UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Günlük 1 (Çadır 7)

08 Eyl 2013
Mehmet Sürücü

sabah
Hava, aydınlanıyor. Çadırın bezi beton değil, duvar hiç değil, sabahın aydınlığı davet beklemeden doluveriyor içeri. Sabaha yakın, baykuşlar, cırcırböcekleri, rüzgârdaki yaprakların hışırtısı, köpekler, bazen deniz, olacak şey değil ama dere bile, kısaca gecenin tüm sesleri artık susmuş oluyor. Sırası gelince, ince ötüşlü bülbüller bir biri ardına uyanıyor dere boylarında, zeytinliklerin aralarında. Gecenin eşlikçileri, ağaran günle birlikte susup, sabahın seslerini dinliyorlar. Onun da kendi sesleri var. Biliyorum, yaşadım çünkü. Hatta daha da tuhafı, çoğu zaman bu seslere otların üzerindeki kırağının, çiğ tanelerinin, ortalığa davetsiz, nereden indiği belli olmayan sisin, zeytin ağaçlarının küskün yeşilinin, tepenin ardından göz veren acelesiz güneşin, derenin üzerinde sürüklenen bir dal parçasının, bir an akmayıp, duran bir parça beyaz bulutun, kuru yaprağın da katıldığı oluyor.

Bir kalıp sabun alıp dereye iniyorum. Elimi yüzümü yıkıyorum avuç dolusu suyla. Serin suyun içinde bir süre gezinmekten alamıyorum kendimi. Ayaklarımın dibinde balıklar ürküp, derinlere kaçışıyor. Derenin dibindeki bastığım kaygan taşlar daha da serin. Ayak tabanlarımdan, yukarılara doğru yükseliyor serinleme duygusu. Dereden taze su doldurup, çadıra dönüyorum.

Güneş doğmadı daha. Saatin kaç olduğunu bilmiyorum. Merak da etmiyorum. Zamanın nerelerde olduğunu bilmek yetiyor, kesin bir zaman bilgisine gerek duymuyorum çoğunlukla. Kahvaltı yapmak için daha erken. Dünden hazırladığım odunların altındaki ince pirenlere yanan kibriti yaklaştırınca birden harlıyorlar. Alev pirenleri sarıp, üzerindeki ince dalları tutuşturuyor. Daldan dala atlayan bir yalım, bütün onunlara yayılıyor. Tutuşurken yoğunlaşan duman öbekleri incelip, ateşin üzerinde bir ısı dalgalanmasına dönüşüyor. Keskin bir duman ve odun kokusu yayılıyor etrafa. Davulga yanarken hoş bir koku yayıyor. Tencereye su doldurup ateşin üzerine oturtuyorum.

Kilime uzanıp kalıyorum bir süre. Elim kitaba ermiyor. Okumak istemiyorum. Deredeki, yamaçtaki kuş ötüşleri çoğalmış. Kaynayan tencereden taşan suyun söndürdüğü ateşin sesiyle dalgınlığımdan sıyrılıyorum. Altındaki alevlerle yanan odunları çektikten sonra, tencereyi bir çaput parçasıyla ocaktan indiriyorum. Kaynar suyu termosa döküyorum. Sıcak bir buhar yalıyor yüzümü. Termosu ağzına kadar dolduruyorum. Bardağa birkaç kaşık suda eriyen kahve koyup üzerine su ekliyorum. Yudumluyorum. İyi geliyor tadı. Artık gün boyu, istediğim an kahve içebilirim, bolca sıcak suyum var.

Ortalık an be an ağarırken, deniz tarafından usul usul keçi çanları tıngırdamaya başlıyor. Kalın sesli bir köpek, birkaç kez Hhuulf’luyor. Kahvaltı zamanı. Bir şeyler hazırlamak gerek. Midemde bir yerler, acıktığını söylüyor. Peynir, ekmek, zeytin, atıştırıyorum bir şeyler. Kahvaltı yaparkan, keçiler bozuk düzen, yolun kıyısındaki otların başında otlaya oyalana akışıp gidiyorlar. Çobanın bağırtısı geliyor arada bir; “Eeey! Eeey! Eeey!, Prrııısss! Prrııısss! Prrııısss!, Tik’ Tik! Tik!, Eeey! Eeey! Eeey!!, Prrııısss! Prrııısss! Prrııısss!”

öğlen

Sıcak. Gölgenin bir adım ötesi yanıyor. Edip okuyorum. Ağustos böceklerinin arasız, duraksız, ortalığı dev bir konser salonuna döndüren sesleri artarak yükseliyor. Gün boyunca kesilmeyen bu sesler bir tür, “kendi aralarındaki dayanıklılık yarışı” mı acaba? Çocukluğumda, tarlada ölü, kurumuş, sadece saydam bir kabuk kalmış ağustosböcekleri bulduğumda annem, Susmamaktan bu hali, cırlaya cırlaya susuz kalmış, çatlamış, derdi. Belki daha o zamanlar, saydam, kurumuş bir böcek bedeninin tel tel örülmüş kafesine bakıp, susmamanın, fazla konuşmanın, gereksiz sesin iyi bir şey olmadığını belledi bir yanım. Yoksa bu arasız ses, fizyolojik bir gereksinim, bir tür cinsel çekicilik aracı, düşmandan korunmanın bir yöntemi mi? Kimbilir.

Öğlen yemeğini bir domates, yarım salatalık, birkaç zeytinle geçiştiriyorum. Acıkır gibi olduğumda termosumdan sıcak su doldurup, koyu bir kahve daha yapıyorum. Katlanır sandalye birkaç kat açıldığında şezlong oluyor. Gölgenin en koyusuna çekip, karıştıra karıştıra okuyorum; biraz şiir(Edip’ten), biraz öykü(Füruzan’dan, Edgü’den), biraz oradan, biraz buradan. Yer değiştiren güneşle uzandığım yer ışık almaya başlarsa yerimi değiştiriyorum. Okurken, uzaklardan, nereden geldiği belirsiz çan sesleriyle okumam bölünüyor. Beni rahatlatıyor o hafif vuruşları. Huzur veriyor. Okumam hep bir zaman sonra, serin gölge, hafif esintinin de etkisiyle; uyuklamanın o, anımsamanın bittiği eşiğine oradan da ötesindeki uykunun sisli bölgelerine uzanıyor. Gün boyu aralıklarla tekrarlanıyor bu.

Zamanı, saatin kaç olduğunu, bilmiyorum. Güneşin konumundan yaklaşık bir zaman kestirmeye çalışıyorum. Sonra umursamıyorum. Nasıl olsa karanlık geleceğini çok önceden haber veriyor. Bazen, rüzgarın şiddetiyle azalıp çoğalan çınar ağaçlarının sesleri, bezen gevşeyen elimin arasından kayıp düşen kitap, çıplak tenime konan sineklerin ısırıkları uyandırıyor beni. Tanımayan, nerede, hangi zamanda olduğunu bilmez gözlerle bakıyorum zeytin dallarının süzgün yeşiline. Ağustosböceklerinin arsız, arasız sesleri uzaklardan gelen dalga seslerine karışıyor. Zeytinin süzgün yeşilinden, dalların aralarına oradan boşluğa kayıyor bakışlarım. Hiçbir şey düşünmüyorum. Işık huzmeleri, erik dallarının, yaprakların arasından süzülüp, yüzüme, önümdeki kitaba düşüyor. Hafif esen rüzgârla sallanan dalların, yaprakların arasından süzülen ışık defalarca parıldayıp sönüyor. Işık şeritleri oynaşırken, beyaz sayfaların üzerinde dalgalı hipnotize edici desenler geziniyor. Çan sesleri kah yakınlaşırken, kah ıraklaşıyor. Erğin dalına ufacık bir kuş konuyor. Ardından bir diğeri. Elimi uzatsam tutacağım yerde. Benden ürkmüyorlar. Hareketsiz kaldığım sürece. Havalanıyorlar. Havalandıkları dal bir iki sallanırken, arasından ince, sararıp kurumuş küçük bir yaprak, kitabımın arasına düşüyor. Anlıyorum. Uyku gelmiş. Dal aralarından ayraçlar atıyor anlarıma. Ben neyim ki direneyim ona. Kitabı kapatıyorum. Geldiğini fark edemiyorum.

ikindi
Dere kıyısında, çınarların koyu gölgeli diplerinde yürüyorum. Gamle tepesinden doğan dereye, Eğridere düzlüklerinde başlayan asırlık çınar ağaçlarının eşliği, denizin kıyısına kadar sürüyor. Göz alabildiğince yükselen, boyları kırk, elli metreyi bulan ağaçlar. Dipleri, geçmişte yakılan ateşlerin dağılmış korları, isli ocak taşları, ortalığa dağılmış, tozlu naylon parçaları, plastik şişeler, poşetler, sarılı turunculu tavuk, köfte ambalajı kapları, boş su, kola, bira şişeleriyle dolmuş. Yağ tenekeleri, aliminyum bira, meyva suyu kutuları rastgele atılmış her yana. Ateş yakılıp, piknik yapılan çınarlardan, geçmiş talanlarının izi, imzası; pis, paslı bir tel ızgara sallanıyor. Bak, biz buradaydık, Burası bir anlamda artık bizim işgalimizde, dercesine. Yürürken ayak basacak yer bulmakta zorlanıyorum. Toprak görünmüyor atıklardan, pislikten. Bir anda keyfim kaçıyor.

Denize inen yola çıkıp, öğle güneşinin altında, hızlı hızlı yürüyüp, deniz kıyısına doğru yürüyorum. Yolun kıyısındaki geniş çayırlıkta, uzun bir iple ayağından bağlanmış, kaburgaları sayılan, zayıf, çelimsiz bir at görüyorum. Gözlerinin etrafına sinekler üşüşmüş, halsiz, kuyruğunu sallamaya dermanı yok gibi bir duruyor. Önündeki büyükçe plastik bir kabın dibinde, tozlu, pis bir su var. Belli ki susamış hayvan. Kabı alıp dere kıyısına iniyorum. Yıkayıp, taşıyabileceğim kadar doldurup, yerine oturtuyorum. Kabın yanından bir parça uzaklaştığımda, başına gidip eğiliyor, kana kana su içiyor. Onun su içişini izlemek hoşuma gidiyor. Bir iki söz sözleyip, sevmek istiyorum, yaklaşınca ürküyor. Huysuzlanıyor. Geri geri çekiliyor. Vaz geçiyorum sevmekten. Yanından ayrılıp, rahat bırakıyorum.

Yolda yürürken, yanımdan her yanı toza boğan bir motorsikletli grup geçiyor. Neşeliler. Çığlık atıyorlar, saçları rüzğarda uçuşuyor. Biri ardına doğru bir şey atıyor. Bakıyorum, bir enerji veren içecek kutusu. Eğriderenin çok eski müdavimlerinden, ömrü çobanlıkla geçmiş, dedem Asankya geliyor aklıma. O olsaydı şimdi ne yapardı, diye düşünüyorum. Sağ olsaydı, böyle bir şeyi görseydi? Önce ana avrat söverdi herhalde. Belki arkasına en iri, en hırslı, en sinirli köpeğini takardı. Belki buna gererk bile kalmaz, burada yabancı, buradan olmayanı bilen, tanıyan köpek kendiliğinden hırlayarak, havlayarak atılır, onları yorulana kadar kovalardı. O da arkasından, kilometrelerce ötelerden duyulan, öykülere konu ıslığını koyverirdi belki; Ffiiiiiyuuuvvv! Fiiiiiiiiiiiyuuv! Ffiiiiiiiiyuuv! Islıktan daha bir cesaretlenen köpek olur a; tekrar döner, takılırdı bu gürültülü canavarların peşine. Koşa koşa yolulunca, Eğridere sırtındaki yokuşun bir yerinde bırakır, dönerdi.

Ağustosböceklerinin sesleri, denize yaklaştıkça kesilir gibi oluyor. Birkaç martı eğleşiyor çınarların üzerinde. Sahildeki kumsala iniyorum. Deniz durgun. Kıyıya vurmuş bir tahta parçasına oturuyorum. Denizin kenarı daha serin. Hafif bir esinti, durgun yüzeyi tüllendiriyor. Bir yeri durgun, kıpırtısızken, hemen bir metre ötesinde bir yer ince ince, testere dişi sivriliğinde kabaran minicik dalgalarla harmanlanıyor. Bir grup martı, kendilerini kıpırtısız denize bırakmışlar, yüzeyin bazen nükseden küçük dalgalanmalarda bile kıpırdamadan, meditasyona dalar gibi hareketsiz duruyorlar. Kıyıya hafif hafif, tembelce serilen dalgacıklar, anlamı bilinmeyen derin bir ritüelin tekrar gibi, oval, pürüssüz çakıltaşlarının, kumların üzerine serilip, geriye çekiliyorlar. Dalga geri çekilirken, ardında bir anlığına üzerinde güneş ışığının parıldadığı ıslak çakıl taşlarını bırakıyor. Denizin çok ötelerinden geçen bir yelkenli, dünyanın hep kara olmadığını, daha çoğunun su olduğunu ufka yazan bir divit gibi, soluk, maviye karışmış ve usulca bir çizgide akıp gidiyor. Gökyüzü bulutsuz, ufukta denizle bir örnek giyinen ikizler gibiler.

Sahil pislik içerisinde. O yüzden yanıma, sağıma soluma bakmaktansa, gözlerimi hep uzaklara, ufka çevirmek istiyorum. Boydan boya kumsal, denizin çıkardığı atıklarla kaplanmış. Patlamış plastik bir top, saydamlığını yitirmiş patlak bir prezervatif, camı kırık, kayışları olmayan bir kol saati, bir sürü plastik çakmak, lime lime olmuş bir okul çantası, telleri eğilmiş, birbirine geçmiş sapsız kırık bir şemsiye, plastik balık kasaları, kırmızı bir bigudi, ucu paslanmış enjektörler, bir röntgen filmi, boş oje şişeleri, ruj tüpleri, plastik deterjan, şampuan kutuları, plastik su bidonları, kocaman bir varil, boy boy, çeşit çeşit plastik şişeler, ambalaj köpüğü kırıkları, prefabrik yapı kırıntıları; son yıllarda insanların taptığı, müridi olduğu Pislik Peygamberi’nin bir düzen gözetmeden, rastgele oraya buraya serpiştirdiği verimli bir tarlanın hiç tükenmeyen ürünlerinin kaotik teşhir standı gibi. Tabi ki, bunda sadece Pislik Peygamberi’nin etkisi yok. Yine son yıllarda insanların daha bir inançla bağlandığı, Boşverbişeyolmaz, Benneyapabilirimki, Dünyabüyükdenizlergeniş gibi guruların telkinleri de bu estetik görüntünün oluşumuna katkıda bulunuyorlar. Onların da telkinleriyle daha bir huzura kavuşan insanlar bu başarılı üretime ellerinden gelenin fazlasını göstererek, iyi niyetle katkıda bulunuyorlar.

Kitabımı açıp, okumayı deniyorum. Gitmiyor. Sözcükler yazılı oldukları beyaz sayfadan havalanıp, bana kadar ulaşamadan ağırlaşıp, geri, yükseldikleri satırlara dökülüyorlar. Zorlamaya gerek yok. Kapatıyorum.

Biraz daha kıyıda oturup mayomu giyiyorum. Kendimi serin suya bırakıyorum. Bir anda serin suyun verdiği haz yayılıyor bedenimin her yanına. Rastgele kulaç atıyorum. Yüzmek keyifli. Biraz daha yüzdükten sonra, kıyıdaki kayaların arasından midye toplamayı deniyorum. Birkaç kez dalıp, sıkı sıkı yapıktıkları sert yüzeyden koparmaya çalışıyorum. Soluğum kesilir gibi olunca yüzeye çıkıp nefes alıp, tekrar dalıyorum. Zor da olsa, akşam yemeğine yetecek kadar midye topluyorum. Midyeleri koparmaya çalışırken, sol ayağımla sağ elime, aralarındaki denizkestaneleri, batıyor. Midye toplamayı bırakıp, kıyıya dönüyorum.

Atıkların arasında, büyükçe bir yağ tenekesi bulup, midyeleri bir torbaya koyup, sahilden ayrılıyorum. Adım attıkça ayağımdaki dikenler acıtıyor. Ata yaklaşırken daha uzaktan görüp, kişneyerek selam veriyor. Kabına bakıyorum, yeterince su var içerisinde. Geçip gidiyorum.

Kategori: