UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Meyhane

04 Şub 2012
Mehmet Sürücü

Onlar balık kasalarını kamyona yüklerken, tekneye bindim. “Hoş geldin” dileklerini tuhaf bir ürkeklik ve heyecanla yanıtladım.

Sarışın bir genç, beni demir bir merdivenden çıkarıp, orta kamarada yatacağım yeri gösterdi. İki yatak, bir sehpa, televizyon, iplerle duvara bağlanmış küçük bir buzdolabı sığacak kadar genişçe bir yerdi. Yanları, belirli bir yüksekliğe kadar verniklenmiş lambrilerle kaplanmıştı. Karşılıklı monte edilmiş iki kalorifer peteği, belli belirsiz bir ahşap ve balık kokusunun sindiği kamarayı sıcacık yapmıştı. Sırt çantamı, fotoğraf makinemi yatağın üzerine bırakıp alt kamaraya indim.

Tanışma

Alt güvertedeki, kamaraların en geniş olanı. Dinlenme, televizyon izleme, yemekhane olarak kullanılıyor. Bitişik, küçük bölme mutfak. Kamaradan mutfağa açılan sürgülü küçük bir pencereden yemek kokuları geliyor. Yemek servisi bu küçük pencereden yapılıyor.

Aşçı yardımcısı, pencerenin çıkıntısına konan dolu tabakları masalara dağıtıyor. Birkaç genç ona yardım ediyor. Yirmiye yakın tayfa, akşam yemeği için masaların kenarına dizilmiş. Bir an önce önüne yemek tabağının konmasını bekliyor. Herkes acıkmış. Sabırsız. Yemek önüne konsa bile, masada ondan yaşlı birisi varsa tabağı onun önüne sürüyor. Sırasını bekliyor.

Cavit’in yanına oturdum. Geldiğime seviniyor. Bunu söylemesine veya yüzünden okumama gerek yok. Biliyorum. Sigarasını önündeki dolu kül tablasında ezip söndürmüş. Önüne konacak tabağı fazla beklemiyor. Gelen tepeleme kızarmış balıkla dolu tabağı benim önüme sürüyor. Tabaktaki yemeği görünce ne kadar çok acıktığımı fark ediyorum.

Yemeğimizi yerken, bir yandan da adlarını sorup, bellemeye çalışıyorum. Pek sesi çıkmıyor kimsenin. Bir suskunluk var masalarda. Sadece kısık birkaç mırıltıyla, çatal, kaşık sesleri duyuluyor. Bunun benden, ilk kez gördükleri bir yabancıdan olduğunu düşünüyorum. Değilmiş. Sonraları, bu sessizliğin yorgunluktan olduğunu, kimsenin ağzını açacak, bir çift söz söyleyecek takati kendinde bulamadan, suskunlukla yemek yedikleri başka günler de gördüm.

Yemekten sonra çıkıp bir şeyler içmeyi kararlaştırdık. Hazırlanmam uzun sürmedi. Üzerime kalınca bir ceket alıp, iskeleye indim. Cavit’le birkaç balıkçı beni bekliyorlardı. Kenarda borda etmiş kayıkların kamaralarının, rıhtım lambalarının ışıkları denizin üzerinde dalgalanıyordu. Martılardan ses seda yoktu. Ayaz çıkmış, kediler, köpekler en kuytu yerlerine çekilmişlerdi. Pullu, yosunlu, balık kokulu ağ yığınlarının arasından geçip, küçük bir tepeciğe çıkan toprak yola girdik. Yağmur hafifçe çiselemeye başladı.

Meyhane

Meyhane küçük bir tepede. Limana inen yolun kenarında. Eski bir balık taşıma kamyonunun kasasından bozma. Dev kamyon kasası, içlerine beton dökülmüş, büyük, galonluk varillerin üzerine oturtulmuş. İçerisi arı kovanı gibi. Uğultusu uzaklardan, limandan duyuluyor. Ud, klarnet, cümbüş eşliğinde, ağır, hüzünlü, ağlamaklı bir ses yayılıyor geceye.

Birkaç basamaklı, tahta merdiveni çıktık. Giriş kapısının solundaki bölme mutfaktı. Çatlak bir camın ardından, lokanta tipi bir buzdolabı, tahta bir tezgah, yığılmış yemek artığı içinde tabaklar, üst üste konmuş kasalar, rastgele ortalığa dağılmış boş bira, rakı, şarap şişeleri görünüyordu.

Girişte, sırları dökülmüş çerçevede, Ömer Hayyam’dan bir dörtlük ilişti gözüme;

Önce kendine gel, sonra meyhaneye;
Kalender ol da gir kalenderhaneye.
Bu yol kendini yenmişlerin yoludur;
Çiğsen başka bir yere git eğlenmeye.

Koyu bir sigara dumanı ve gürültü her yanı kaplamıştı. Dar bir yolun iki yanına dizilmiş tahta masalar sıkış, tıkış, insanlar yan yana, sırt sırta, omuz omuzaydı. İki kişinin sıkışacağı yerde beş kişi oturuyordu. Biz de sıkıştırdık birilerini. Cavit’le karşılıklı oturduk. Beraber geldiğimiz balıkçılar başka masalara dağıldı. Masadakilerle merhabalaştık. Selam verip, sohbetlerine devam ettiler.

Meyhaneciye eliyle işaret etti. Biraz sonra geldi. “Kırmızı, biraz da çerez.” dedi. Uzaklaşırken ardından baktım. Sol ayağı hafifçe aksıyordu. Meyhaneciye baktığımı fark etti.

“Adı Suphi”, dedi.

“Suphi?” Meyhaneciye yakışan bir isim, diye düşünüyorum, sebepsiz. Öyküsünü anlatıyor. İyi balıkçıymış bir zamanlar. Denize tutkunmuş. Sonra olmuş aralarında bir şeyler. Küsmüş denize. Kıyısına adım bile atmamış o olandan sonra. Denizin olan, denizden olan her şeyden uzak durmuş.

“Şimdi mıntıkasına martıları bile yaklaştırmıyor. Meyhanesinin yakınından geçen martıları taşla kovaladığını görenler varmış. Deniz hasretini böyle bütün gün üzerine deniz, balık, yosun kokusu sinmiş balıkçılardan giderir. Sonra başka bir gün, daha uzun uzun anlatırım sana. Bu gürültüde anlamazsın zaten söylenenin çoğunu.”, dedi.

Tek başına, her yere, tüm masalara yetişmeye çalışıyor. Yardımcısı yok. Saçları, sakalı, bıyıkları beyazlanmış. Sakalın, bıyığın ardında kaybolmuş dudaklarının etrafındaki kıllar sigaradan sararmış. Durgun göl grisi gözlerinde bir dalgınlık, yüzünde, belki uyurken bile değişmeyen, hep yorgun bir ifade var. Şişenin mantarını açıyor, cam bir kâseye leblebi, fıstık, fındık dolduruyor. Acele etmiyor. Telaşı yok. Sadece olması gerektiği kadar hızlı yapıyor her şeyi. Tezgâhın kenarındaki sigarasının külü, bir soluk çekmeden uzayıp gidiyor. Bir bira daha istiyor Kırmızı Ford’un, eprimiş deri ceketlisi, Mümin Reis’in boş kadeh tutan eli havada. Çift duble, buzu yanda, başka bir kadehle hemen oracıkta, istendiği yerde bitiveriyor.

Cavit günlerinin nasıl geçtiğini anlatıyor. İkinci şişenin ortalarında, konuştuklarıyla düşündükleri farklı kanallardan akmaya başlıyor. Dalgınlaşıyor. “Bedenimiz kırılıyor, bin parçaya, parçalara bölünüp ayrılıyor.” “Bazı günler dört, beş mola yapıyoruz. Bir molada iş iki saatten fazla sürüyor. Mantar, kurşun, halat, rüzgâr, denizden çıkan ağlardan yağmur gibi süzülen sular... Soğuktan eller, parmaklar tutmaz oluyor. Bırakamıyorsun halatın, mantarın, ağın ucunu. Bıraksan ellerinde tutacak takati bulamayacaksın bir daha. Asılıyorsun, çekiyorsun, yığıyorsun. Ne mantar, ne ağ, ne kurşun, hiç bitmeyecekmiş, hiçbirinin sonu, bittiği bir yer yokmuş gibi.” “Sarılmak, birisine, bir şeylere sarılmak. yarın değil, sonra değil, şu anda veya, birazdan, az sonra.”

Meyhanedekileri tanıyıp tanımadığını soruyorum. Çoğunu tanımadığını söylüyor. “Şu, ayrı ayrı masalarda oturan, saçı, sakalı beyazlamış, yüzü derine kaçmış bir kaçını tanır gibiyim. Karşı masada, dipte oturan Cemal Reis. İlyiç Cemal derler. En çok tayfasını kollayan reis odur zamanından beri. Şansı pek yoktur ama. Yapamaz fazla pay. Bi sene iyi balık tutmuştu. Kıyamadı. Çoğunu tayfalara dağıttı. Hiç adam bulmakta sıkıntı çekmez. Düzgün çalışmayanı, aldıktan yarım saat sonra iskelenin üzerine, yorganıyla çıkarıp bırakır. Yerine başka tayfa alır.” “Her şey eksiliyor. Deniz, balık, şişedeki şarap. İçimizde bir şeyler. Biz, eksiliyoruz her an.”

İçtikçe dili açıldı. Açıldıkça sözcükler, cümleler birbirlerinin içlerine girmeye, harfleri, heceleri kaybetmeye, karışmaya başladılar. Söylediklerini duymaya, izlemeye, anlamaya çalıştım. Bazı söylediği sözcükler, gürültüye karışıp gittiler. Onların yerine uydurduğum, yakıştırdığım kendi sözcüklerimi koymaya çalıştım. Bu kondurmalar bazen az, bazen çok oldu. Bilemiyorum. Öylesine karıştılar ki birbirlerine. Biraz yorgunluktan, biraz şaraptan, ortamdan, gürültüden iyice söylenenlerin ucunu bıraktım.

Sustu. Kısık göz kapaklarının ardından baktı. Yorgunluk akıyordu bedeninin her zerresinden. “Derine daldık galiba?”, dedi. Dördüncü şişenin dibindeki kırmızılığı bardaklara boşalttı. İçip kalktık.

Yağmur kesilmişti. Limana inen yol aydınlıktı. Kıyıdan esen hafif rüzgâr, denizin kokusuyla, birkaç uykusu kaçmış martının çığlıklarını kamyon kasasından bozma meyhaneye doğru savuruyordu. Dışarıda su birikintilerinde dalgalanan soluk, parça parça bir ay vardı. Dışarıya taşan, ud’lu, cümbüş’lü, klarnetli, bir meyhane şarkısını ardımızda bırakıp, limana indik.

Bu masalar boş kalmaz, gidenin yeri dolar.
Vazolar değişmez hiç, yalnız çiçekler solar.
Yalnızlık allahındır, her canlı bir eş arar.
Taşın kalbi yoksa da, onu da yosun sarar.

ŞİİR:
Ömer Hayyam.Dörtlükler.Çeviri.Sabahattin Eyüboğlu.İş Bank Yay.

Kategori:

Re: Meyhane (Kardeşim Deniz 3)

Kardeşim Deniz'i kurgusuz bir roman gibi okumakta olduğumu fark ettim. Hep bir sonraki bölümde ne olacağını merak ederek...

""
Çiğsen başka yere git meyhaneye.

""
Çiğsen başka yere git eğlenmeye.
biçiminde olacak sanırım.

Bir de son dörtlüğüm Mevlânâ'ya ait olduğu bilgisini eklemek yararlı olabilir, diye düşünüyorum.


Re: Meyhane (Kardeşim Deniz 3)

Ben sondaki dörtülüğü bir şarkıdan aldım. Ali Seven'in "Bu Masalar Boş Kalmaz" adlı şarkısından. Şarkının iki dörtlüğünden bir dörtlük yaptım. Mevlana'ya ait olduğunu bilmiyordum.


Re: Meyhane (Kardeşim Deniz 3)

Esasında ben de emin değilim. İnternette öyle bir şeyler gördüm.


Re: Meyhane (Kardeşim Deniz 3)

""
"Hep bir sonraki bölümde ne olacağını merak ederek..."

Doğrusu bir sonraki bölüm çoğunlukla sadece başlık olarak belirlendi. Genel bir çerçevede, sadece o bir hafta var aklımda, tuhaf ve etkileyici bir hafta...

"Meyhane" yazılmadan önce, sadece, gürültülü, sigara dumanından gözün gözü görmediği,kapalı kamyon kasasından bozma bir yerde, ağlamaklı meyhane şarkılarının eşliğinde içtiğimiz dört şişe şarap vardı.

Bakalım. Gerisi neler getirecek.


Re: Meyhane (Kardeşim Deniz 3)

Ben de eren gibi merakla okuyorum. Bu yolculuğu, öncesini, getireceklerini bildiğim için sanırım bu kadar ilgiliyim. Gezmenin ne kadar büyük bir değişiklik olduğunu hep bildim, tabi gören gözlerle gezmenin.