UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

14 Oca 2010
Barış Acar

Eren'in Kemal Bilbaşar öyküsüne nazire denemesi aklıma yeni bir atölye çalışması fikri getirdi. Belki bizde yarım kalmış kimi öykü girizgâhları başka bir yazar tarafından yazılmayı bekliyordur.

Bir iki cümlelik de olsa başlanmış, yarım bırakılmış ya da tamamlanmayı bekleyen öykü parçalarını buraya not alırsak, kimbilir, faydası dokunabilir.

Kategori:

Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Çardağın üst merteğinin kahve duvarıyla birleştiği yere örülmekte olan yuvaya bir kırlangıç kondu. Gagasındaki bir parça çamurla kuru ot parçasını yuvadaki boşluğa sokuşturmaya çalışırken, çamur kırıntısı kayıp aşağıya düştü. Çarptığı yerde yassılıp dağıldı. Yanındaki mor soğan kabuğu rüzgârdan havalanıp, birkaç metre ötedeki asmanın kurumaya yüz tutan yaprakları arasına sıkıştı. Soğan kabuğunun sıkıştığı yerdeki suyu çekilmiş, kabuğu buruş buruş olan üzüm tanesinin üzerindeki yabanarısı ürküp uçtu. Tuğla örülü, sıvaları dökük bir bacanın yanından gökyüzüne yükseldi. Bir anda nereden çıktığı belirsiz bir kırlangıç, hızla dalışa geçip, havada zikzaklar çizerek uçan arıyı gagasıyla yakalayıverdi. Alçaldı, alçaldı. Çardağa sarılı asmanın yaprakları arasından süzülüp geçerken, titreşen asmanın yaprakları arasına sıkışan soğan kabuğu düştü. Kırlangıç yuvaya kondu. Akşam yiyeceğini yaş çamura bastırıp gömdü. Havalanıp, dere kıyısına, bir parça daha çamur ve kuru ot bulmaya giderken, ardındaki arının bir bölümü dışarıda kalan ayağı titreşip duruyordu.


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Naziredir:

""
ARI

Arı gördüm. Uçuyordu kırlangıcın ağzında. Havadaki ayağı titr...

Barış Acar


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Gagası olan hayvanlarda "ağız" sözcüğü biraz garipçe durmuyor mu?


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

gündöndü
Köy yerinde kolay büyümez küçük kızlar. Büyümekle işe koşulmak başka şeylerdir ama, bunu da ayrı tutmak gerek. Onlar hep birisinin soluk yamalı fistanlısı, sümüklü burunlusu kalır. Saliha çok uğraştı büyüdüğünü ispatlamak için, çoğusu bel fıtığı, kireçlemiş, romatizmalı bacakları sürüyerek tarlaya bayıra koşturan yaşlı kadinnelere. Ama hep ona kundağı sıkılı bebe gözüyle baktılar. O büyüdükçe, onu daha bir bebe gördüler sankim. Oturup oturup kocaçınarın altına, tarladan, fasulyadan, adamolmayan kocadan, kocaolmayan adamdan söz ederlerken, çıtlayıp çıtlayıp şalvarlarının dibine dağ gibi gündöndü kabukları yığdılar. Bir şeyler anlar gibi oldu Saliha. Bir sonrakine gözledi, kolladı, bir ikindi uyuşukluğuna kapılmış sürüyle kadinne, çıtdaçıtçıtdaçıt giderlerken, bikoşu bakkala gitti. Koca bir kesekağıdı gündöndü aldı. Bir piriket çekip, yanlarına sokuldu. Başladı o da çitçitçitçit, ayarı hızlıda dikiş makinası gibi. Yığıldı da yığıldı önü. Yan gözle baktılar buna; Yavu bu ne yapıyo böyle, der gibi. Bitince kesekağıdındaki çitlenecekler, kalktı. Ardından bakakaldılar iri gözlerle, şaşkın. Kadinnelerden biri eşeledi kabukları, Yavu bu aceleden içiyle tükürmüş yere gündöndüyü, deyip bastılar kahkahayı. Saliha bir sokak öteden duydu gülüşmeleri. Elbet bir yolu olmalı büyümenin, diye düşündü.


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Ben kazıklayıp, uçmasın diye uğraşırken havalanan, nereye gittiği meçhul Çadır'dan bir parça.

helva, simit
Gece yatsıdan sonra, geç vakit döndüler. Çocuk pencereden geldiklerini görünce, feneri kapıp, kapı önüne koştu. Adam katıra sarılı küfeyi çözerken, kadın karşı küfeye sırt verdi. Katır zeytin dolu küfe yere doğru inerken huysuzlandı. Küfe az daha sırtından kayıp, yanlıyordu ki, adam koşup, bir ucundan yakaladı. İpini çözüp yere indirdi. Mor, pembe zeytinler fenerin soluk ışığı altında daha koyu, daha kara görünüyordu. Semere asılı torbaları indirdiler. Ayaklarına kül rengi bir kedi dolandı. Adam küfeleri ahıra çekip, duvara yasladı. Üzerine keçi kılı, eski bir kilim örttü. Kadın torbaları omuzladı. Ardında çocuk, tahta merdiveni çıktılar. Gaz lambasını yakıp, feneri merdivenin başına bıraktı. Abdest alıp, yatsı namazını kıldı. Odaya girdiğinde çocuk hala torbaların başında, çömelmiş, sessizce oturuyordu. Mutfaktan sofralıkla örtüyü aldı. Örtüyü yere serip, üzerine sofralığı koydu. Adamın merdivendeki adımları duyuldu. İçeri girip, sobanın kenarına ilişti. Kadın torbadan yuvarlak bir “şeher ekmee” çıkardı. Sofralığın üzerine koydu. Ardından da sarılı büyükçe bir paket çıkardı. Özenle sarıldığı kağıtları açtı. “Tain Elvası” saman rengi bir ışıltıyla soyundu ortaya. Çocuğun gözleri irileşti. Ya simit? Ya simit? Kadınla adam birbirlerine baktılar.


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Onların, dünyanın başka bir köşesi, buralardaki insanlar üzerine kafa yoracaklarına yatmıyor aklım. Dertleri uzak dünyalar, başka yerler değil bana kalsa. Onların hali başka. Onlar, hiçbir kadının, akşam olunca kapıyı açıp, terliklerini ayaklarının dibine usulca bırakmayacağını bilmezler mi? Hoşgeldin Recep Bey, Şükrü Efendi demeyeceğini... Mutfaklarından bir kadının kavurduğu soğanın, balkondaki iplere asılı çamaşırlardan sabun kokusu gelmeyeceğini, kadınlarına sabahtan akşama ne de çok yorulduklarını, şu insanların ne kadar fenalaştıklarını, insanlıktan çıktıklarını anlatmayacaklarını bal gibi de bilirler. Kanıksadıkları, yaşadıkları bir dünyaları var. Bu derdikleri, çattıkları hayatta; hiçbir vakit hanımı, sesini alçaltarak, daha sessiz olmasını, yandaki odada çocuğun ders çalıştığını söylemeyecek, kadın bedeninin sıcaklığını bilmeyen, soğuk yataklarda uyanacaklar. Hiçbir zaman banyolarında, aynanın kenarında, salonda, mutfakta bir saç tokası unutulmayacak. Tarakların arasında kadın saçı telleri, süslü ibrişim taraklar, oyalı, gül işlemeli çemberler olmayacak. Bunların yerine, kenardan, kuytudan başlayıp, tüm her yanına pas lekeleri yayılmış çamaşır makineleri, makinenin yanlarında kirli gömlekler, iç fanilaları, apış araları pis kokulu külotlar, çamurlu, buruşuk pantolonlar, çoraplar olacak. Mutfakta yıkanmamış bulaşıklar, dibi birkaç çay tortulu, kenarları yapış yapış şeker sıvışık bardakları, boş demlik, bayatlamış ekmek dilimleri hiç eksik olmayacak. Evin her köşesine sinmiş, her daim evden biri gibi duran bir; kadınsız ev hali, kadın eli değmemişlik olacak. Öylece, nereye olursa, ardına bir kez bile dönüp bakmadan gitmelerin hayalini kurmayacaklar. Zaten hep bu gitme işini senelerin emektarı katırı, gri, mırıldayan sarmanı, ağıldaki kocamış iti bırakmaya getirmeyecek kadar temkinli olacak hayalleri. Ölçüsünde, kıvamında.

İki gündür uğraşıyorum şuncacık şeyle. şekilden şekle girdi. Önerisi, eleştirisi olan yok mudur?


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Bi Kola Daha!'dan bir parça:

“Hazırlan hemen. Traktörle alacam seni.”
“Ne oldu?”
“Dağevine çıkıyoruz. Teşkilat hazır. Birader orda zaten. Sen sadece biraz ekmek al. Kendine yetecek kadar. Gerisine lüzum yok. Bizim eve doğru gel.”
“Tamam da duştan yeni çıktım. Bekle bir on dakika da hazırlanayım.”

Gerekmeyeceğini bildiğim halde sırt çantama kitap defter kalem attım. El feneri, çakı, ekmek aldım. Anama Kenan’la yakadaki zeytinliğe gideceğimizi söyledim. Sakın içmeyesiniz, diye bağırdı ardımdan.
“Tamam! Merak etme sen. Yorulduk zaten. Çok durmam. Beni bekleme, yat sen.”

Derenin üstündeki tahta köprüden geçerken hep yaptığım gibi durup, sudaki balıklara baktım. Gölgemin suya düşüşüyle ürktüler. Saz ot aralarına kaçıştılar. Ufakların umurunda değil. Sürüyle titreşiyorlar akan suda. Derenin karşı yakasından bağırıyor bizimki.
“Hadi oğlum! Geç kaldık zaten.”

Çamurluğa oturuyorum. Marşa basıyor. Yarım marş, çalışıyor. Her yanı dökülüyor bu traktör demeye şahit ister’in. Motordan, çamurluklardan, arka çeki kollarından adı sanı duyulmamış gıcırtılar, sesler, takırtılar geliyor. O alışmış. Doğal dili bu, traktörün şivesi. Tekerlekler avare kasnak gibi dönüyor. Önden ince bir cıyırtı geliyor.
“İmansıza yeni taktım vantilatör kayışını. İki gün çalıştırdım. On defa attı kayışı. En sonunda gene eskisini taktım. Şimdilik gidiyor ya, bakalım.”

Dik bayırda, tekerler çukura tümseğe geldikçe çamurluk esniyor, sallanıyor. Koptu kopacak. Bekliyorum, bakalım ne zaman tangır tungur yuvarlanacağız yamaçtan aşağı. Bir yandan da sallantı sarsıntı iyice açtı eklem aralarımı. Bir uyuşukluk, uyku hali bastı. Toprak yol, köyün dibindeki dik tepeye doğru eğile büküle yükseliyor. Marmara Adası tarafında tatlı bir kızıllık. Gün batıyor. Denizin üzeri gri bir pus. Adanın karaltısının ardında kaybolmuş güneş.
“Bana bak, iyi tutun. Toplamayalım seni sonra arkadan. Az kaldı zaten. Vardık sayılır.” Mazot kokusu karışıyor pamukçuk, katırtırnağı, karabaşotu kokularına.


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Yeni bir takıntımdan;

"Zeytin zamanı hep böyleydik; süzgün, yorgun, bitik.

Sabahları aydınlanmak bilmeyen günler, öğlenden sonrasında ortalığı, zamanı değişken, erkenden çöken bir karanlığa bırakıyordu. Kalkıyorduk her yan karanlık, pus. Yürüyorduk sanki sabaha ermemiş gibiydi gece. Zeytinlikler çöküşmüş sis adacıkları arasında belirsiz. Ağaçların tepeleri hayal meyal, taneler dal yaprak aralarında kayıp. Yaşlılar, geçkinler gri bir karaltının dalları arasında, rastgele sallıyordu tırmıkları, olmayan zeytin tanelerine. Bilmeden komşunun rumlardan kalma, kocamış zeytinini toplayan Asan Efendi’den, Emin ağa’dan konuşulurdu."
......
Her gece, gecenin erken vakti yorgunluktan sızmışken biz, sokaklar üşümüş, havlamaya üşenen köpeklere terk, kahvehaneler bir iki uykusu kaçan, gözleri kanlanmış bir iki kişi dışında boştu. Masaların üzerinde bitmeden bırakılıp kalkılmış oyun kağıtları, yarısına kadar içilmiş çaylar, külü uzamış, dumanı ince ince tavana uzayan sigaralar.

"Tüm bacalar geceyarılarına kadar tütlerdi. Soğuktu. Gecenin geçelerinde en kalın odunlar bile küle dönmeye durduğunda, kimse kalkıp maşingalara bir odun atamazdı. Çekilirdi üzeri üzeri kalın yorganlar. Bir ıslıklı poyraz, bacadaki külü bile çeker, savururdu gökyüzünün koyusuna grisine.

O sıralar hep böyleydik; halsiz, takatsız, bezgin"
.....


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Her gün budamaya gittiği zeytinliğe kitap da götürmeye başlar. Bir gün birini, diğer gün birini alıp, budanmış zeytin, ot ve toprak kokulu, dizleri aşınmış pantolonunun arka cebine koyup koyup götürür. Çoğusu açıp iki sayfa okumaya zaman bile bulamayacağını bilir. Ama ne gam. Onları, o sabırsızlıkları günden güne artan, işi, dış kapakları tekmelemeye, yumruklamaya vardıran sayfaların aralarındakileri, kitaplarla birlikte alıp, koca yongalı, yaşlı bir zeytinin, bazen gencecik, uçarı, neşeli, geveze yapraklı bir defnenin, bazen yeni yeni dal uçlarından yaprak süren cevzin altına öylece atıverir.

Düştükleri yerde uzunca bir sessizlikle kalakalırlar önce. Genişleyen, yoğun, bulaşıcı bir sessizliktir bu. Yanlardan geçen birkaç karınca duraksar, birkaç metre üzerlerinden uçan arının bir kanadı tutukluk yapıp, uçuşu havada dalgalı sendeleyen dairelere dönüşür, dal arasındaki narbülbülünün, isketenin, ispinozun ötüşü kesiliverirken, kavağın dallarına konmuş saksağan, gagasındaki ışıltılı çakıl taşını düşürür, ağaçkakanın aralıksız takırtısı, sağa sola savrulan talaş yonga parçacıklarıyla birlikte katılaşıp, donuverir.

Şair usulca süzülür sayfaların arasından. O, zeytinin üzerinde, incediş testeresiyle dal keserken, belki baslan incecik dal parçasının, kırılırken çıkardığı sessiz çıtırtıdan, adım adım ezilen otlardan anlar farklı bir şeylerin olduğunu. Dalı kesmeyi bırakıp uzun uzun ortalığı dinler. Kulağına gelen her günkü seslerin, sessizliklerin üzerine başka bir şeyler daha varmış gibi gelir. Sonra bir anlığına, yaşlı bir zeytinin gölgesine karışan bir insan gölgesi görür gibi olur.

....................

Kapakları, sırtları, yaprak araları (artk onların sayfalarını gerçek rüzgarlar karıştırır çünkü) çeşit çeşit çiçek tozu, poleni, kokusu, sarhoş eden hava zerreciklerinin dokunuşuyla örtülürken, zeytinliğin, kavaklığın yanındaki yamaçlardan, tarlaların, zeytin ağaçlarının aralarından, ağaçkakanların tok takırtısına karışan, kısa, anlaşılmaz sohbet fısıltıları, neşe ve yaşam dolu kahkalar, dizelerle örülü upuzun sessizlikler gelir.(Bir geçmiş günde, Harfler, kitaplardaki satırlar en çok bir gün ses olmayı özlermiş, demişti.)

İşe dalmışken, yerdeki birkaç harf ilişir gözüne. Öylece başıboş, öylece anlamsız, uzanıvermiş. Güneşin ateşiyle dağılmış, yatıyorlardır. O tembelliğin, avareliğin uzadıkça uzayacağını, hiç bitmeyecek sandıkları bir anda, bir parmak belirir üzerlerinde. Bir parmak, iki parmak derken, parmaklar ele dönüşür. Sözcüklere bir iki fiske vurur parmak uçlarıyla. Dağılırlar her bir yana. Sonra görülmez, duyulmaz bir komut almışlar gibi, kaşla göz arasında, geniş bir yaprağın üzerine sıralanıp; bir sözcük olurlar, sözcükler dizeye doğru uzayıp...

O zaman anlar ki şair duramamış kitapta, sayfaların arasında. Buralarda bir yerde. Belki de bu budadığı ağacın dibinde. Daha dikkatle bakınır etrafa. Birkaç yerde dağınık, sahipsiz gölge kırıntıları görür. (Bir keresinde, baharda kırlarda dolaşmaya çıkan şairin gölgesi olur mu, diye düşündüydü.)

Kıyıdaki defnenin altında çıkarılmış bir çift ayakkabı ile yanlarına gelişigüzel fırlatılıp atılmış çorap ilişir gözüne.

- Torbada küçük bir çakı var. İstersen alıp bir dal parçası yontabilirsin. (Şairlerin ufak bir çakıyla dal yontma tutkusunu bilmeyen var mı?)
Biraz puslu, biraz şeffaf bir karaltı keçikılı torbayı açıp, içinden kemik saplı bir çakı çıkarır. Bir kütüğe ilişip, çakıyı açıp,...,

- Bugün şiir yok. Harfler kaçtı.