UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Oduncular (Çadır 6)

04 Eyl 2013
Mehmet Sürücü

Tepenin üstünden sini gibi bir ay yükseliyor. Zeytinlerden, eriğin koyu dallarından fark etmemişim doğuşunu. Gün gibi olmasa da, aydınlık ortalık. Feneri söndürüyorum. Tarlanın kapısını açıp, çıkıyorum. Yolun loş karaltısına gölgem düşüyor. Önüm sıra kayıp gidiyor. Her yandan bir şeyin, bir şey söylemeyen sesi geliyor; Gecenin sesi. Dere bir çağıltı tutturmuş türkü ayarında. Ne yanda öttüğü seçilemeyen baykuş, rüzgârda hışırdayan yapraklar, aşağılardaki dalgalı deniz, ağıldaki keçinin boynundaki arada bir tıngıldayan çan, köpek ulumasının ayarttığı, bir tepenin arkasında kesik kesik pavulayan çakal, kurbağalar, cırcırböcekleri, çınarın dalları kendi seslerini geceye katmış, kendilerini feshedip geceden olmuşlar. Bana dinlemek düşüyor.

yol
Bir süre dereye eşlik eden yol, ileride beton bir köprüyle üzerinden aşıp, tepeye doğru uzuyor. Dere yatağı yüksek çınarların koyu karanlığında ürkütücü görünüyor. Kimi yerlerde her nasılsa dalların aralarından sıyrılıp suyun üzerine düşen ayışığı suyun akışıyla parıldayıp dalgalanıyor. Bazen hafifçe sallanan dalların arasından bir yol bulan bir tutam ışık, kimi derenin kıyısındaki birkaç çakıl taşına, kimi yıkılmış, kuru bir kütüğe, kimi zaman da eğreltiotlarının, çalıların üzerine dökülüp, bir anlığına düştüğü yeri aydınlatıp, dalın salınışıyla parıldayıp sönüyor.

Köprüyü geçip biraz yürüdükten sonra ayrılan yola sapıyorum. Yol daralıp, hafif dikeliyor. Birkaç kişinin anca sarabileceği kalınlıkta çınar gövdeleri yolun yanlarında başka bir dünyadanmış gibi karanlığın içine doğru yükseliyorlar. Hafif esintide titreşen yaprakların sesleri, bilinmez bir dilin geceyle söyleşmesi gibi.

Biraz yürüdükten sonra ışıklarını görüyorum. Uzaktan bir köpek havlaması karşılıyor beni. Kalın davudi bir ses, Raki! Otur oğlum, deyince, bir iki gıykladıktan sonra kesiliyor. Yolun iki yanı boyunca inceli kalınlı odunlar istiflenmiş. İleriden dalgalı bir aydınlık yayılıyor. Kesik kesik, parça parça ağaçların, yolun, odun yığınlarının üzerinde eğleşiyor ışık demetleri. Biri yan yatmış, büyük iki mavi bidon, yanındaki çelik varil, üzerindeki dala asılmış, sarkan motorlu testerelerin kopuk kesici zincirleri, karanlıkta görünüp yitiyorlar. Yaklaştıkça ses de ışık da artıyor.

yer
Kaldıkları geniş alanın üç yanı istiflenmiş odunlarla çevrelenmiş. Oturdukları masanın ilerisinde dev bir çadır karaltısı görünüyor. Kenardaki traktörün arkasına doğru uzattıkları kalınca sırığın ucundaki ampulden sarı, çiğ bir ışık yayılıyor. Traktör de öyle bildiğimiz traktörlerden değil, ilginç bir şey. Önüne arkasına kalın köşebent demirlerden kesilip kaynatılarak koca iki odun taşıma kafesi uydurulmuş. Arkadaki kafes daha geniş. Traktörün hidrolik sisteminden yararlanarak, yanlara iki havalı piston konmuş, olmuş “damperli” bir traktör. Kesip kafese istifledikleri kalınlı inceli odunları, bir manivelayı hareket ettirerek yükleyip boşaltabiliyorlar. Büyük kolaylık.

Tüm yüzler bana döndü. Kalın kütüklerden biçilerek çakılmış geniş bir masanın etrafında üç kişi var. Birisi de ocağın yanında, elinde her yanı kararmış tavada cızırtılarla bir şeyler pişiriyor. Ateşin yalımları geziniyor üzerlerinde. Karanlıkta, sadece yirmilerine yakın gencin yaşını tahmin edebiliyorum. Diğerlerinin, kızıllıkların gezindiği, uzamış tıraşlarının kararttığı yüzlerinden yaşlarını anlamak olanaksız.

ateş
Selam veriyorum. Ortalığa, nesne, hedef gözetmeyen bir selam bu. Mekâna, tahta masaya, ateşe, ateşin üzerindeki kararmış demliğe, tavaya, çınarın dibine pusup, çenesini öne uzattığı iki ayağının üzerine dayamış, gözlerinde ateşin alevlerinin parıldadığı köpeğe, bıyığının bir kenarı çayla ıslak, yüzü günlerce tıraşsız oduncuya, kesik kesik geceyi kemiren cırcır böceğine bir selam…

Taşların üzerine ustaca yerleştirilmiş dökme demir maşinga üstüyle kullanışlı bir ocak yapmışlar. Üstünde kararmış koca bir güğümle, ondan öte kararmış demlik var. Ateş gür, kaygısız, geveze. Ne olacak, odun derdi mi var? Her yan odun. Çak kibriti; ateş olsun.

Gel abi, otur, diyor Nizam. Kirli bir çaputa sarılı elinde çayı dibine ermiş bir bardak tutuyor. Yüzünün kırışıklıklarında, dudak kenarlarında, gözlerinde, bıyıklarında, haftalarca jilet görmemiş sakalında odun talaşları, yolların tozu toprağı. Yorulmuş. Öyle bakıyor. Masanın bir yanına oturuyorum. Eski bir gazete serilmiş üzerine, ekmekler dilimlenmeden dağılmış, derince bir kaba birkaç mor soğanla domates dilimlenmiş. Plastik bir damacana yarısına kadar su dolu, dibinde birkaç bardak.


Ocaktaki tava geldi. Tepeleme kızarmış patates. Her yana yayıldı kokusu. Ortadaki geniş tepsiye döküldü. Tavadan çıtırdayan kızgın yağ zerrecikleriyle gözlerden açlık saçıldı ortalığa. İnsanlar bir anda ellerinde çatallar, somundan koparılmış sabırsız bir dilimle iliştiler etrafına. Kimse kimseye, buyur demedi. Hepsinin kolu aynı anda, aynı yere uzanırken, köpekten sessiz bir gıyıltı düştü sofranın sağır yerlerine. Abi buyur, dedi dolu ağızla. Toktum. Hızlı, aceleci, aç ellerde, dolu gelip boş gitti bir süre çatallar, kaşıklar. Dişlerin çiğnmeme, koparma seslerine, tavaya, tabağa, bardağa çarpan nesnelerin sesleri karıştı. Gece, gecenin sesleri bekliyordu bir yanda şimdilik. Çatalların hareketleri ağırlaşırken, tepsinin de dibine saçılmış birkaç patates kaldı öylece, sahipsiz, talepsiz. Biri geğirdi. Biri ağzının kenarındaki yağları bir gazete parçasıyla sildi, birisi durup öylece bekledi. O, tokluğun en üst makamında, sessiz, çıtı çıkmadan öylecene hareketsiz bekledi. Ben baktım sadece, her şeye.

dem
Demliğin kendinden kara bir çay döküldü ince belli bardaklara. Çok değil, herkesin kendi dem yerine kadar. Üzerini meşe odunuyla kaynamış Eğridere suyu tamladı. Somurarak çekildi ilk yudumlar. İçenler ardına dolu bir sigara dumanı ekledi. İçmeyenlerin dili şavkıdı damakla ağzın restgele yanlarında kalan son tatları toparlamak için. Tatlı bir acılıkla geldi keyif. Yavaşça değişti bir şeyler. Bedenler uzadı, hareketler ağırladı, bakışlar daha karanlık yerlere takıldı, orada kalmadı. Tokluk, o uyuşturan, tembelleştiren ağırlığıyla gezindi demli çay kokularının arasında. Çatallar, kaşıklar, ekmek kırıkları, kırıntılar, tavanın, tepsinin içindeki yağ damlacıkları, dişlenip bırakılmış bir parça soğan, tabağın dibindeki domates çekirdekleri, ıslaklık zamanda asılı kaldı bir süre. Unutulmadı; Her şey bir yana bırakıldı.

sargı
Elindeki kirli sargıya baktığımı fark etti. Destere çalışırken kaydı abi, dedi. Oluyor arada böyle. Ufak şey bunlar. Haftalarca elimizin sarılı olduğu oluyor. Dağ başı burası. Öyle her akan kanda ilaç, merhem, olmuyor abi. İş var. İş beklemiyor. Sabah günden, güneşten önce kalkılır burada, akşamdan hazır azık torbaları atılır omuzlara, derenin buz gibi suyundan, yarım avuç sular çalınır yüzlere, bir göz bakarken bir göz uyur, aklın yarısı yol boyundaki kütüğe çalıya ilişirken, diğer yarısı yoktur ortalarda. Yolun, gidişin tozu bir yanımıza sıvanırken, bir yanımız tozsuz, topraksız, derin uykularda, yorganın altındadır hep. Bir yan yanar, bir yan boran buz. Yarımdır her şey. Yarılarak tamamlanır. Pek ayar tutmasa da, günde üç dört ster odun yapıyoruz. Barçina’nın Eğridere’ye bakan yamaçlarından kesiyoruz. Traktörü yangın yollarından, mahtaya yakın bir yere kadar götürüyoruz. Ötesi yürüyerek tabi ki. Dayı, kesicidir, elinde motorlu destere, mıntıkadaki belirli bir şeride düşen odunları dibinden keser. Kalın, yüksek ağaçlar değil bunlar. Genelde, davulga, kayın, gürgen, zelenika, kurumeşe keseriz. Nihat budaklarını düzler, Hayati ile ikimiz de kızağa yükler, traktöre kadar çekeriz. Sonra değişiriz, başka biri keser, biri budakçıyken diğerleri kızakçı olur. İnsanın kafası şişer motorlu desterenin sesinden. Bir iki alışılır sonra. Bir şey duymaz olur insan. Bu uzun yaz günlerinde bile nasıl akşam olduğunu anlamayız. Kışın zor olur tabi ki. Yağmuru, çamuru, soğuğu, karı. Ama çaresi yoktur. Hep birkaç gün sonraya yetişecek bi sipariş olur. Gelir çift dingil, koca bir kamyon. Tepeleme odunla dolar. Gider. Bir saat kadar önce geldik. Odunları indir, istifle, o, bu, ateş yemek derken karanlığa kalıyoruz. Yemek, bulaşık derken, bedenler artık bizi taşımaz oluyor. Uzanıyoruz yataklara. Hani derler ya, yattığımız yeri bilmeden uyuyoruz. Deliksiz, kesintisiz. Sabaha kadar. Top atsan kim duyacak.

Bardaklar hiç boş kalmıyor. Çaylar biteviye tazeleniyor. Sigaralar ardı ardına ekleniyor. Bir yudum aldım çayımdan. Ateşin koyu korlarından kıvılcımlar saçıldı karanlığa. Söndüler menzilden çıkıştan saniyeler sonra. Duyulabilecek uzaklardan bir baykuş, UuHhuUU, dedi, sözünün gerisi açık kaldı. İzin istedim. Kalktım. Yarım diz kırımı kıpırdanışlarla uğurlandım. Ateşin yalımlarına sırtımı dönüp, yürüdüm.

ateşböcekleri
Çadırıma döndüm. Kenarındaki kilime çöktüm. Yorgundum. Yorgun muydum? O an fark ettim; her yan, çadırın etrafı, erik ağacının kuytu, karanlık köşeleri, uçuşan ateşböcekleriyle sarılıydı. En son çocukluğumda görmüştüm böylesi uçuşan bir aydınlık. Yıllar öncenin, geçmişin çoban ateşlerinin hayaletlerine baktım bir zaman. Korktum.

Çadırıma girip, fermuarı çektim. Yatağıma uzandım. Uykuyu bekledim.

Kategori: