UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Onlar

19 Şub 2012
Mehmet Sürücü

Ama yeri titreten güçlü tanrı
gözleri kapalı durmuyordu nöbette.
oturmuş gözlüyordu savaşı, dövüşü,
ta yukarılarda, ormanlık Semendireğin en sivri doruğunda.
İlyada, Homeros

Onlar

Uyandım. Hafif bir motor sesi geliyor bir yerlerden. Giyindim. Kamaradan çıktım.

Orta kamaranın etrafı demir borulardan bir korkulukla çevrelenmiş. Kıç tarafındaki geniş bölmeye doğru yürüdüm. Kenarda, istiflenmiş tahta balık kasaları iplerle korkuluklara bağlanmışlar. Korkuluk boyunca dolanıyorum.

Ege Denizindeyiz. Korkuluğa dayanıp bakıyorum. Sessizce masmavi sularda süzülüyoruz. Uzaklarda belli belirsiz, mavimsi karaltılar, güneş bulutların ardında. Hafif kıyılar esiyor.

Tekne ağır yolla ilerliyor. Saatime baktım, 6.30.

Üst güverte kamarasında reis, ufka dalgın dalgın bakıyor. Kamarasının her yanı camla çevrili. “Her penceresi denize nazır.” diye bir yer varsa, o da orası. Beni görüyor. Gülümseyerek elini selamlar gibi kaldırıyor. Sürgülü camı açıp, yüzünde, doğal bir gülümsemeyle sesleniyor;

“Günaydın aga. Yatsana be. Ne işin var bu saatta ayakta?”

Düşünüyorum bir an. İyi soru. Ne iş olur bu saatte? Bir şey gelmiyor aklıma. Daha olduğu yerin şaşkınlığını üzerimden atamamış, nerede olduğumu bilmezken... Ne diyebilirim ki?

“Ne zaman ayrıldık limandan, neredeyiz?

Şaşkınlığım, sorularım, yüzündeki gülümsemeyi, eğlenen bir gülüşe çevirdi.

“Sabaha karşı çıktık. Saros'tayız. Şu karşıda gördüğün karaltılar Yunan. Solumuzdaki ada Semenderek.” diyor.

Şaşkınlığım, içimdeki tuhaf kıpırtılar daha daha artıyor. Tanımlaması güç duygular. Heybetli, tepeleri karla kaplı adaya bakıyorum. Odysseia destanında anlatılan, doruklarından Truva savaşını izleyen, dört adımla Aigai’yi (Ege) geçen, adımlarıyla koca dağları, ormanları tir tir titreten denizler tanrısı Poseidon geliyor aklıma. Efsanelerde denizler tanrısının karla kaplı, yüce dağın tepesinden, Gökçeada’ya doğru uzanan mavilikte, ilk adımını nereye atmış olabileceğini kestirmeye çalışıyorum. Yaptığımda bir anlamsızlık, bir eksiklik duyuyorum. Vaz geçiyorum.

Alt güverteye inip, genel kamaraya giriyorum. Sağda, solda, masaların üzerinde okunduğu sayfada kalakalmış gazetelere, dolu kül tablalarına bakıyorum. İçeriye mis gibi yeni demlenmiş çayın kokusu dolmuş. Mutfağa sürgülü, küçük penceresinden bakıyorum; aşçı kaynayan çaydanlığa su ekliyor. Selam veriyorum. Selamıma başıyla karşılık veriyor. Genel kamaradan çıkıp, daracık mutfak bölmesine geçiyorum. Aşçı alışkın hareketlerle, tabaklara peynir, zeytin, reçel koymakla meşgul. Arada, boşlukta plastik bir kupaya buharı tüten demlikten çay doldurup, üzerine sıcak su tamamlıyor. Şeker kâsesiyle beraber önüme sürüyor. Gözlerime bir teşekkür kondurmaya çalışıp, bardağı alıyorum. Ona bu dar yerde engel olduğumu düşünüp, teknenin baş tarafına, kalın halatların üzerine oturuyorum. Sular iki yandan, ardımıza doğru geçip gidiyorlar. Teknenin en ucunun, denizinle birleştiği yerde, neşeli bir köpük, iki yandan ayrılıp, gerilerde kaybolup gidiyor. Yeşile boyalı küpeşte tahtalarının üzerinde, çiğden mi, sisten mi, teknenin baş tarafına çarpıp zerrelere ayrılıp, dağılan dalgacıklardan mı olduğu belirsiz, ışıl ışıl su damlaları parıldıyor. Bir yudum çay alıp, dorukları karla kaplı Semendirek adasına bakıyorum. Ufka doğru uzanan mavilik, altımızdan kaçıp gidiyor. Baş güvertenin sakin yeşilinde, dalgacıklardan yansıyan ışıltılar, gölgecikler oynaşıyor. Paslı, koca demirin, lif lif olmuş, halatının boşluğu ayaklarımın altında kavisler yaparak paslı, dev ırgata dolanıyor.

Homeros’un “Gül parmaklı” dediği, gün ağarıyor usulca.

Çayımı bitirip, birkaç demir basamaktan, güverteye inip, mutfak bölmesine doğru yürüyorum.

Aşçı işini bitirmiş. Derin bir nefes çektiği sigarasına şekersiz bir yudum çay ekliyor. Ocakta öğlen yemeğinin suyu kaynıyor. Tezgâhın üzerindeki birkaç baş soğan, siyah, kemik sapı çatlak bıçağın yanına, elimdeki boş çay bardağını koyuyorum.

Dışarı çıkıyorum. Tayfalar yeni kalkmış. Birisi dar tuvalet kapısından içeri girmeye çalışırken, bir başkası, birkaç adım ileride, küpeşteye ayağını dayayıp, teknenin altından kayarak ayrılan denizin maviliğine baka baka, günün ilk kahvaltı öncesi sigarasını içiyor.

Kurumuş deniz suyunun tuz lekeleriyle bulanmış aynada, yüzünde, daha çok siş gözlerinin kenarlarında, geç gelen, yarım bırakılmış bir uykunun kalıntıları olan tayfa tıraş oluyor. Genel kamaranın sol yanına, dış duvarına bir lavaboyla bir çeşme konmuş. Keskin bıçak, tıraş köpüklerini yol yol sıyırıp, yüzün kararsız, uykulu girintilerini parça parça ortaya çıkarırken, birkaç metre yanından, iki martı, bıçak gibi kanatlarıyla denizin üzerinde köpükten bir yara açarak, çığlık çığlığa gökyüzüne yükseliyor.

Adıyla yüzü örtüşmeyen, adını anımsayamadığım birisi, apış arası sökük, üzerinde sabah güneşinin parıldadığı balık pulları yapışmış eşofmanın altındaki terliklerini sürüye sürüye yanımdan geçerken, Günaydın, diyor. Gülümseyerek karşılık veriyorum.

Genel kamara dolmuş. Yüzlerde kırık, kesik, dinlenmeden kalkılan uykuların kalıntıları dolaşıyor. Kahvaltı zamanı. Arıkovanı gibi her yan. Çatal, kaşık sesleri, gülüşmeler, çay kaşığı tıkırtıları kaplamış her yanı. Reçel, zeytin, peynir tabaklarına eğilmiş başların üzerinde, kimsenin ilgilenmediği televizyonda sunucu, sabah haberlerini veriyor.

Rastgele bir yere oturuyorum. Bir yandan bir şeyler atıştırırken, bir yandan insanlara bakıyorum. Yüzlerinden, adlarını hatırlamaya çalışıyorum. Adlar uçuşuyor hafızamın çıkmazlarında. Her bir adı, yüze takılabilecek, uyup uymadığını çağrışımlarla kontrol edebileceğim bir kalıp gibi kullanmaya çalışıyorum. Nihat? Yüzle sözcük bir karışım, bir dönüşüm, bir kalıp, şekil oluşturuyor. Oluşturuyor mu? Hayır! Olmadı. Değil! Hüseyin; hayır, Selçuk, değil, Ferhat; yok, o da değil. Uzayınca diğer adları da anımsamakta güçlük çekiyorum. Oldum olası isimleri hatırlamakta zorlandığımı düşünüyorum. Sonraya bırakıyorum.

Sonraları, onlarla çeşitli yerlerde, güvertede, denizden az önce çıkmış, sular süzülen ağların üzerinde, genel kamarada, bir yandan onlar kasalara balık doldururken yaptığımız sohbetlerle, o hafızamın karanlık duvarlarında, oraya buraya çarpıp duran, hiçbir yüzle tam olarak örtüşmeyen adlar birer birer sahiplerini buldu. Önce insanı tanıyoruz. Sonra adı bir sözcüğe dönüşüyor, o sözcük yaşamın içinde, onlarla oldukça bir anlam kazanıyor.

Kahvaltısını bitiren, koca demlikten, keyif çayını doldurup, köşesine çekiliyor. İnce, tel tel tüten sigaralar yakılıyor. Ortalık dumana kesiyor az sonra. Kimse umursamıyor kapalı yerde sigara içilmeyeceğini, hatta yasak olduğunu. Burası umman, burası derya-deniz. Burada kara kanunları geçmiyor. Buranın kendine göre kanunları, adetleri var.

Semendirek adasının civarında olduğumuzu söylüyorum. Bir-ikisi ifadesiz bakışlarla bana bakıyor. Hangi koyun, hangi adanın açığından geçtikleri, nerede olduklarını merak etmiyorlar sanki. Alışkın bedenleri, açık denizde mi, yoksa sakin limanda mı olduklarını içgüdüsel olarak algılıyor. Denizde olduğunu bilmesi için kamaranın penceresinden bakıp, uçsuz bucaksız maviliği görmesi gerekmiyor.

Genel kamarada, kadim bir mesleğin günümüzdeki ustaları balıkçıların yüzlerinde, duruşlarında, o mesleğin günümüze kalmış izlerini arıyorum. Yüzlerine bakarken, insanlık kadar eski olan avcılığın, denizciliğin, balıkçılığın evrile evrile günümüze ne kadarının ulaştığı geliyor aklıma. Bilgisayarları, sonarları, radarları, kilometreyi aşan uzunlukta ağları, vinçleri, makaraları, tonlarca kurşunu, çelik halatlarıyla bir balık kıyım makinelerine dönüşmüş dev balıkçı teknelerini düşündükçe, o günlerden, o ilkel avcılıktan, denizcilikten, balıkçılıktan bu günlere pek bir şey kalmamış olduğuna inanmak istemiyorum.

Onlara bakarken, en eski denizci, Odysseus’tan zamanın silen, süpüren rüzgarıyla, kuşaklarla, genlerle yüzlerine, duygularına, yaşamlarına ne kadarının aktarılmış olabileceğini düşünüyorum. Ulaşmak için yıllarca denizlerde fırtınalarla, canavarlarla, türlü türlü kötülüklerle savaşılan o düş ülkesi; İthake, o düş ülkesindeki hep denizdekini bekleyen, beklemekle özdeşleşmiş sevgili; Penelope geliyor aklıma. Tüm bunların; özgürlüğün, maceranın sembolü Odysseus’un, sevginin, özlemin, beklemenin sembolü Penelope’nin bugün hangi anlamda, hangi bedende, yüzde, yaşamlarının neresinde sürdüğünü soruyorum kendime.

Burada gözle görülür bir çok karşıtlık, insanların arasında yazılı olmayan yasalar, sözcüklere dökülmemiş, dillendirilmemiş yaptırımlar, kurallar var. Deniz göz alabildiğine engin, geniş, teknenin uzunluğu, genişliği avuç içi kadar. Her şeyde, her yerde, yemek yenilen kamarada, üst üste yığılmış ranzalarıyla başaltında, balıkların çırpındığı, pul yağmurun altındaki, metrelerce ağın, mantarın, kurşunun, mapanın yığıldığı güvertede, makine dairelerinde, koca tencerenin zor sığdığı mutfakta bir darlık, bir mekan eksikliği hissediliyor. Birkaç metre ötede deniz; engin, alabildiğince sonsuza kardeş.

yelken birdenbire tam ortasından şişiverdi.
Güm güm vurdu karinaya alacalı dalgalar.
işte artık gemi yola çıkmıştı.
Dalgaların üstünde koşuyordu habire,
uçuyordu enginin bağrında, kıra kıra dalgaları
….....
Gemi bütün gece, gün ağarana dek, gitti.
Odysseia.Homeros

18.02.2012_Bandırma

Kaynaklar:
İlyada.Homeros.Çeviri:Azra Erhat-A.Kadir.Can Yayınları.İstanbul.1984
Odysseia.Homeros.Çeviri:Azra Erhat-A.Kadir.Can Yayınları.İstanbul.1988

Kategori:

Re: Onlar (Kardeşim Deniz 4)

Mehmet Sürücü'nün ellerine sağlık. Biz de onunla birlikte deniz havasını içimize çekiyoruz... Hızlıca düşüncelerimi aktarmaya çalışayım:

Yazının ortalarında bir alt başlık gibi "Onlar" kelimesini görüyorum. Bu alt başlık büyük kamaradan genel kamaraya geçişi de belirliyor sanırım. Bu geçişi "Kahvaltıdan sonra genel kamarada..." gibi bir cümleyle yapmak daha iyi olur gibi geliyor. Yazının başlığı da "Onlar" olduğundan "Onlar" altbaşlığının işlevini pek iyi anlayamıyorum.

Bana soracak olursanız bu yazıyı ikiye bölerdim. "Teknede Reis dahil, 26 presonel var." diye başlayan bölüm ilkinden belirli ölçüde ayrı bir konu gibi geliyor bana. Hem önceki bölümün izlenim ağırlıklı tonuyla, bu bölümün teknik/nesnel anlatımı pek uyuşmuyor sanki. O nedenle yazıyı bu noktadan ikiye bölmeyi düşünürüm. Birinci bölüm büyük ölçüde yazılıp bitirilmiş bir yazı halihazırda. Belki yazının sonundaki iki paragrafı, bu iki yazı arasında nasıl paylaştıracağım konusunda kararsızlık yaşardım. Herhalde son paragrafı birinci yazıya ekler, sondan bir öncekini de biraz değiştirip (belki ikiye bölüp) ikinci yazıya eklerdim. Üstelik yazı ikiye bölündüğünden, yeni ayrıntılar eklemek konusunda da elimi korkak alıştırmazdım. Tabii bu ikinci yazı üzerine belki biraz daha çalışmayı, teknenin coğrafyası üzerine biraz daha eğilmeyi yararlı bulanlar da olabilir.

Gözden kaçanlar:

""
Denizindeyiz.

""
Ege Denizindeyiz.

""
Tezğahın üzerindeki

""
Tezgâhın üzerindeki

""
Rast gele bir yere oturuyorum

""
Rastgele bir yere oturuyorum


Re: Onlar (Kardeşim Deniz 4)

İki kamara yok zaten. Bir büyük kamara var. Hem yemekhane, hem tv izlemek için. Büyük ve genel kamara olarak iki ayrı adlandırma gözümden kaçmış.

Başlıklar konusunu gözden geçirmem gerekiyor. Teknik bilgilerin ağırlıkta olduğu bölümü ayırmak iyi bir düşünce.

Eklemeler yapmak konusunda kararsızım. Bu haliyle bile yeterince uzun olmadı mı?


Re: Onlar (Kardeşim Deniz 4)

Mehmet Sürücü dedi ki:
Eklemeler yapmak konusunda kararsızım. Bu haliyle bile yeterince uzun olmadı mı?

O nedenle yazıyı ikiye bölmeyi önermiştim. Böylece "yazı uzayacak" endişesiyle eklemeler yapmaktan çekinmeye de gerek kalmaz. İlk yazı zaten hazır. Bu yazının içinden bir bölümü (teknenin coğrafyası bölümünü) ayırdığınızda bu yazı daha da kısalacak. O ayrıdığınız bölümü eklemelerle biraz daha geliştirerek başka bir yazıya dönüştürebilirsiniz.


Re: Onlar (Kardeşim Deniz 4)

Öyküdeki yazım hatalarına Eren değinmiş, sanırım Mehmet Sürücü yakın zamanda düzelti yapıp öyküyü tekrar son halinde yayınlayacaktır. Ek olarak şu yanlışlıklara bakılabilir:

""
Kıç tarafındaki geniş bölümeye

""
Sarostayız.

"Alt güverteye inip, genel kamaraya giriyorum" kısmından sonra, selamı alan tayfanın (ben tayfa olduğunu sanıyorum, sadece tahmin) kim olduğu anlaşılmıyor, oraya bir isim eklenebilir.

""
Adıyla yüzü örtüşmeyen, adını anımsayamadığım birisi, apış arası sökük, üzerinde sabah güneşinin parıldadığı balık pulları yapışmış eşofmanın altındaki terliklerini sürüye sürüye yanımdan geçerken, Günaydın, diyor.

Bu ifadenin ilk kısmında da "pantolununun ( ya da pijamasının) apış arası sökük" olarak değiştirilmesi gerekir diye düşünüyorum.

""
Rastgele bir yere oturuyorum. Bir yandan reçelden, peynirden, zeytinden atıştırırken, bir yandan insanlara bakıyorum.

Bu ifadede, ikinci defa tekrarlanan zeytin, peynir, reçel ayrıntısının öyküden arındırılmasının daha iyi olacağını düşünüyorum, üzerine yazarının daha fazla düşünmesi yerinde olacaktır bence.

Bu kadar ayrıntıdan sonra öyküyle ilgili söylemek istediklerime geçebilirim. Öncelikle öykünün son derece usta bir elden çıktığı izlenimini özellikle belirtmem lazım. Özellikle insanlar ve adları ile ilgili kavrayış hikayesi mükemmeldi. Defalarca okudum ve öykünün en akılda kalan bölümünün burası olduğuna eminim:

""
Yüzlerinden, adlarını hatırlamaya çalışıyorum. Adlar uçuşuyor hafızamın çıkmazlarında. Her bir adı, yüze takılabilecek, uyup uymadığını çağrışımlarla kontrol edebileceğim bir kalıp gibi kullanmaya çalışıyorum. Nihat? Yüzle sözcük bir karışım, bir dönüşüm, bir kalıp, şekil oluşturuyor. Oluşturuyor mu? Hayır! Olmadı. Değil! Hüseyin; hayır, Selçuk, değil, Ferhat; yok, o da değil. Uzayınca diğer adları da anımsamakta güçlük çekiyorum. Oldum olası isimleri hatırlamakta zorlandığımı düşünüyorum. Sonraya bırakıyorum.

Sonraları, onlarla çeşitli yerlerde, güvertede, denizden az önce çıkmış, sular süzülen ağların üzerinde, genel kamarada, bir yandan onlar kasalara balık doldururken yaptığımız sohbetlerle, o hafızamın karanlık duvarlarında, oraya buraya çarpıp duran, hiçbir yüzle tam olarak örtüşmeyen adlar birer birer sahiplerini buldu. Önce insanı tanıyoruz. Sonra adı bir sözcüğe dönüşüyor, o sözcük yaşamın içinde, onlarla oldukça bir anlam kazanıyor.

Homeros'tan yapılan alıntılarla, bizzat yazarın yaşadığı izlenimlerin iç içe geçirilmesi de çok başarılı. Normalde bu kadar yaşanmışlıktan örülen bir öyküde alıntıların bu kadar doğal yerleşebileceğini düşünmemiştim.

Toplam olarak son zamanlarda okuduğum en iyi öyküyü okuduğumu çekinmeden söyleyebilirim, teşekkürler.