kaçarı yok. Oturup efendi gibi okumanın zamanı geçiyor artık
Re: Yazının Reddi
"Yanlış"ın yadsınarak daha az yanlış olana ulaşılmayı mümkün ve zorunlu kılıyor yazmak/ kaydetmek.
"yanlış" tanımı bana iyi niyetli bir tanım gibi geldi. İnsanların birbirleriyle, kurumlarla vs. olan alış-verişlerinde kayıt tutmaları bir yanlışı önlemek için değil güvensizlikten kaynaklanıyor. Yoksa milyonlarca kağıda milyarlarca çiziktirilen yazı, imza, rakam... niye olsundu ki, biri ötekine sözle taahhütte bulunur diğeri de ona güvenirdi. Yazının, işaretin edebiyatta kullanılması çok daha anlamlı diyeceğim ama anlam aramak anlamsız olursa daha işlevsel demeliyim.
Re: Yazının Reddi
Tam da söylediğin gibi, bir güvensizlik durumunun, sahihliğin yokluğunun, kendi olmayı becerememenin taahhüdü yazı.
Re: Yazının Reddi
Yazıya çok yüklendik galiba. Birisinin "yazının tarafta" olması gerekmiyor mu? Bir sürü usta boksörün arasında kalmış gibi oldu zavallı.
Re: Yazının Reddi
Güçlü bir ironi de var burada, her şeyi yazıya dönüştürmeye çalışanın yazıyı reddetmesi şeklinde. Sorunun yazıyı yok saymak olduğunu düşünmüyorum; daha çok, onu tahtından indirmek, yeniden olması gerektiği yere koymak...
Re: Yazının Reddi
Paul Veyne'in "Yunanlılar Mitlerine İnanmışlar Mıydı?" kitabına da atıfta bulunan, Nietzsche'den hareketle akademi ve kurumsallaşma üzerine odaklanan bir yazı: Akademeia-Scholasticus
Re: Yazının Reddi
Re: Yazının Reddi
Barış "bir şey doğruysa neden ille de onu kanıtlamak gereksin" diyordu. Elif de "İnsanların birbirleriyle, kurumlarla vs. olan alış-verişlerinde kayıt tutmaları bir yanlışı önlemek için değil güvensizlikten kaynaklanıyor." diyerek yazının "ispat" olanağı üzerine söz alıyor. İşin bu anlamda "güvensizlik"le bir ilgisi olduğu konusunda bu iki görüşe de katılıyorum elbette. Lâkin, işin -daha önce de değinmeye çalıştığım- bir de öteki boyutu var: nisyan (scripta manent, verba volant, söz uçar yazı kalır).
Yazı insanın pek de güçlü olmayan hafızasına karşı da önemli bir güvence sunmuyor mu? Bizim hayatımız bizden önceki nesillerin hayatları üzerine kurulu değil mi? Bunu sağlayan en önemli aracın yazı olduğunu görmezden gelebilir miyiz? Evet, yazıdan önce de insanların hayatları kendilerinden önceki nesillerin deneyimlerine, ritüellerine, alışkanlıklarına dayanıyordu. Ama nesilden nesile aktarılan insan hafızasıyla sınırlı kalıyordu. Yeni nesiller, unutlan şeyleri yeniden keşfetmek zorunda kalıyordu. Günlük işleyişin gerektirdiği alışkanlıklar yine aktarılırdı elbette, üstelik gelişmeye de devam ederdi, ne var ki, yazı/ kayıt olmadan karmaşıklık düzeyi yüksek düşüncelerin sonraki nesillere aktarılması ne kadar mümkün olabilirdi?
Yazının hesap yapabilmenin en önemli araçlarından biri olduğu konusuna hiç girmiyorum. Bir fonksiyonun üçüncü seviyeden integralini yazı olmadan alabilecek miydik?
Denebilir ki, yazı olmasaydı insan hafızası çok daha güçlü olacaktı; çünkü insanın günlük yaşayışı bunu gerektirecekti. İnsanlar nasıl olsa bir yerde yazılı olduğu için her zaman ulaşabileceğini düşünerek aklında tutmaya geerk görmediği şeyleri de aklında tutmaya çalışacaktı. 12 basamaklı iki sayısı kafadan çarpabilmek için yeni hafıza yöntemleri geliştirmeye çalışacaktı. O durumda insan, aya ayak basabilmek için belki 12 bin sene değil de 120 bin sene bekleyecekti. (Burada yine Barış'ın deyimiyle sonluluk/ sonsuzluk; uygarlık/ yaşam arasındaki ayrımı hatırlıyoruz.) Ya da, aya ayak basmaya hiç yeltenmeyecekti.
Bugün artık kendini iyice belli eden bir başka meseleye de değinmek istiyorum. Yazının, insanlığın birikiminin hızla artmasına yaptığı katkıya değinmiştim (Galileo'nun hesaplarını Kopernik'in misarına dayandırması gibi). Bugün artık bu birikimin bir insanın sindirebileceğinin çok üstünde olduğundan kimsenin kuşkusu yoktur herhalde. Hem tıbbın son yeniliklerinden haberdar bir cerrah, hem mimarlığa derinlemesine katkılar yapabilen bir mimar hem çağına ışık tutan bir filozof olmak bizden önceki nesillerin biriktirdiği onca şeye rağmen mümkün değil. Söylemek istediğim, o birikimin mutlaka "bilgi"ye ve eyleme dönüşeceğinin bir garantisi yok. Yazılı olanı hatırlama/ ezberleme zorunluluğundan muaf olmak, o bilginin bir başkasının zihnine bilgi olarak aktarılmasını da bir zorunluluk olmaktan çıkarıyor (Barış, "iletişimsellik"ten söz ediyordu).
Önemsediğim bu iki argümana rağmen ("hazıfa" ve "iletişimsellik") yazıdan vazgeçmenin bize bir şey kazandırmayacağını düşünüyorum. Nedeni, elbette, zihnimin yazıyı merkezine alan bir toplum tarafından şekillendirilmiş olması. Ama şu soruyu sormadan edemiyorum: diyelim ki yazıdan vaz geçtik (hızlı ve yıkıcı değil de yavaş ve doğayla uyumlu bir gelişme doğrultusu belirledik); en nihayetinde insanlık, yazının sağlayamadığı (ya da ortadan kaldırdığı) nelere kavuşacaktı?
Re: Yazının Reddi
Zaten eğer yanlış anlamadıysam; Barışın bu "yazı"ya karşı olan çıkışı, sorgusunun temelinde uygarlığın ve teknolojinin aldığı durumdan tepki duymasından. Yani o; "Aya gitmesin insan, ne olur ki! Daha ilkel ama daha doğal, daha mutlu bir tür oluşurdu belki" diyor kanımca. O demiyorsa bile, en azından ben öyle diyorum.
Re: Yazının Reddi
Eren'in karşı çıkışında sevdiğim bir yön var; benim yerime cevapları da açık etmesi. Ancak onun birbirinden bağımsız ele aldığı "bellek" ve "uzmanlaşma" konularını ben yekpare görüyorum. İnsanlık kalıtı olarak sözünü ettiğimiz, üzerine uygarlıklar inşa ettiğimiz olgular elbette bilginin birikimselliğine dayanıyor ve, öyle sanıyoruz ki, bu birikim, bizim "ilerleme"mizi sağlıyor.
Marks'ın 1844 Elyazmaları neredeyse tümüyle bu soruna ayrılmış bir çalışma. İnsani birikim bizi insanlıktan çıkarıyorsa ne yapacağız? Bence temel sorusu da bu. Eren'in de dikkat çektiği gibi, bilginin üremesi onun kalıt olarak aktarılmasını ve dolayısıyla söz konusu alanda uzmanlaşılmasını gerektiriyor. Bu ise insanın topluma, emeğine ve kendine yabancılaşması anlamına geliyor.
Mehmet Sürücü bu noktada sezdirdiklerimi doğru yorumlamış. Bir teknoloji karşıtı değilim (hatta yine zıtların birlikteliği gereğince onu en sık kullananlardan biri olduğumu söyleyebilirim), yine de Marks'ın kast ettiği gibi insanın kültürel gelişimiyle uyumlu olmayan teknolojinin ne halta yarayacağını merak edenlerdenim. Bu da beni doğal olarak uzmanlaşma karşıtı bir tutuma itiyor. Bilgi, her şeyi bildiğinde (Sokrates'in sözlüğünde "erdem" denebilir mi buna) anlamlı oluyor. Aksi, yıkımlar doğuruyor her seferinde.
Bu noktada golü yine "yazı"nın kalesi yiyiyor. Birikemeyecek bir şeyi biriktirmeye çalışmanın aracı oluyor yazı. Zamanı depoladığını iddia eden bir saat gibi...
Re: Yazının Reddi
"Bellek" ve "uzmanlaşma" konularının birbirleriyle sıkı sıkıya bağlı olduğu konusunda Barış'a katılıyorum. Ben, analitik denebilecek bir yöntemle meseleye değişik açılardan bakmaya çalışmıştım; ama tabii analitik yöntemin güdüklüğü de ortada
Barış tartışmaya şiirsel bir nokta koymuş neredeyse. Yine de, bu sözlerin ardından kuru kaçacağının farkında olarak başından beri aklımda olan soruyu da açık edeyim. Cevap aradığım esas sorun nüfus artışıydı aslında. Doğanın bunun için de çeşitli önlemler aldığını görüyoruz (Malthus'un ünlü nüfus kuramı bunu açıklamaya hasredilmiştir). Kıtlık, salgın hastalık gibi önlemler "doğal" olsalar da "insanî" görünmüyor bana. Sanırım kafamda doğayla "kültür" arasındaki ilk karşıtlık da bu noktada başlıyor. Nüfus artışının dikte ettiği sorunun üstesinden nasıl gelmeli?
Re: Yazının Reddi
Malthus kuramı ya da sosyal Darwinizm gibi epey tartışmalı konular da bu konunun kapsamına giriyor elbette. Burada "insanî" olanı tanımlamak/ tanımlayabilmek ise asıl mesele. Çünkü Malthus'tan yola çıkarak takip edecek olursak, insanî (insansal) olan yaklaşım "bitkisel" olan bir düşünüşle ya da "hayvansal" bir bakış açısına göre hayli dik açılı kalacaktır.
Peki insanî olan doğayı kapsamaz mı/ kapsamamalı mı? Burada da kaçınılmaz olarak bilinç problemine ve eğitim olgusuna dönmek gerekecek, ki bu da bizi bir kısırdöngüye hapsedecektir.
Belki, "insanî" tanımınındaki şapkalı i'ye varıncaya dek uygarlığı yaratan yazı olmasaydı böyle bir sorunu tatışmak da fuzuli olacaktı.
Re: Yazının Reddi
İnsanî olanı bundan 20 sene önce bile bugünkü gibi anlamadığımız düşünülürse, yazısız bir dünyada başka türlü algılayacağımızdan kuşku duymak için bir neden yok. Bu nedenle, Barış'ın da söylediği gibi bir kısır döngüye gelip takılıyoruz. Mesele bir yerden sonra tarafların kanaatlere göre belirlendiği uzlaşmaz bir hal alıyor. Yine de, eğer bilginin birikimini engelliyemiyorsanız insanî olanla hayvanî ya da nebatî olan arasında zaten belirli bir farklılaşma başlamış demektir. O birikim ister yazıyla ister sözlü kültür yoluyla yayılıyor olsun doğayla uzlaşmayı değil doğaya hakim olmayı getirecektir, bana kalırsa. Bu düşünce de gidip "insanın doğası doğayla uzlaşmaya izin verir miydi?" gibi bir başka bir tartışmalı noktaya dayanıyor. Lars von Trier'in bu soruya verdiği cevabı duyar gibiyim.
Re: Yazının Reddi
"İnsan doğası" burada sorunun düğümü. Marks'ın insan doğası üzerine düşünceleri bu konudaki önemli kaynaklardan. "Toplumsal canlı" olarak "insan"dan mı söz ediyoruz, yoksa bir "tür" olarak "insan"dan mı? Birinci cevaba katılırsak onun değişebilirliğini kabul etmiş olacağız. İkinci cevaba katılırsak ise temel bir takım insanlık durumları saptamak gibi bir "zor"la uğraşacağız. İki yol da birbirinden çetrefil.
Marks açısından bu problem (ki o özellikle ilk nokta üzerinde durur) onun yayımlamadığı notlar içinde ele alınmıştır. Tabii bu notları yaşamı boyunca yayımlamamış olması da ayrı bir probleme yol açar.
Yine de Eren'in ele alış biçimi ("bilginin birikimi doğaya karşıtlığa zorunlu olarak yol açar" olarak düşünüyorum bunu) Hobbes'un "insan insanın kurdudur" deyiminin insan doğası konusundaki olumsuz içeriğine yakın düşüyor.
Oysa böyle düşünmeksizin de yazıya karşı çıkılabileceğini sanıyorum. Yazının ürettiği birikim doğru ya da yanlış olarak ele alınabilir. Bu da insan doğasının olumlu ya da olumsuz olmasından bağımsız olarak, tarihsel bir sorun şeklinde değerlendirilebilir. Yine de yazının ortaya çıkardığı uzmanlaşma, deneyimin biricikliğine yapılmış bir saldırı olduğu için o kadar temiz değil.
Bunun üzerine odaklanmalı!
Re: Yazının Reddi
Yanyana iki kayın ağacı gördüğümüz. Ormanda, bir pınarın yanında. Yaşlarını tahmin edemiyorum. Ama üzerindeki kazınan harflerin onlar için bir acı olduğunu tahmin edebiliyorum (Barış Bey'in yazı konusundaki hasssiyeti de bu kayın ağaçlarına benzer bir şey mi acaba?)
Ya yazı olmasaydı?