UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Denizle Olmak

11 Mar 2012
Mehmet Sürücü

Tekne hafif yolla, sessizce iki maviliğin arasından kayıyor. Bugün daha mola edilmedi. Üst güvertede Reis, sabah gün ağardığından bu yana, radarların, sonarların ekranlarına sıvanan rengarenk ışıltılarda balık izleri arıyor.

Birkaç tayfayla büyük kamarada oturuyoruz. Hafifçe aralık camdaki, ince bir rüzgar ıslığı, belli belirsiz duyuluyor. İçeriye sigara dumanı ve kızarmış balık kokusu sinmiş. Kapıyı, pencereleri saatlerce açık tutsan da çıkmıyor. Çocukluğu koyun sürüsünün ardında geçen, yaşamın birkaç yıl önce denizlere savurduğu Adem anlatıyor;

“İnsanla bir arada yaşamak zor. Aylarca berabersin denizin ortasında. Hele böyle eni boyu belli, bir karış yerde… Bazen günlerce limana uğramadığımız oluyor. Su bitiyor. Yıkanamıyorsun. Kokuyorsun, kokuyorlar. Herkes, her yer, her şey bir şeylere kokuyor. Daracık kamaralar, yatakhaneler, ranzalar, yataklar küf, çürümüş balık, deniz, hava, yosun kokuyor. Sen de kokmaya başlıyorsun sonra. Senin kokun da karışıyor tüm bu kokulara. Ayırd edemiyorsun hiçbirini. Nereden geldiğini bilemiyorsun. Alışıyorsun zamanla. Yüz yüze, sırt sırtasın insanlarla. Geğirse yüzüne, osursa sırtına çarpıyor esintisi. Balıkçılık zanatı insanı değiştirir derler. Neden? Kalabalık, bir sürü insanla bir arada yaşamayı öğrettiğinden galiba. Sessiz odasında, anasının yıkadığı tertemiz, sabun kokulu çarşafların içinde uyumaya alışmış Bigadiç Konakköy’lü tayfa, başaltındaki, yatakhanedeki küf, ayak, balık, deniz ve her türlü kokulara alışıyor zamanla.”

Yarı aralık gözlerle, öğlen yemeğinin uyuşturan tokluğunda, uyuklamanın eşliğinde dinliyoruz söylediklerini. Gözler kayıyor, bir yere dalıp gidiyor. Uyuyup kalacağım oturduğum yerde.

Dışarı çıkıyorum. Hafif puslu bir hava var denizin yüzeyinde. Rüzgarın hafif serinliği dolaşıyor yüzümde, uyuşuk, uykulu halim dağılıveriyor. Kimseler görünmüyor ortalıkta. Tayfaların çoğu başaltındaki yatakhaneye, birkaçı kıç güverteye uzanmaya gittiler.

Tekneyi tanımak için sabırsızlanıyorum. Orta güvertede, ambar kapağının üzerinde oturan, yüzünden gülüşü hiç eksik olmayan, Şaban Reis’in yanına yaklaştım. Selamlaştık. Etrafı dolaşıp, tekneyi tanımak istediğimi söyledim. İsteğimi memnuniyetle yerine getireceğini söyledi. Önüme düşüp, bazen dökülen su gibi akıcı, bazen de saniyelerce bir harfe takılıp kalan tutuk diliyle önümüze çıkan her şeyi anlatmaya koyuldu.

Kıç bölmesindeki, eğimli kızağın üzerine çekilip, kalın halatları, büyük takozlarla desteklenmiş, her an teknenin arkasından yavaşça suya süzülüp firar edecekmiş gibi duran botu, üst üste yığılmış, arka güverteyi kaplayan küçük bir tepe gibi yükselen, yer yer ezilmiş balık ölülerinin, balık pullarının ışıldadığı ağları, mantarları, orta güvertede, çelik saçlarla ayrılmış, farklı genişliklerdeki balık dökme bölmelerini, elektrikli küçük ırgatları, büyük, çelik halat makaralarını, daha pek çok şeyi, bazen birkaç kelimeyle, bazen uzun uzun ayrıntılara girerek, bıkmadan anlattı.

Mazot, egzoz, pas ve yağ kokusunun birbirine karıştığı makine dairesine indik. Sorumlusu bizi kara is lekeleri arasından gülümseyen yüzüyle karşıladı. Kesik, aceleci bir dille, çalışan makinenin sesini bastırmaya çalışarak, bağıra bağıra, saatlerdir jeneratörün kaçıran mazot borusuyla uğraştığını anlattı. Bir an önce arızaya, dev jeneratörünün boruları, kelepçeleri, dönmeyen, çalışmayan bilumum ayrıntısının aralarına gömülüp, kaybolmak isteyen bir acelecilik vardı üzerinde. Üst güverteden hafif bir mırıltı gibi duyulan dev makinenin sesi, bölmenin içerisinde kulakları sağır edici bir şiddetle yankılanıyordu. Çalışan makinelerin sesinden, anlattığı çoğu şeyi anlayamıyordum. Çıktık makine dairesinden.

Biraz daha dolaştıktan sonra büyük kamaraya girdik. Oturup birer çay içtik. İkinci Reis namaz kılacağını söyleyip izin istedi. Teşekkür ettim. Utangaç bir gülümsemeyle çıktı.

Neredeyiz?
Bilmiyorum. Denizdeyiz.
Ne yapıyoruz?
Orta hızla, oniki kulaç denizde seyir ediyoruz.
Ne kadar sürecek bu?
Bilmiyorum.
Kim biliyor?
……
Reis biliyor mu?
O da bilmiyor.

Demir bom direğinin tepesindeki ağ makarası, kalın çelik halatın ucunda hafifçe sallanırken, yukarısında, kanat uçları siyah bir martı, teknenin hızında hafifçe süzülüyor. Silüeti tepede özgür, senkronsuz bir sarkaç gibi yavaşça soluk güneşin önünde salınıyor. Zaman zaman tekneye yaklaşıp, kendini hafifçe rüzgarın esişine bırakarak etrafında geniş kavisler çiziyor.

Kıç güvertede birkaç tayfa var. Ağların arasında, kafasını yeşil muşambasının başlığına gömmüş birisi, arada bir, bulutların arasından kaybolup beliren güneşe belirli aralıklarla diğer yanını döndüre döndüre yatıyor.Yanında yükselen ağlar mor, toprak rengi bir tepecik gibi duruyor. Diğeri sigarasından derin soluklar çekip, uzaklara bakarken, bir diğeri neşeyle, elini kolunu oynatarak bir şeyler anlatıyor.

Hiç yalnız bırakmıyorlar birbirlerini. Küpeştede, daracık, çamaşır ipleriyle çevresine emniyet ağları örülü yatakların, ranzaların sıralandığı başaltında, umum kamarada, sıkıntılı, kederli, engin denizden daha derinlere dalmış, sigarasından uzun soluklar çekip, sessizce uzaklara bakan birisini gördüklerinde, üzerlerine en şakacı, en neşeli, en güleç yüzlerini takınıp, yanına gidiyorlar. Laf atıyorlar, rahat bırakmıyorlar. Gelişigüzel, olur olmaz, şeylerden söz edip kafasını dağıtmaya çalışıyorlar. Bir martının topal ayağından, eğrilmiş, ıslanmış kanadından, bardağın kenarındaki çay kaşığından, havaya karışan ince sigara dumanından gülümsemelikler, ince sevinçler damıtıp, yüzdeki o sıkıntıyı, kederi gülüşlere çevirmeye çalışıyorlar.

Sigara içen, gözleri boşluktaki tayfaya bakıyorum. Ne düşünüyor acaba? Sıkıntıları, sevinçleri, hayalleri, umutları yüzüne bakılarak anlaşılabilirmiş gibi bakıyorum. Fırtınada batan bir tekneden bir tek kendisinin kurtulabildiği, engin, masmavi denizin ortasında kimsenin ayak basmadığı bir adada, dünya dertlerinden, bağkur, sigorta, kredi kartı taksitlerinden, hiç susmayan veya hiç konuşmayan kadınlardan, alacaklı bakkaldan, ev sahibinden uzak, sessiz, yalnız ve mutlu bir yaşamın hayali var mı acaba bunların arasında? Her balıkçının içindeki umutların, hayallerin bir ucunun mutlu bir kazazedeye uzanıp uzanmadığını düşünüyorum.

Ne yapıyorsun?
Hiç.
Neden uzun uzun denize bakıp duruyorsun?
Ben değil, o bana bakıyor. Ben de nazarına karşılık veriyorum.

Yanlarına sokuluyorum, rahatsız etmekten çekinerek. Ağların kenarındaki, biraz daha kuru olan mantarların üzerine oturuyorum. Havadan sudan konuşup, susuyoruz bir süre. Bir sigara daha yakıp, denize doğru bakarak konuşuyor.

“Bazen yorgun argın, saatlerce ağ, kurşun, mantar çekip yığmanın yorgunluğuyla, kamaraya kadar gitmeye halim kalmaz, güvertede bir kenara çöker, bir sigara yakar, denize, göğe, içimdeki yorgun boşluğa dalarım. İş, güç, ev, para, çoluk-çocuk daha bir uzakta, başka bir dünyada, yaşamda gibi gelir. Her şey daha bir anlamsız, boş, beyhude… İçimde bir başkası, her şeye, herkese uzak bir yabancı düşünür, benim gözlerimle bakar sanki. Gökte süzülen beyaz bir noktaya, bir martıya takılır gözü. Martı, oradan, tepeden aşağıdaki dev aynayı, yukarıdaki sonsuz boşluğu, teknenin ardındaki bembeyaz köpükleri, suyun yüzeyinde hafifçe oynaşan balığın nasıl parıldadığını göstermeye çalışır sanki bana. Beni martıların gözünden bakmaya zorlar. Bu beni her şeye daha uzak, daha yabancı, daha anlamaz kılar. Dertlerim, özlemlerim, sıkıntılarım değişir. O dünyayı anlamaya çalışırım. Martının dünyasını. Tüm yaşamı bir kaç şey arasındaki sonsuz devinimi. Gökyüzü, güneş, rüzgar ve deniz. Gününün kavgaları yaşamak üzerine. Yiyecek bir şey bulup ölmemek. Hangimizin değil ki? ”

Direğin tepesindeki martıyı arıyor gözlerim. Biraz gerilerden, tekneyi izlemeyi sürdürüyor. Dinlerken teknenin ardındaki uzadıkça belirsizleşen, küçük burgaçlarla yayılan beyaz köpükten ize bakıyorum. Uzaklarda birkaç martı bu köpüklü dalgacıkların arasında görünüp yitiyorlar.

Birden havalı kamyon kornasına benzeyen bir ses yayılıyor teknenin her yanına. Martı ürkek birkaç çığlık atıp uzaklaşıyor. Başaltındaki uyuklamaları, büyük kamaradaki sohbetleri, kıç üstündeki, küpeştedeki, güvertedeki dalgınlıkları, düşleri, düşünceleri bölen bir bildirim, bir uyarı bu ses; “Hazır ol!” komutu. Yatan, oturan kalkıyor. Muşambasını, çizmesini giymemiş olanlar aceleyle giyinip ağların, ırgatın, vincin, mataforanın başına gidiyorlar. Tüm tayfa görevinin başında, hazır.

Reis üst güvertenin kapısını hızla açıp birkaç adımda orta güverteye iniyor. Sesinde gururla karışık neşeli bir gürlükle haykırıyor:

“Molaaa!”

Kategori:

Re: Denizle Olmak (Kardeşim Deniz 5)

Deniz öykülerinin beşincisi bizi kokularla karşıladı. öykünün öncekilere göre biraz daha acele yazılmış olduğu izlenimi uyandı bende.

Mehmet Sürücü,şiir olarak aktarılmış diyoloğun düz yazıyla belirtilmesi daha iyi olmaz mıydı?


Re: Denizle Olmak (Kardeşim Deniz 5)

Onlar Ferit Edgü'nün bazı benzer tarzdaki öykülerine özentiden çıkmıştı. Deniz konusunda çalışırken.