UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

14 Oca 2010
Barış Acar

Eren'in Kemal Bilbaşar öyküsüne nazire denemesi aklıma yeni bir atölye çalışması fikri getirdi. Belki bizde yarım kalmış kimi öykü girizgâhları başka bir yazar tarafından yazılmayı bekliyordur.

Bir iki cümlelik de olsa başlanmış, yarım bırakılmış ya da tamamlanmayı bekleyen öykü parçalarını buraya not alırsak, kimbilir, faydası dokunabilir.

Kategori:

Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Cüce'ye bir rakam verdiğimizde ne olur?


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

O hâlde numaralanmış bir sürü cüce çıkar karşımıza; bu durumda biri/teki/bütünü parçalamış mı oluyoruz peki?


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

bir robot cüce düşünmüştüm. çünkü numara verilmesi insana özgü bir şey değil. zaman zaman numaralarımız olsaydı nasıl olurdu diye düşünmeden yapamasam da...


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Bu düşünce benim de aklıma takılır kimi zaman. Fakat daha farklı bir biçimde. Devletin ve bürokrasinin gözünde bir 'kimlik numarası'ndan ibaret olmak gibi mesela.


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Bir girizgâhtan çok, aklıma takılan fakat bir türlü istediğim biçime sokamadığım küçük bir metnin denemesidir. Belki bir düşünce kalıntısından ibaret bile olabilir.

""
Papazın Korkusu
Şakaklarından ter akan bir papaz, sol eliyle tam ortasından açık bir İncil tutuyor. Avurtları çökmüş; ölçüsüzce, ürpererek yürüyor ve attığı her adımla biraz daha fazla bağırmaya çabalıyor ancak nafile! Papaz ürküyor; inancının sarsıldığını ve Yüce Tanrı'nın onu cezalandırmak için sesini kıstığını düşünerek gözlerinde cehennem alevleri, zincirlenmiş bir boğa gibi haykırıyor.

Fakat papaz bilmemektedir ki artık ne bir pazar ayininde, önünde gözyaşı döken o kalabalığa seslenmektedir ne de bir panayırda, etraftan gelip geçenlerin yüzüne çarpmaktadır sözleri. Papazın bu dil döküşleri, önündeki caddelerde, kentlerde ve ülkelerde yankılanmak için fazlasıyla cılız şimdi.


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

avlukapı veya duvardaki elek

Avlukapının tahta sürgüsünün ipini çekerim. Yorgun bir gıcırtıyla açılır. Perdenin arasından soluk bir gaz lambası ışığı vurur avludaki ıslak taşların üzerine.

Eşikte seslenirim;

Buvaa!?Buvaa?!

İçerinden soluk sesi gelir;

Eeey!

Âdeti değildir. Kapıyı açmaz. Açar, girerim. Daha kapıda içeriden o ritmik ses gelir;

“Tııd! Tııd! Tııd! Tıııııd!”

“Saat on dokuz. Teretehabermerkezinin hazıradığı ana haber bültenini sunuyoruz... Önce özetler...”

Saati belirleyen vuruşlar başlamadan çok öncesi başlamıştır koyu sessizlik.

Kapıyı kapatırken ince bir inilti gelir menteşeden. O sessizliğin içine sızı gibi düşer.

Onun için önemlidir ajans. Ciddi iştir. Kaç defalar, rahmetli mutfakta, tencerenin kapağını kapatır, ateşten indirdiği tavayı bir yerlere koyarken, kaşıklıktan aldığı kaşığı daha dikkatli, daha usulca almaya çalışırken düşürüp gürültü olurdu da, onun o, önemli ajansın başlamasını bekleyen yüzü bir an dalgalanıp, kızgınlık taşımayan bir sesle, Yavaş, Ay ol!(1) Yavaş!, diye çıkışırdı.

Duvardaki tahta raftadır radyosu. Dibindeki mindere çömelmiştir. O, hayati önemi olan vuruşlar başlayınca, gömleğinin kolunu hafifçe çeker, bileğindeki saatine bakar. Gerekliyse ayarlar. Başını hafifçe tavana doğru kaldırıp, küçük, ince tırtıklı kurma kolunu ileri geri çevirerek zembereğini kurar. Tüm bunlar gözlerindeki o bulanık dalgınlıkla acansı dinlemesini etkilemez.

“Milli Güvenlik Konseyi’nin aldığı, 7896 no’lu karar gereğince, gece sokağa çıkma yasağını ihlal suçlarından yargılanan 214 sanık, ....”

Çinko kabı maşinganın fazla sıcak olmayan kenarına bırakırım. Rüzgâr karşı viranelikteki incir ağacının dalları arasından uğuldar. Ateşi geçkin, odunu yanmışsa, irisinden, kolayca yanıp bitmeyecek birisini har hanesine atar, kapağını, havalandırma sürgüsünü kaparım. Dışarıdan birkaç yaş odun alır, merdiven altındaki küçük aralığa koyarım. Cama çarpan yağmur damlalarının sesi kesilir. Maşingadan uzak bir minderde bir şey demeden az oturur, hayırlı geceler dileyip, kalkar çıkarım. Hava kara çevirir.

Birazdan biten ajansın ardından radyoyu kapatacak, tahta bir sofralığın üzerine koyduğu kalaysız bakır sinide birkaç kaşık yemek, bir iki lokma ekmek atıştıracak, abdest alıp dizleri sızlaya sızlaya yatsı namazını kılacak. Belki yüklükteki menteşeleri, kilit halkaları paslı, boyası dökük çeyiz sandığına, çiviye asılı un eleğine, belki de mutfaktaki çanaklıkta dizili, ne zaman en son yıkandıkları belirsiz tozlu tabaklara, kaşıklara uzun uzun bakacak.

Yatmadan önce lambanın şişesinin üstüne elini siper edip üfleyip söndürecek.

(1) Ay ol! ; Eşlerin birbirine seslenişleri.


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Akşam saatleriydi. Yorucu bir günün ardından kendilerini evlerine ulaştırmaya çabalayanlar, okuldan dönen öğrenciler onları taşıyan araçlar, zaten yeterince gürültülü olan kenti bağırışlarıyla biraz daha yaşanmaz hale getiren sokak satıcıları ile daha yüzlercesi telaşla koşturuyorlardı.
Mart ayazı ilk anda fark ettirmese de, sokakta uzun süre kalındığında,hasta edecek türdendi.
Caddenin kenarındaki kaldırım dibinde bir adam ve elinden tuttuğu küçük çocuk, hızlı hızlı yürüyorlardı.
Uzaktan bakıldığında palto giymiş “yürüyen bir dal” gibi görünüyordu adam. Elinden tuttuğu çocuk ise sırtındaki kocaman çantasının altında kaybolmuş, "soru soran ve konuşan bir çantaya" benziyordu.
Yürüyen dal ve konuşan çanta her ayın ilk cuma akşamı buluşarak hasret giderirlerdi.


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Uzun günlerin ikindilerinde, beygire sarılı, küfe dolusu soğanla geçerim kahvenin önünden.

O, soluk ikindi güneşinin gezindiği tahta sedirde, başı hafifçe bastonu kavrayan damarlı, buruşuk ellerine yaslı uyuklarken, içimde nedensiz bir sevinç dalgalanır. Daha bir severim onu. Beygirin nal seslerine uyanacağı gelir aklıma, çekinirim. Yükü boşaltıp geri dönerken, o güneşe verdiği yanını değiştirmiş, diğer yanını dönmüş olur. Isınmaz bir türlü sırtı, elleri, ayakları, kireçlenmiş eklemleri. Tam önündeyken, başlayan ezanından mıdır, beygirin nal sesinden mi, gözlerini aralar. Yüzüme tanımadan bakar. Bir anlık anam sağken gördüğüm, bildiğim esintiler dallanır yüzünün derin kırışıklıklarında. Geçmiş zamana sızdığı yerlerden ana döner. Bakışı değişir.

Birazdan, ben geçip gittikten sonra, gittikçe soluklaşan güneş sedirden, tahta sandalyelerden, kumlardan, bacaların, çatıların batıya bakan yüzlerinden çekilip, yerini saydam, ılık geceye bırakırken, kimseye bir şey demeden boş bardağın kenarına bir kaç bozukluğu çay parası iliştirecek, ardında Emin Ağa’nın radyosundan dökülen bir hüzzam peşrev bırakıp kalkacak, o büyük, boş eve isteksiz adımlarla yürüyecek.


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

İyi halden dolayı birkaç sene sene erken kurtulmak istedi hücre misali dünyadan.Ama hakkında,taammüden düş kurmaktan, ağırlaştırılmış yaşama kararı verdi tanrı. O günden beri yüksek sesle kurmadı düşlerini ve varlığını inkar etmekle batırdı milyon kere güneşi gecenin esrik zamanlarında.


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

""
Bırakılmış Biri
Biraz durup düşününce bütün bunlar çok tuhaf, değil mi Cemâl? Yalnızca bir ân için bıraksam şu işin peşini, elimdeki cımbızla toprağı eşelemekten vazgeçsem, öykümü içimin karanlıklarına gömüp bir daha filizlenmemesi için orada boğsam ne soluk alabilirsin kelimelerle ne de bu hâlinle tekrar diriltebilirim seni. Benimse içime yuvalanmış bu öykü, dışımdaki öyküyü zedeliyor Cemal, beraber sürmüyor varlıkları; her biri, ötekini gözden çıkarmamı, yok etmemi talep ediyor.

Yönetimi bir üçüncü şahsa bırakmalı aslında; bu yazma işini başarabileceğime dair kimi şüphelerim var. Bu üçüncü şahsın kimliği saklı tutulmalı ve sonra, bütün bu tükenişin ardından seni kendi kelimelerinde sıkışan kahramanların arasına postalamalı. Biraz ısınalım. Şunu unutma ki Cemal, istesem, seni bir papağana bile çevirebilirim; içime çöreklenmiş olman bir şey ifade etmez.

Bir papağan, anladın mı?


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Çoban
Biz, her birimiz bir çobanla bir çiftçinin birer yarılarıyız. Her gün birimiz çobanken, diğerimiz çiftçidir. Köyde, tarlada, bayırdaki işlere bakar. Soğan söker, katırla taşır, kurumuşları top yapar, çardağın altına yığın yığın yığar, örer, alıcı bekler. Evin birer katını kullanırız. Tüm malımız, ektiğimiz, topladığımız, kazandığımız, bir tek karılarımız hariç, her şeyimiz ortaktır.. Çoban olmak başka şey, köyde, tarlada, bağ bahçede çalışmak başka. Hep bir şey yaparken, diğer yarımız yarınki yapacağımız iştedir. Bizim bir yanımız bir işi bilir, yapar, diğer yanımız avare, orada değil. Çobanlığın bir dünyası, bir dili var, tarlada çalışmanın, toprak bellemenin, tohum ekmenin de öyle. Dün çobandıysak, usul, doygun salınan keçinin boynundaki çanın, uzaktaki tepede pavluyan çakalın, yeşilin, otun dilinden anlamışsak, bugün zeytinin, soğanın, susuz toprağın, fidenin, domatesin, biberin, alaca fasulyenin dilini de anlamak zorundayız. Bakmayın benzediğimize. İkiz değiliz biz. Kardeşiz sadece. Kardeşler o kadar benzeyecek tabi ki birbirlerine. Biz ikiz değiliz, yaşamlarımız ikiz. Birimizin o gün olduğu yerde, diğerimiz sonraki gün dolaşır. Birimiz o gün sürüyle Malya’da, Dikilitaş’ta, Eğridere’de sahildeyse, diğerimiz ertesi gün oradadır. Yağmur yağmamışsa, dar patikalarda dünden bıraktığımız izleri, yaktığımız ateşlerin küllerini, azığını açıp yemek yediği yerdeki zeytin çekirdeklerini, soğan kabuklarını buluruz. Aynı yolları yürür, aynı azık torbasını sırtlar, sırtımızı öğle sıcağında aynı ulu çınara, kayına, meşeye yaslar, aynı köpeğin sert, boz tüylerini okşarız. Şu gördüğün değneğin sapındaki karalık, yıllar yılı tutan ellermizin izi.


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Gece
GECE; BİR SESTEN ürkmek, tedirgin olmak, kulak kesilip, kendi kalbinin atışından, soluk alışından korkmak, KARANLIKTA BİR GÖLGEDEN bir kurt, bir çakal, bir yaban domuzu, kötülüğün maskını takmış bir insan yüzü yapmak, MEKAN BELLEDİĞİN yerden belirli bir yere, bir sınıra kadar uzaklaşıp, daha ötede, daha uzakta, çoğalan karanlıkta daha güvensiz hissetmek, RÜZGARDAKİ bir dalın kıpırtısını bir fısıltı, kötücül, tehditkar bir canlının sesi sanmak demek. UZAKTA, tepeler arasında ilerleyen bir aracın, kamyonun, otomobilin karanlığa bir çift tünel açan farları, motorun tepelere, koyaklara inip çıktıkça değişen, yükselip alçalan sesi, bu yavaşlatılmış anların bir gün tükeneceğini, hala gidilecek bir yerlerin olduğunu, her şeyin bir gidişe uzadığını anlatıyor.

DERENİN yüksek çınarlarının koyu karanlıklarında, RÜZGARDA UĞULDAYAN yapraklarının seslerini, bildik, tanıdık, anlaşılır, evcil seslere dönüştürmeye çalışan algı, OKUNAMAYAN, ÇEVRİLEMEYEN dilin tehdit eden imlerini, enseden aşağılara doğru inen, geçtiği yerlerdeki tüyleri dimdik eden soğuk, BUZ GİBİ BİR YALIMA dönüştürüyor.


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Sonra
Öğlen yemeğini orta boy bir domates, yarım salatalık, birkaç zeytinle geçiştiriyorum. Acıkır gibi olduğumda termosumdan sıcak su(akşama doğru iyice ılıyor) doldurup, koyu bir kahve(suda eriyen) yapıyorum. Katlanır sandalye birkaç kat açıldığında şezlong oluyor. Gölgenin en koyusuna çekip, karıştıra karıştıra okuyorum; biraz şiir(Edip’ten), biraz öykü(Füruzan’dan, Edgü’den), biraz oradan, biraz buradan. Yer değiştiren güneşle uzandığım yer ışık almaya başlarsa yerini değiştiriyorum. Okumam hep bir zaman sonra, serin gölge, hafif esintinin de etkisiyle uyuklamanın boşluklarına doğru uzanıyor. Gün boyu aralıklarla tekrarlanıyor bu. Zamanı, saatin kaç olduğunu, bilmiyorum. Güneşin olduğu yerden yaklaşık bir zaman kestirmeye çalışıyorum. Sonra umursamıyorum. Nasıl olsa karanlık geleceğini çok önceden haber veriyor. Bazen, rüzgarın şiddetiyle azalıp çoğalan çınar ağaçlarının sesleri, bezen gevşeyen elimin arasından kayıp düşen kitap, çıplak tenime konan sineklerin ısırıkları uyandırıyor beni. Tanımayan, nerede, hangi zamanda olduğunu bilmez gözlerle bakıyorum zeytin dallarının süzgün yeşiline. Ağustosböceklerinin arsız, arasız sesleri uzaklardan gelen dalga seslerine karışıyor. Zeytinin süzgün yeşilinden boşluğa kayıyor bakışlarım. Hiçbir şey düşünmüyorum.


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

İbram Ağa, bunaldığımda, sessizlik aradığımda Cevizlik'te yüz elli kovan arım var, gider onların ortasına otururum, dedi. Öyle bir yerdir ki orası, çıt çıkmaz. İçimde dışımda, her yanda kokular vardır sadece. Onlar konuşmaz. Tesbih çiçeği, ıhlamur çiçeği, yeni sürgün kestane filizi, peteklerdeki mum, bal, çürük elma kokusu kokusu karışır birbirlerine. Bir oğul arı uğultusu olur, sararlar beni.


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

""
Kızıl Kukuletalar

Bugün, sokağın öteki binalarının biraz uzağında dikilen evimin etrafını sardılar; maskeli, kızıl kukuletalı, sonu gelmez (gerçek anlamda sonu gelmez) bir kalabalık – ellerinde görmekte güçlük çektiğim (cam pisti, toz içindeydi, uzun zamandır temizlenmemişti.) nesneler vardı. Silah mı? Silah olacak. Gözleri, suratlarını örten kara maskelerdeki iki delikten kan kırmızısı bir renkle fışkırmış, parlıyor; omuz omuza veren bedenleri soluk aldıkça şişip birleşiyordu.

Bir anda, binlerce çift kızıl gözün ve bir o kadar silahın evime (bana, evime!) çevrildiğini fark edince yerimden sıçramıştım. Kukuletalıların kıpırdamaya niyeti yok gibiydi; öyle dimdik, nefes alıp vermekten başka hiçbir canlılık belirtisi göstermeden duruyorlardı. Perdeleri çekip koltuğa oturdum. Şakaklarım sancıyordu. Sakin ol, dedim kendime; aklını topla, sakın telaşlanma! Ama korkuyordum. Bu kadar insanın burada ne işi vardı? Yorgundum üstelik; uzunca bir zamandır uyku yüzü gördüğüm yoktu. Avuçlarım, ensem ve sırtım terden sırılsıklam kesilmişti.


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Ahmet Bey'in Sihirsiz Kutusu

Ben mi sizinle başladım, siz mi benimle başladınız bilmiyorum; beni ben yapan ne bilmiyorum, bildiğim şu; ben olmasaydım siz kendinize, kurumuş çamurdan kalan toz olmaya mahkum olurdunuz. Bununla övünmüyorum, bunun için varım ben.

Ben yaptıran değilim, her şey benim için yapılır. Her yanı saran alacakaranlığın ortasındaki mutlak ışıksızlık benim, sessizlikte duymak için kulak kesildiğiniz benim, karanlıkta telaşla beni bulmak için bakınırsınız, geçmişin karelerini hızla tararken beni ararsınız, geleceğe plan yaparken hayal kurmaya geçilen bir yer vardır hani; tahtımdır benim orası.

Melek ya da şeytan, ucube ya da afet-i devran, şen ya da mahveden, sevda sözleri ya da ana avrat küfür, jilet kesikleri ya da zafer yeminleri... Derin olan, renkli olan ne varsa hepsi benimledir. Ruhun grisini rengarenk yansıtan ayna benim.


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

arıcının ağıdı
Cevizlik'te yüz elli kovan arım vardı. Bunaldığımda, sessizlik aradığımda gider onların ortasına otururdum. Öyle bir yerdi ki orası, çıt çıkmaz. İçimde dışımda, her yanda kokular sadece. Onlar konuşmaz. Tesbih çiçeği, ıhlamur çiçeği, yeni sürgün kestane filizi, peteklerdeki mum, bal, çürük elma kokusu karışırdı birbirlerine. Bir oğul arı uğultu olur, sarardı beni. Sonra ne mi oldu? Ben de bilmiyorum pek. Anlayamadım. Gün güne arıların neşesi kalmadı. Uğultular azaldı. Baharlar kısaldı, çiçeklerin üzerini gri, boz renkli tozlar kapladı. Açamadılar. Arılarımın uğultuları azalırken her yandan ötekinin bilinmedik, duyulmadık uğultuları çoğaldı. Bir bahar arifesi baktım ki tüm kovanlarım sessiz.


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Çadır'ın "Amiral" bölümünden;

Hayaller gırla gitmiş yol boyu. Önce Tophaneye yanaşıp, rıhtıma aborda edecekler. Karpuzları satacaklar çok iyi paralara. O insan seline karışıp, şehre ayak basacaklar. Büyük, geniş, yerleri cilalı bir lokantaya girecekler. Geniş bir masaya oturacaklar karşılıklı. Masada dört sandalye olacak. Deniz ve yosun kokan kasketlerini yanlarındaki boş sandalyeye, sanki hep lokantalarda, hep orada burada yemek yiyorlarmış gibi atacaklar, Usta, bize iki tane birerbuçuk manda yoğurtlu iskender gönder, diyecekler, yoğurdu bol olsun, taze olsun diyecekler. Yumulacaklar manda yoğurtlu iskendere. Ama öyle görmemişler gibi değil. Edebinle. Tıkabasa doyacaklar. Bir de üzerine kaymaklı şambaba yiyecekler, cila niyetine. Oooh! Yarasın Hasanıma. Daha ne? Göbekleri şişirince de öyle ayan üzre, sesli sesli gegirmeyecekler. Yukarı doğru yükselen bir kabartı hissederlerse midelerinde, hafifçe üç parmağını efendice dudaklarının üzerine bastırıp, usulca bir; Aıırghh!, sesi kaçacak ağızlarının bir kenardan. Kimsenin duymayacağı kadar. Sonra ara sokaklarda bir meyhane bulacaklar, Meyhaneci baba, bize hasırlı bi damacana ver hele, diyecekler. Yarısını çekip, gözlerinde gökkuşakları gezinmeye başlayınca meze diyecekler, çerez diyecekler, ve her şeyden önemlisi; Nargile. Nargile isteyecekler. Var derse ne ala. Yoksa, bir bodrumda, bir alt katta, bir tenhalıkta bir keşhane bulacaklar. Loş olacak içerisi. Yarı görünür, yarı dumanlı olacak. Göz gözü görmeyecek, az biraz seçecek. Zarif bakır gövdeleri kaville parlatılmış iki nargile isteyecekler. Hasan dayı pala bıyıklı kabakçının kulağına eğilip, Fülfüllü olsun, diye fısıldayacak. Çekecekler fülfüllüyü. Kafaları dumanladıktan sonra tramvaya binecekler, o bi cami varmış, güvercini bol, onun meydanında güvercinlere darı serpip, havalanıp uçuşurlarken kanatlarına bakacaklar. Birer çift iskarpin, gömlek, pantolon, ipek meddil alacaklar. Analarına da ikişer metre şalvarlık basma. Belki çok paraları olursa, gazinoya gidecekler, Mualla Mukadder dinleyecekler.

NOT: Aşağıdaki gerçek Amiral'in fotoğrtafıdır.

amiral.jpg

Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Mehmet Sürücü, kalemine ve öyküye olan bağlılığına hayranım.


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Çadır'ın Yürüme Kılavuzu adlı bölümünden.

yürümenin gereçleri

1_değnek
Yürürken avuçiçinin, parmakların kavrayıp, yola, yolununun üzerindeki taş parçasına, yaprağa, kurumuş, yosun bağlamış kütüğe, dikenli kestane, içi boş bir kaplumbağa kabuğuna dokunmak, orada, yanında olduğunu söylemek için taşınır küçük bir değnek. Bezen de içe sığmayan, içten taşan, şen bir neşenin yaramaz, oradan oraya atlayan, dokunan, uzanan eli olur. Yoldaştır. Doğrusu kadar, eğrisi, budaklısı, yongalısı da makbuldur. Eşlikçidir. Üstü otlarla, yapraklarla örtülü bir çukurdaki tehlikeyi, paçaları sıvayıp girmeden önce suyun derinliğini söyler.

2_çakı
Yürüyen insanın, avuçiçine sığacak kadar, ufacık, zarif bir çakısı olmalı. Bu keskin, huysuz çakı; en dikkatisiz anımızda, parmağımızı kesip, kanatarak, incecik bir kanın kesikten taşmasına, sevgiliye bir dokunuş gibi kıpkırmızı, parmağa yayılmasına sebep olacak kadar haşarı, yaramaz olmalı. İnsan yürürken, onunla kuru bir daldan, bir ağaç yongasından, incecik şeritler, parçacıklar yontmalı. Bu parçacıklar döne döne düşüp, ardımızda kalan ayakizlerimize, kurumuş, sarı, kırmızı, pas rengi bir yaprağa, yosun bağlamış bir taşa, üzerinden çiğ damlayan yaprağa düşmeli. Yürümeye çıkmadan önce, avuç içine sığacak kadar küçük, zarif, keskin bir çakı almayı unutmamalı.


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Çadır'ın 9. Bölümü; Çobanlar'dan bir alıntı.

ishak
Abimin bi sürü kuşu var abi. Sayısını kendi de bilmez. İshak’tır adları. Abimin de, kuşlarının da. Duymuşsundur, ormana gitmişsindir. Gitmez mi ormana insan hiç, olur mu? Abim keçileri ağıla kapayıp, koca kangala; Abo, ben gidiyorum, dediğinde, İshaklar; gece ve sürü size emanet, sabaha eksiksiz isterim, demededir aslı. Bilirler onlar da. Görmüşündür abimin kuşlarının neyci olduğunu, kepenek giymiş, boz bi çobana benzerler. Bu Eğridere’yi, bizim sürüyü, bir de geceyi beklerler. Gecenin çobanlarıdır onlar. Dere ile sürü de ek işleri. Bizi sevdiği için, abimle adaş olduklarından, onu sevdiklerinden yaparlar.

Karanlık çökünce, biri, Asankya’nın kulübesinin çatısına konar. Bilirsin, kulübenin bir yanı yıkıktır, haraptır. O viraneliği binbir çoban öyküsü anlatır, kulağı olup, anlayabilene. Gene de içeri girip, bir köşeye tünemez. Sayarlar Asankya’yı. Makamı, mekanı bellerler kulübesini, nöbettedirler bir manada. Bir tanesi, yakada, Aliloto Başe’nin çınarındadır. Vaktinde, zamanında, en çürümez, dağılmaz ağaçlardan yaptığı irili ufaklı kuşlukların birisine sessiz kanat vuruşlarıyla konuverir usulca. Öyle kuştur onlar, kanat vururlar geceleri, kanat seslerini içer gece. Bırakmaz ortalığa. Her yana dönen başı dışında, bedeninin hiç bir yanı kıpırdamadan, asırlık çınarın kuru bir budağı gibi kımıltısız, bir saygı duruşunu ifa eder gibi durur. Onların gözleri sadece karanlığı değil, geçmişi de görür, dermiş Aliloto Başe, dermiş. Öyle derler bir vakıtların çobanları. Genç, neşeli, asi, şakacı İshaklar vadi boyunca devriye gezer. Çınarlardaki, kayalardaki, çürümüş koca kütüklerdeki gözcüleri kontrol ederler. Sak, dikkatli olup olmadıklarına bakarlar. Kilit noktalardaki gözcülerin Piiyyuuuu! Piiyyuuuu! Piiyyuuuu! ıslıkları, dalga dalga Gamletepe’nin vadilerine uzanır. İki tanesi de, sabaha kadar bizim ağılın bi yanında biri, diğer yanında öteki, çınarda kuytu bir delik varsa içinden, yoksa kuru bir dala tüneyip, Piiyyuuuu!, çekerler sürüye. Sürü bilir seslerini, bilir ki onlar oradadır, onlar bir parça abim İshak’tır. Abim hep İshak’tır.


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Çadır'ın Çobanın El Kitabı Bölümünden;

Çobanın El Kitabı_Madde 1: Değnek

Yeri gelir, sıradan bir fındık, bir alaca, bir söğüt dalı da değnek olur. Makam üstlenir. Bunun dışında, değneklerin sıradan, günlük kullanımları vardır. Kabuğu belirli şekillerde soyulan bir değneğin üzerindeki işaretler, bir başka çobana bırakılmış mektup, bir mesaj olarak kullanılabilir. Bunlar basit bir çakıyla, kabuğun farklı desenlerde soyulması şeklinde olacağı gibi, değneğin çeşitli uzunluktaki parçalara ayrılması ile de bir anlatım dili oluşturulur. Değnekle ifade sanatının ustalarından Kuryak Efendi’nin, üç orta boy söğüt değneğine, sayfalar dolusu bir kitaba eş mesaj nakşettiği rivayet edilir.

Böylesi kadim bir mesleğin sırtlayıcıları, çobanlar, bazen de birbirlerine, saygının, değer vermenin bir ifadesi olarak, senelerce yoldaşlık ettikleri değneklerini hediye ederler. Bu hediye elden teslim şeklinde değil de, otlaklarda, meralarda, ormanda, bayırda belirli nesnelerle(üst üste yığılmış çakıl, taş parçaları, çeşitli hayvan kemikleri, keçibokları, boynuz parçalarıyla) oluşturulmuş, şifrelenmiş bir yolla değneğin saklandığı yer anlatılarak, bulunması sağlanır.

Değnek genelde sülale içerisinde en ehil genç çobana devredilir. Değnek kırma çobanlıkta yaygın değildir. Birkaç örneği dışında pek rastlanmaz. Yaşlı çobanlardan Abalı Fiso’nun, bir gün içerisinde, beş kez farklı yerlerde sürüsüne yıldırım, düşüp, hayvanlarının telef olması sonucunda, içinden ayıp şeyler mırıldanıp(küfür), öfkeyle yukarılara yumruklar sallarken, kenarda gamsız bir şekilde otlayan sağır eşeğinin, önünden sıçrayan kurbağadan ürküp, yardan aşağıya uçması sonrasında, değneğini öyfeyle havaya kaldırıp, dizinde kırdığı, bir daha da ne davar ne koyun hiçbirine yaklaşmadığı, et yemeyi bırakıp, süt ve yoğurdun adını duyduğunda bile midesinin bulandığı söylenir. Gerisi birkaç önemsiz, muhtelif cahillik olarak nitelenir.

Uzun zaman değneklik yapıp, yorulanlar, bıkanlar, kendi istekleriyle emekliye ayrılabilir. Böyle durumlarda değnek, isteğe göre ormanda bir yere götürülüp, ağaç yaşamına geri bıraklılır. İşinin ehli çobanların, ufak bir düzlükte, ıslığı yaz kış hiç kesilmeyen bir korulukta, gönül eliyle toprağa gömdüğü kupkuru değneğin, birkaç ay sonra taze bir fidan olarak topraktan sürmesi alışılmış, bilinen bir şeydir. Bu şeklide büyüyüp, gölgesinde yine sürüler barındıranlar vardır. Hatta ve hatta sürünün daha çok bu tür yaşlı, bilge ağaç gölgelerini tarcih ederler.

Çobanın elindeki değnek; sürünün, o büyük orkestranın tüm uyumunu, amellerini kontrol eder. Çobanın elindeki değnek, hafifçe boş bir ağaç kütüğüne vurduğunda, Paldımkıran bayırından tırmanan sürü, yanlayarak, Bedesten patikasına sapar, birkaç kez arka arkaya, sert bir meşe kabuğuna inip, ardı ardına kabuktan tok sesler çıktığında da, Sarıyarlara, Sarıyarlara demedir. Değnektir, günün vaktini o bilir, havanın rüzgarını, yağmurunu, karını, kışını. Mantarın, otun zehirlisini, pusudaki kurnaz çakalı, acımasız kurdu. Suyun en içimi hoşunu, gölgenin koyusunu, hangi ağacın uykuda hangi rüyaları verdiğini de o bilir. Değnek hepsidir, sürüdür.


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Çadır'ın Torun bölümünden,
(25. Bölüm-Şimdilik)

Dalgalı, bardaktan boşanırcasına yağmurlu bir günü anımsıyorum. Çavlı’nın tepesi eteklerine kadar bulutlara gömülmüş. Gök gürlemeleri, şimşekler ara vermeden, birbiri ardına ekleniyor. Her yan bembeyaz, köpüklü, kudurmuş dalga kesilmiş. Kayalıklardaki çekeklere zorlukla, saatler süren manevralarla yanaşıyor Pişkinler takası. Kaptanları, Necmettin kaptan, Mehmet Kaptan usta denizciler. Ama gel gör ki, deniz öfke kesilmiş, dalgalar kudurmuş köpek gibi. Bellerinden kalın halatlarla bağlı adamlar, ellerinde tuttukları kalın çelik halatları, teknenin yanlarındaki çengellere takmaya uğraşıyorlar. Ayaklarının dibinde patlayan dalga, uzun iç donlarını, sarı yün iç çamaşırlarını sırılsıklam ediyor. Ayakları olabildiğince kırık, dalga çarpmadan önce sağlam durmaya çalışıyorlar. Ama faydasız, yere yuvarlanıyor birisi. Dizini taşlara çarpıyor, ince bir kan sızarken dizinden, doğruluyor. Tekrar tekrar deniyorlar. Sonunda halatlar yanlara takılıyor. Üç kollu ırgat, bir anda dönmeye başlıyor. Kalın merteklerde koca koca, kuvvetli adamlar. Koştururcasına çeviriyorlar ırgatın kalın, kestane vira tomruğunu. Birkaç palangayla kırılan çelik halat, teknenin ağırlığıyla gerilmiş, arada bir mekanizmadan tuhap çatırtılar geliyor. Halat, palangalardan geçip, dönen tomruğa sarılıyor. Pişkinler’in yanlarında, devrilmesin diye bel vermiş, sırt vermiş, yüzleri denizin tuzlu sularıyla, aralıksız yağan yağmurla ıslak adamlar, milim milim, beyaz, mat bir maddenin sürülü olduğu felenklerin üzerinde kayarken, kamaradan Ercan bana bir çizgi roman sallıyor, gülümseyerek. Ercan, bana güverteden ıslanmış bir Tom Miks uzatıyor. Boyum kısa, yetişemiyorum. Sıçrıyorum. Ucuna hafifçe yapışınca çekiyorum. Yakaladım. Aşağıya düşerken, ayakların ıslak kayaya değer değmez kayıp yere yuvarlanıyorum. Kitap elimden fırlıyor. Dalgaların arasına düşüyor. Bir an arkasından atlamak geçiyor içimden. Yay gibi kuruluyorum. Tam fırlayacakken, arkamdan çelik gibi bir el, pantolonumun kemerinden yakalıyor. Kitap beyaz dalgalara bata çıka kıyıdan uzaklaşıyor.


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Çadır'ın Torun bölümünden,
(25. Bölüm-Şimdilik)

Akşam üzeri. Okulun önünde, sıradayız. Bir şey okunuyor toplu olarak, bir and, bir marş, belki bayrak çekilecekti okulun önündeki upuzun, paslı demir direğe. Ne bileyim. Geçmiş gün. Bir yandan da, yanımızdan boynunda öten o güzelim çanıyla, bir oğlak geçiyor. Tek başına. Eğridere’den geliyor herhalde. Sürüsünü mü kaybetti acaba? Yoksa tarlada bağlıydı da, ipini çözdü, Hadi bu günlük de yaramazlık yapayım deyip, deniz kıyısına gezmeye mi çıktı. Olur a! Belli mi olur? Kulakları sarkık, boynuzları arasından bembeyaz perçemi dökülüyor alnına. Ayaklarını her atışında boynundaki çan, Hadi gel, boş ver okulu, dağlara gidelim, diyor. Ben de istiyorum. Ama... Yüzümde patlayan tokatla kendime geliyorum. Karşımda öğretmenin öfkeli yüzü, bağırıyor; Her kes katılacak! Sen necisin ki marş söylemiyorsun! Yanağıma vurduğu yer yanıyor. Yazlama, Boş ver, başka zaman gideriz, diyor geçerken.


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Çadır'ın çoban ve Sürü bölümünün, Çobanın El Kitabı ekinin, BIÇAK bölümünden

İpsiz’in bıçağı, çakısı olmazmış. Onun derdi bileme. Sabahtan akşama, belki de geceleri sabaha kadar ha babam bıçak, çakı bilermiş. En iyi çelikten yapılmış bıçak da onun tezgahından geçince jilet kesilirmiş, en uydurma tenekeden olan da. Türlü türlü bileme takımları varmış. Küçük küçük raspalar, eğeler, törpüler, Girittaşları, Köseletaşları, Yağtaşları. Garip garip tahta, ağaç düzeneklerin, dişlilerin, iplerin kayışların çatılmasıyla dönen bileme çarkları, çelik çubuklardan, bakırlardan, pirinçlerden garip şekilli oyma düzenekleri varmış. Bilermiş bir bıçağı, bilermiş bir çakıyı. Gerekirse günlerce, haftalarca. Sonra içinden bir his, Bu tamam deyince, gözlerini hafifçe havaya kaykıltıp, baş parmağını usulca, değdirerek sürtermiş bilediği yüzeye. Tamamdır! Verirmiş sahibine.


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Geçen gün lafın ortasında herkesi susturup Amiral'i yüksek sesle okudum. Çadır'a yeterli alakayı gösteremediğimi düşünüp üzülüyorum. Ama hep aklımın bir köşesinde.


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Ahmet Bey’in Sihirsiz Kutusu
evvel
O gece tam iki ay olmuştu. Defalarca indirip her seferinde yeniden astığı fotoğrafa baktığında yine utandı kendinden, ne zamandır olduğu gibi. Bir şeyler yapmak gerektiğini hissediyor, makul bir seçenek göremiyordu. Lambanın etrafında dönen sineğin katlanılmaz gürültüsünden mutfağa kaçtı. Kendini iyice yokladı; hayır, üzgün değildi. Canı sıkılıyordu, keyifsizdi, bezmişti ama üzgün değildi.
Son yılları en güzel zamanlarıydı annesiyle. Babası olabilecek en uygun vakitte ölmüştü: Ahmet Bey iş bulup köşeye üç-beş atmaya başladıktan sonra. Uğurlu gelen ölümün ardından çağrı merkezinde terfi alıp ekip şefi oldu Ahmet Bey. Annesi “oğlum,” derdi, “sen sus pus halinle nasıl becerirsin bu işi? Allah’ım yardımını eksik etmesin.” Eli yüzü düzgün bir daire kiraladı Ahmet Bey. Annesine asansörde hangi düğmelere basacağını, klimayı çalıştırmayı, televizyon kumandasını kullanmayı öğretti. Koltuk takımları, perdeler, beyaz eşyalar yenilendi. (Bir gün “babanın resmi, tabakası, cüzdanı, hiçbiri yok, bulamıyorum” demişti de, “sorayım nakliyecilere annem” deyip susmuştu.) Annesi arada çekine çekine yok 8 numaranın kızı Füsun pek hanım maşallah, yok karşı apartmandan Halime kızım sağ olsun her gördüğünde selam verir dedikçe “Allah sahibine bağışlasın,” diyordu Ahmet Bey. Sonra da “güzel anam” diye sarılıp gıdıklıyordu annesini. Mutluluk o kadar kolay, yakın... Başka zamanlardı o zamanlar.
Annesinin ölümünden sonra odadaki tek değişiklik köşeye konan dizüstü bilgisayar oldu. Küçük bir masanın üstünde duran küçük alet sırtında taşıdığı yalnızlık ve boşluk hissini kolayca yükleniyordu. Odaya giren dünyanın genişliği daha rahat nefes almasına yardım ediyordu Ahmet Bey’in. Bu kaypak dünyada zaman sürtüne sürtüne, yırtarak değil su gibi akarak geçiyordu. Annesinin fotoğrafını duvara yeniden astığı bir gecenin sabahında bilgisayarını çöpe attı.
sabır
Ahmet Bey, pardon, kalabilir misiniz biraz? Teşekkür ederim. Bekliyorum ben odamda sizi. Evet. Hah, siz miydiniz, hoş geldiniz. Buyurun böyle, öncelikle tebrik ederim Ahmet Bey. O kadar elemanla, şey yani, iş arkadaşıyla çalıştım, hiçbiri işimi sizin kadar kolaylaştırmadı. Geldiğiniz günü hatırlıyorum, şaşılacak şey, o kadar ağzı laf yapan adam, hepsini toplasak siz etmezler, elinize su dökemezler. Nasıl bakıyorsunuz yüzüme öyle tuhaf tuhaf, acayip şey doğrusu. Neyse efendim, ben müjdeli haberi hemen vereyim. Sanırım haberiniz vardır; karşıya bir şube daha açıyoruz. Yönetimimiz çok isabetli bir kararla başına sizi geçirmeyi uygun görmüş. Tabi burada olmamanız bizi zorlayacak, ama elden ne gelir. Yine de seviniyorum sizin adınıza. İnanır mısınız, bir ara burada benim yerime sizi getireceklerini bile düşündüm. Sadece başarınıza değil, dürüstlüğünüze, disiplininize de çok güveniyorlar. Sevinsenize Allah aşkına! Göreceksiniz, sadece daha çok kazanmayacaksınız, yükünüz de hafifleyecek. Neyse efendim, ben kabul edeceğinizi öngörerek talep ettim, yol harcırahı, terfi pirimi falan birkaç güne hesabınıza yatar. Ne kadar erken yeni görevinize başlarsanız bizim için o kadar iyi. Efendim? Tabi ki, ev falan, o kadarcık süre tanınır canım. Neyse efendim, çok güveniyorum size. Size başarılar demeyeceğim, gelecekteki başarılarınızı şimdiden kutluyorum diyeceğim. Size de iyi akşamlar Ahmet Bey, iyi akşamlar, mutlaka geleceğim sizi ziyarete.
yazgı
Ahmet Bey saat çalar çalmaz uyanıp alarmı susturdu. Terlik, ısıtıcı, kahve, bisküvi, başka bir terlik, diş fırçası, macun, havlu, terlik, elbise fır_. Bugün iş yoktu. Yeni bir ev araması gerekiyordu. Kafasından otobüs numaraları geçti, gözüne takılmış birkaç eşya-yük taşınır yazısı, yerlerini hatırlayamıyordu. Bir İrfan vardı lisede, nakliye işinden voliyi vurmayı kurardı. Geniş gülümsemesiyle “amuduyla” deyişi geldi Ahmet Bey’in gözünün önüne. “Salak,” diye fısıldadı, “ne iğrenç insanlar var.” Üzerini değiştirip sokağa çıktı.
Gökyüzünü uzaklara iten binaların arasında, bu saatte çok az kişi vardı. Çöpün başında toplanmış kediler şen küfürlerle koşarak üzerlerine gelen bir çocuktan kaçıştılar. Çocuk çöpün üzerine eğildi, bakındı ve doğruldu. Küfrü öfkeliydi bu kez. El arabasını yüklenip uzaklaşmaya başlayınca Ahmet Bey rahat bir nefes aldı. Bu sıkıntı ve bu utanç evdekinden farklıydı. Belki de bilgisayarını atmamalıydı? Katlanmak, değiştirebilir miydi bir şeyleri? Bu düşüncelerle yürürken durağın olduğu sokağı geçtiğini fark etti. Geri dönmek üzereyken “Bey abi,” diye bağırdı birisi, “işkembe, kelle paça, tavuk suyu, mercimeeek. Kafaya da mideye de iyi gelir güzel abim.” Hayır diyecek gücü bulamadı kendisinde.
Küçücük lokantanın içinde bağıra bağıra konuşan üç sarhoşa en uzak masaya oturdu. Çorbası hemen geldi. Sarhoşların Ayfer isimli bir kadın, Sipahi isimli bir at ve otoparkta yedikleri dayak hakkında aynı coşkuyla yaptıkları konuşmaları dinledi. Kasada hesabı ben ödeyeceğim diye kavga etmelerini izledi ve kapıdan son çıkanın düşürdüğü kutuyu gördü.
Bu uzun ince kutunun yoğun, koyu kırmızı renginin üzerinde çizikler vardı, pirinç işlemeleri kararmıştı. Tuhaf şekilde tek parçaydı, bir kapak görünmüyordu. İçi boş gibiydi. Çok şükür, cebine sığmıştı.
cin
Ben mi sizinle başladım, siz mi benimle başladınız bilmiyorum; beni ben yapan ne bilmiyorum, bildiğim şu; ben olmasaydım siz kendinize, kurumuş çamurdan kalan toz olmaya mahkûm olurdunuz. Bununla övünmüyorum, bunun için varım ben.
Ben yaptıran değilim, her şey benim için yapılır. Her yanı saran alacakaranlığın ortasındaki mutlak ışıksızlık benim, sessizlikte duymak için kulak kesildiğiniz benim, karanlıkta telaşla beni bulmak için bakınırsınız, geçmişi hızla karıştırırken beni ararsınız, geleceğe plan yaparken hayal kurmaya geçilen bir yer vardır hani; tahtımdır benim orası.
Melek ya da şeytan, ucube ya da afet-i devran, şen ya da mahveden, sevda sözleri ya da ana avrat küfür, jilet kesikleri ya da zafer yeminleri... Derin olan, renkli olan ne varsa hepsi benimledir. Ruhun grisini rengârenk yansıtan ayna benim.
Bir zamanlar içindeydim, senindim, ne kadar da güzeldik beraber. Nasıl da özlüyorum! Işıl ışıl varlığımın sadece dört duvarı aydınlatması ne kötü. Her şeye rağmen seziyorum, biliyorum. Yakında şimdi bile hissedebildiğim sıcaklığına kavuşacağım. Çok az kaldı!
sıkışma
Dört gün olmuştu evden dışarı çıkmayalı. Ev araması, hiç değilse yeni işyerine bir kere olsun uğraması gerekiyordu. Sağlık raporu almak, izin istemek hatta istifa etmek; hepsi geçmişti aklından. Şirketten gelen iki aramadan sonra telefonunu da attı. Evden çıkamıyordu, istemiyordu da dışarı çıkmayı. Sonunda gırtlağına dayanmış odanın havası, aç karnı ve fotoğrafın karşısında adamakıllı mahcup hissetmesi dışarı çıkardı Ahmet Bey’i. Kutuyu cebine atmadan yapamazdı bunu.
Çorbacıda yine aynı kişiler vardı, sarhoş değillerdi. Yine Ayfer, Sipahi ve yedikleri dayaktan, yine aynı coşkuyla bahsediyorlardı. Meyhaneye mi gideceklerdi, itiraz etti kısa boylu olan; “para mı var ula, benim evde içerik.”
Lisede, birkaç sene, ellerine geçen tüm parayı içkiye veren arkadaşları geldi Ahmet Bey’in aklına. Nadiren o da katılırdı. Hangi içkinin yanında ne yenir diye tartışılan, “ulan para olacak var ya” sohbetlerini, hatta bu cümleleri kuran yüzleri hatırladı. Peynir, kavun, elma mayhoşlardan, balık, evet tabi bir de şalgam, hangileri olursa artık. Kafasına yattı Ahmet Bey’in. Hesabı ödeyip çıktı.
teslim
Ahmet Bey masanın üzerindeki mezeleri unutmuş, bir elinde kutu, bir elinde kadeh, boğazında yumru, öylece sandalyede oturuyordu. Radyo Müzeyyen Senar’ın “kimseye etmem şikâyet” diye şarkıya girmesiyle kendini hatırlattı. Ahmet Bey yalnızlaştıran bir yalnız olmama isteğiyle önce mırıldanmaya başladı. Göz kapaklarını aşan damlalar akmaya başlayınca kısacık bir farkındalık anı girdi araya. Kutuyu sıkıca kavradı. Hayır, toparlamayacaktı kendini. Ağlamanın sesi hem yükseltip hem de tıkayan havasıyla şarkıya devam etti. Radyoyu kapattı. Yeniden başladı şarkıya, yeniden, yeniden. Boğazı kasıldıkça rakı yudumlarıyla yıkadı. Bir şey istediğini hissediyor, tüm varlığıyla bu isteği sahiplenmeye, güçlendirmeye, ona dönüşmeye çalışıyordu. Birden “harmanım ben, harmanım” diye ayağa fırladı. Dengeyi sağlayabilmenin verdiği güvenle daha da gürleşti sesi. Tuvalete giderken yere yıkıldı. Altına işedi.
kafa
Allah’ım affet ya rabbim. Küçükken ne güzel ben, annem olsaydı şimdi de, babam bile bu hale düşmemişti hiç, allahım, yüce rabbim, yardım et allahım, bıktım, yarın and olsun işe gitcem, bilgisayar alcam bitane de, geç değil, müdürüm ben, allahım yardım et, bu da geçer allahım, dayancam sabretcem sabretcem sabır allah sabrendelerle beraber hem allah annem bu hale geldi mi hiç annem gibi hiç böyle allahım allahım yardım et ben iyi biriyim vallahi iyi biriyim allahım ta çocukluktan beri annemin hep yanındaydım allah var hep yanındaydım annem görseydi böyle allahım yardım et yarın gitmek lazım hem zor değil müdürüm ben ne gerek var bu kadar büyük dolaba oğlum en iyisi bu ana ikimiz bile sığarız yazın yatarız bile içine serin serin annem neden böyle oldum hacca da götürürüm seni annem merak etme iyi biriyim ben allahım askerde nişancıydım attım mı vururdum boynuzunu sağlam tut güçlü vur bıçağı erkek olcaksın ağlama korkma hadi aslanım allahım tövbe vallahi iyi biriyim ben o gün şey oldu ben kendim ağlamadım o gün iki tane jilet var iki eminim banyoda klorak da var gitmicem yarın klorak var jilet var annemi dinleyeydim oğlum vardı şimdi karşının kızıyla zabıt kâtipliği tercih yapsaydım o zaman annem dinlemedim seni sınava girsem yine kazanırım şimdi de komşunun kızını da balkonda beklerim ben de olur illaki sonra tayin bak gelinimin çeyizleri bunlar ben ölürsem çoraplar süveter vardı babam televizyon izlerken örgü yapardın hepsini veririm çoraplar süveter torunun annem öyle anadoluda sakin sakin memlekete gideriz o da senin gibi olur komşunun kızı da balkonda beklerim denk geliriz illaki yolda beklerim anca beklersin amına koyayım jilet var klorak var böyle bok gibi burda iki dakkalık iş banyoda fayansın üstüne akar öyle kırmızı kırmızı kutu var kutu kutu kutu
cin
İsa "Eli, eli, lama sabakhtani?" derken, Muhammed örtüsüne bürünürken, Bakunin yok etme tutkusunun yaratıcılığını haykırırken ben de vardım.
Hiçbir ana bensiz doğurmamış, hiçbir ölüm bensiz yaşanmamıştır.
Kilisenin insana kendisini Tanrı karşısında yalnız ve aciz hissettiren loşluğunda dua edende, ışıl ışıl bir camide omuz omuza bir olmanın ve tevhidin anlamını tadan müminde, keyifli bir zorlukla geleceğin sağlık örgütlenmesini kuran kafada, mahallenin delisini taşlayan çocukların masum zorbalığında, bir çocuğun duru yüzünü izlerken duyduğu şehvete lanetler okuyanda, bir türlü her şeye yetişemeyende, günlerini inatla sadece yelkovanı izleyerek geçirende, ölümden kaçanda, hayatın önüne gelen her rengine kara çalanda ben olmasam... Olabilir miydiniz hiç!
Hakikatin gözlerine bakarak düşünürken, anlayıp onunla birleşirken, çok yakınlarda olduğunu hissettiği “işte bu” duygusunun ardındayken kim hissetmez ki beni? Ayrılık ne kötü, kavuşmak ne güzel! Şükürler olsun kadere.


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Çadır'ın Kamen;_Taşların Dili adlı bölümünden;

Yad Taşı; Kazayla Yad taşından bir parça yutan bir keçinin, olur olmaz yerlerde, olur olmaz zamanlarda başına bulutlar toplandığı, gök gürlemeleriyle, şimşeklerle, yıldırımlarla tepesinden aşağıya bir anda bakır kazandan boşalırcasına yağmurlar boşaldığı, bu olurken diğer keçilere bir damla dahi yağmur düşmediği, bu menşei gizemli, meçhul yağmurun başlaması gibi kesilmesinin de birdenbire olduğu, bulutların, şimşeklerin, yıldırımların kesilip, kaybolup, eski haline döndüğü rivayet edilir.

Yada Kazaları; Yine böyle bir yadacının yağmur yağdırmaya uğraşırken, çişi gelip, kuytu bir yere gitmesi neticesinde, oradan geçen birisi suyu içer. O andan itibaren nereye giderse orada kesilmeyen, dinmeyen yağmurlar yağmaya başlar. Bu adam bu lanetten bir türlü kurtulamaz. Yağmurların ondan geldiğini bir süre sonra anlayan ahali adamı gittiği her kasabadan kentten kovar. Bütün ülkede, kalacak bir yer bulamaz. Ormana bir yere taşınır. Burası o ülkenin en yeşil, en gör ormanlı yeri olur.

Uşu Taşı, kötülük taşıdır. Yanından geçen çobanların içlerine fesatlık, olmadık aşklar, karasevdalar yerleştirme, hiçbir şey yapamazsa, soğuk kış gecelerinde rüyalarına çıplak dere hurileri şeklinde girip, onları cûnup yapma gibi kötülükler işler. Zaman zaman, Karakancaloz, Koz Kavuran, Husüm, Filizkıran, Kızıl Erik,Kestane Karası gibi fırtınalarla işbirliği yapıp, dağı bayırı, ovayı tarlayı, çardağı ağılı birbirine katıp, zarar verdiği, keçinin, koyunun yavrulama zamanları, Gorbo, Zleto gibi çoban ve sürü düşmanı cinlere yardımcı olduğu, onları kışkırttığı bilinir.


Re: Henüz Yazılmamış Bir Öykü İçin Girizgâhlar

Çadır 15_Derenin Müdavimleri 3_Asankya

Güneşli bir yaz günü. Deniz kıyısındayım. Kumda oynuyoruz. Kumları yığıp burnu denize bakan bir gemi yapıyoruz. Dalgaların kuma vurduğu, denizin olabildiğince içine doğru çalı, çırpıyı, soğan kabuklarını, kurumuş otları, sapları yığıyoruz. Üzerine ıslak kum atıyoruz. Koskoca bir şilep oluyor. Hatta okyanuslara bile açılabilecek dev bir gemi. En ucuna diktiğimiz sopanın tepesinde kâğıttan bir bayrak dalgalanıyor. Dalgalar gelip gemimizin burnuna çarpıyor. Gemimiz denizde gidiyormuş gibi olmuyor, denizde gidiyor. Baş tarafına koyduğumuz tahtaya oturup, denizin ortasında, belki de okyanusta seyreden gemimizin en uç noktasında olmanın keyfini sırayla paylaşıyoruz. Sıra bende. Tahtaya oturur oturmaz, benden büyük, sabırsız, benden yaşça büyük bir çocuk, beni geminin burnundan itip, denize düşürüyor. Üstüm başım ıslanıyor. Ağladı ağlayacak bir incedeyim. Bir yanımdan da ıslanmanın sevinci, hoşluğu yayılıyor. O anda, üzerinde çekiç gibi bir öfkeyi de taşıyan keskin, ‘İ’lerin uzayıp gittiği bir ıslık duyuluyor; Fiiiiiiiiiyyyuuuuv! Beni suya düşüren çocuk, dedemin ıslığını duyduğu an donup kalıyor. Yüzü kıpkırmızı kesiliyor. Kumsal boyunca, koşarak kaçıp uzaklaşıyor.