UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Dil ve Darp Meseleleri

26 Haz 2008
Barış Acar

Efenim,

ol hikâyat şöyledir.

Eren nam salmış Norveç somonu ile bendeniz bir vaktikerahette şu fasıl üzre münakaşaya tutuştuk: "Geyik yapmak" deyimi makbul müdür, değil midir? Bu epey vakittir aramıza karışmış zevceyi mekruh mu kabul etmeli, endamıyla kola takıp gezdirmeli mi?

Aşağıda bulacağınız ağız dalaşı buna hükmetmek içindir.

Kategori:

Re: Dil ve Darp Meseleleri

Bağıs yapmak, düğün yapmak, baskı yapmak, bulus yapmak, anlasma yapmak, bayram yapmak, arama yapmak, arastırma yapmak, dövme yapmak, değisiklik yapmak, dalıs yapmak, doğum yapmak, geçis yapmak, inceleme yapmak, iyilik yapmak, kayak yapmak, çeviri yapmak, çizim yapmak, giris/çıkıs yapmak, güncelleme yapmak

etmek, yapmak, eylemek gibi yardimci fiillerin dile yabanci dillerden giren sozcuklerle kullanilmasi garip oluyor gercekten. ama bu yardimci fiile neden kil olalim ki (bkz. kil olmak)? bize dilin yetersizligini gosterdigi icin mi? ustelik "geyik yapmak" nereden baksan 15 senedir dile yerlesmis, herkesin ayni anlama gelmek uzere kullandigi (havadan sudan konusmak) bir deyim. "geyik muhabbeti" deyiminin eylemlestirilmis hali. bunu baska turlu nasil eylemlestirecegiz? "geyik muhabbeti yapmak" mi diyecegiz? fark nerede? "geyik yapmak" dilin kendi icinden gelistirdigi bir deyimdir bence. kullanalim, kullandirtalim...


Re: Dil ve Darp Meseleleri

1. Yukaridaki cok sayida ornekle "geyik yapmak" arasindaki niteliksel fark hemen gorulebilir. bagis, dugun, baskı, bulus, anlasma... yapabilirsin. Yapmak yardimci fiili bu kullanimlarda dilsel tutarliliga sahip. Kayak yapabilirsin gercekten, cizim de... Ancak "geyik yap da goreyim seni" demezler mi adama! Ayni yapi yanlisi genellikle "dus yapmak" ornegiyle anlatilir. Ingilizcedeki ayni kalip turkceye aktarilinca boyle garip bir sey cikar ortaya. Bu ise dilsel daralmaya, yani o eylemi anlatmak için yeni yapim ekleriyle (turkce eklemeli bir dil oldugu icin) kurulmus yeni eylemler uretilebilecekken dilin kisirlasmasina yol acar.

Senin onerin dilsel anlamda daha tutarli gorunmekle beraber (geyik muhabbeti yapmak) muhabbet yapmak yerine muhabbet etmek yardımcı fiilini gereksindiginden yine sorunu cozmus olmuyoruz.

2. Tartismaya actigin ikinci yon ise, "canlilik", "ozgurluk" sorunuyla ilgili. iki farkli icerimi var:

2.1. Dil canlidir gelisir.

2.2. Dil konusunda baski yapilamaz.

Bu konu ilk basliktan da karmasik ne yazik ki. Ancak en azindan uzerine koca bir literatur oldugu soylenebilir.

Kisaca fikirlerimi ozetlemem gerekirse; dil canlidir ama canlilik yanlis etkilenmeleri kendiliginden duzeltmiyor yazik ki. Kanser ornegindeki gibi, yanlis hucrelerin metaztazi insani olume goturebiliyor. Yahu onlarda canli iste yaziktir yok etmeyelim cok mantikli bir cozum gibi gorunmuyor bana. Dilde bu kultur emperyalizmi olarak anilan unsurla (ve althusser'in ustyapinin belirleyici etkisine yeniden dikkat cekisinde oldugu gibi) cok rahat gelisebiliyor. Bunun orneklerini saymaya gerek yok herhalde.

Dil konusunda baski / yasaklama yapilamaz elbette. Ozturkce sorunuyla daha once bir hayli ugrastim ama adam akilli isin icinden cikabildigim soylenemez. Kavrami daha iyi anlattigini dusundugum, kolektif bellek uzerinde etkili olani secmeye calisiyorum. Ama yine de yeni ve guzel gelisecek olanin yolunu acma fikrini de hic kenara birakmiyorum.

Kisaca boyle ozetleyebilirim sanirim.


Soruyu Duyunca "Panik Yaptım"

Öncelikle merhaba,

Barış, senin ve Eren'in zihnini kurcalayan, hangisinin doğru olduğuna bir türlü karar verilemeyen bu soru; takip ettiğim, okuduğum kimi yayınlarda sık sık tartışılıyor. Hem de bu işin erbabından tut da dile meraklı birçok kişinin içinden çıkamadığı bir hal aldığını söyleyebilirim. Bu girişi sorumuza cevap bulmaktan öte - çünkü doyurucu bir yanıtı ben de merak etmekteyim - tartışmaya katılmak, oradan doğru sonuçlar çıkarmak için yaptım. (Giriş yapmak doğru mu oldu acaba?)

Öncelikle konuyu iki yönden ele alırsak, ana meselenin özünden uzaklaşmamış oluruz.

Birincisi: Yabancı dillerden dilimize girmiş, eylem türetme eklerinden birini alarak eylem hâline geçemeyen sözcükler, yardımcı eylem diye nitelendirilen "etmek, olmak, eylemek, kılmak, yapmak" sözcüklerinden birini alarak yüklem gibi görevlerde kullanılırlar.

Örnek: "Teşekkür" sözcüğü, "teşekkürlemek" biçiminde kullanılamadığından " teşekkür etmek" şeklinde kullanılabilmektedir.

Ancak bu yardımcı eylemi düşürüp yapım eklerimizden biriyle bu sözcükleri çekimleyebiliyorsak bu yardımcı eylem - çünkü yardım edeceği durum ortadan kalkar- gereksizdir artık. "Kuşku etmek" yerine "kuşkulanmak" denilebildiğinde bu durum oluşur.

"Yapmak" sözcüğünü de "panik yapmak, ütü yapmak, plan yapmak, liste yapmak, kopya yapmak, başvuru yapmak" oluşumlarında rahatlıkla düşürüp tek başına kalan ad soylu sözcükleri, uygun yapım ekleriyle "ütülemek, planlamak, listelemek, kopyalamak, başvurmak" şeklinde kullanabiliriz. O halde bu kullanımlardaki "yapmak" sözcüğü bir şey yapmadığından gereksizdir. - Bu eylemin asıl fiil olduğu yerler var, ona birazdan değineceğim.-

İkincisi: Yeri geldiğinde - yeri mi acaba ona değineceğim - "yapmak" eylemini "etmek" sözcüğünün yerine kullanıyoruz. "Park yapmak, tespit yapmak, gasp yapmak, havale yapmak, tasarruf yapmak" bileşik eylemlerinde bunların yerine pekâlâ "park etmek, tespit etmek, gasp etmek, havale etmek, tasarruf etmek" bileşik sözcüklerini kullanıyorduk.

Buradaki sorun sanırım "yapmak" sözcüğünün anlamlarına bakıldığı zaman çözülecektir.

Bu sözcüğü biz " Ortaya koymak, gerçekleştirmek, oluşturmak, meydana getirmek" , "Bir şeyi başka bir şey durumuna getirmek", "Bir dileği, bir isteği yerine getirmek, uygulamak" , "uğraşmak, meşgul olmak, bir etkinliği düzenlemek" gibi anlamlarda kullanıyoruz. "Etmek" sözcüğü yukarıdaki örneklerde, kendi başat anlamıyla -bir işi yapmak- kullanıldığından, bu örneklerde "yapmak" sözcüğünü kullanmak doğru değildir.

Gelgelelim sorunun en çetrefilli taraflarından olan " geyik yapmak, aşk yapmak, müzik yapmak, çet yapmak" bileşik eylemleri kuruluşları ve kullanılışları bakımından doğru mu yanlış mı sorusuna. Bu kullanımların bana kalırsa doğru yanlış değerlendirmelerinin ötesine geçilerek dil zevkine, Türkçe'nin zenginliğine, kişinin ifade gücünün çeşitliliğine kattıkları benzer bir şekilde götürdükleri üzerine tartışmalar yapılabilir. - Tartışılabilir mi desek acaba?-

"Geyik yapmak" yerine " çene çalmak, gevezelik etmek, lafa dalmak, çene yarıştırmak" ; "aşk yapmak" yerine eskilerin kullandığı "sevişmek" ; "müzik yapmak" demektense "müzikle ilgilenmek, müziği icra etmek" dersek ifade gücümüz daha da genişlemiş olmaz mı?

Son olarak "yapmak" sözcüğü bazı bileşik eylemlerde, "işin belli bir zaman dilimine yayılması" anlamına denk düştüğünden bu anlam farklılığını dikkate alarak sözcüğü kullanmalıyız.

"Kimi okullar zaman zaman yetkililer tarafından denetleniyor." tümcesinde "denetlemek" sözcüğü; " Biz müfettişler bu okullarda denetleme yaptık." tümcesindeki anlamından ayrı olduğu için trafik polisleri "bekleme yapma" dediğinde hangi anlamı düşünürek bileşik eylemi kullandıklarını merak edesim ve sorasım geliyor.

Dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Katkılarınızla bu tartışmalar daha da renklenecektir.

Sevgiyle...


Re: Dil ve Darp Meseleleri

""
"Geyik yapmak" yerine " çene çalmak, gevezelik etmek, lafa dalmak, çene yarıştırmak" ; "aşk yapmak" yerine eskilerin kullandığı "sevişmek" ; "müzik yapmak" demektense "müzikle ilgilenmek, müziği icra etmek" dersek ifade gücümüz daha da genişlemiş olmaz mı?

Abdullah konuyla ilgili yaptigi bilgilendirici giristen sonra boyle bir sonuca/ oneriye ulasmis. Buna bir diyecegim yok, ama bu, benim acimdan tartismanin icinde degil (zaten onun da boyle bir iddiasi yok anladigim kadariyla). Her zaman kaliplasmis ve populerlesmis tek bir ifadenin yerine baska ifadeler kullanmaya calismak, yakin anlamli ya da esanlamli sozcuklere basvurmak anlami degilse de anlatimi zenginlestirir. Bu genel durum, "geyik yapmak" icin de gecerli elbette.

Benim konuyla ilgim yalnizca "okur" olmamdan kaynaklandigi icin soz konusu tartismalara hakim degilim. Dolayisiyla ulastigi noktayi bilemiyorum. Benim garibime giden su: "geyik" yabanci dilden gecme bir sozcuk degil. Dolayisiyla, "geyik yapmak" dedigimizde aslinda "dus yapmak"tan farkli bir sey soylemis oluyoruz. Cunku "dus", yikanmak isi. "Dus yapmak" da yikanmak. Ama geyik bir hayvan, "geyik yapmak"sa bos konusmak demek. Yani sozcugun ifade icinde kullanimi bana daha cok "deyimlesme" gibi gorunuyor (varsa artik boyle bir sey). "Gote gelmek" gibi, "etekleri zil calmak" gibi, "adama donmek" gibi... Dolayisiyla, "geyik yap da gorelim" diyen adama ben de "gote gel de gorelim", "ayak dire de gorelim", "veryansin et de sigaramizi yakalim", derim.

Baris'a hitaben:
Bu durumda senin de ifade ettigin gibi daha cok bu sorunu dilin canliligi acisindan ele almak egilimindeyim. Bunun cetrefil bir konu oldugu konusunda da sana katiliyorum. Ustelik kanser benzetmeni de oldukca yerinde buluyorum. Dile yabanci dillerden giren sozcukler konusunda dikkatli olmaya calismanin "kultur emperyalizmi" baglaminda anlamli oldugunu dusunuyorum (bu da kafamin karisik oldugu konulardan). Ancak "geyik" zaten Turkce oldugu icin, ifadede de yabanci dillerden gelen bir sozuk olmadigi icin tam olarak bu kapsama oturtmak guc olabilir diye dusunuyorum. Bu bir.

Ikincisi daha zor: dilin icindeki hangi yapinin kanser hucresi olup olmadigina nasil karar veriyoruz? Buna karar veren mekanizma nedir? Bunun icin belirlenmis kriterler varmidir ki, bir ifadeyi gorur gormez onun niteligi hakkinda karar verebilelim? Mesela ben de kalkip CD'ye "yogun teker" demeyi kanser belirtisi olarak kabul edebilir miyim?

Bir sorum daha var: "Bulent'le futbol geyigi yaptik." cumlesini "geyik yapmadan" nasil ifade ederiz? "Bulent'le futbol uzerine sohbet ettik." "Bulent'le futbol konusunda cene caldik." "Bulent'le futbol konustuk." Baska oneriler var mi? Ben, en azindan kendi onerilerimin, ilk cumledeki anlami karsiladigini dusunmuyorum. Belki anlami karsiliyor, ama iste o zaman da anayasa mahkemesi raportoru uslubunu benimsemis gibi hissediyorum kendimi...

Uzattigimin farkindayim. Son olarak, Ali Puskulluoglu'nun vefati uzerine, bir de bu tartisma gelince Dil Dernegi'nin web sayfasina girdim. En ustteki banner'da (bunun Turkcesi nedir?) "Ozlestirme durdurulamaz" Omer Asim Aksoy yaziyordu. Bu konuya ayrica girmek istemiyorum. Ama bana gercekten komik geldigini soylemeliyim bu ifadenin. Hele bir dil derneginin web sayfasinda iyice komik...

Not: Forum icin degil de e-posta olarak yazildigi icin uslup olarak bir forum tartismasindan uzaklasiyor olabilir. Ancak, bunun, soz konusu nedenle hos karsilanacagini umuyorum.


Deyimin Kökeni ve Anlamı

Eren'in sorduğu bir takım sorulara daha sonra yanıt vereceğim, ama önce şu deyim mevzuunu çözmek gerekiyor.

Asım Aksoy'un Deyimler Sözlüğü'nde bu deyimden söz edilmiyor. Doğal tabi. O yıllarda "geyik" yapılmıyordu herhalde. Geyikle ilgili yalnızca "geyik etine girmek" deyimi var. Genç kızın olgunlaşması anlamında kullanılıyormuş.

İnternette biraz araştırdım, iler tutar çok bir şey yok. Ekşi sözlükten bir iki açıklama, doğru olup olmadığı bir yana, deyime dair kafa açıcı olması anlamında fena değil. Şöyle:

""
7. geyigin boynuzlari ornek alinarak gittikce dallanip budaklanan sadece zaman gecirmek icin yapilan ve hicbir bilgi,kultur alisverisinin olmadigi sohbet turunun tumune verilen ad. (zody, 09.10.2001 14:06)

""
14. geyik muhabbetinin asil kokeni geyiklerin basbasa verip cene takirdatmasindan ileri gelir. olay soyle*; ren geyikleri kisin ahirlarinda usudukleri zamanlarda birbirlerine iyice sokulurlar, ancak boynuzlar birbirlerine cok iyi temas etmelerini engelledigi icin yine de cok yanasamazlar birbirlerine ve usurler. haliyle ceneleri titrer ve sanki kafa kafaya vermisler de konusuyorlarmis izlenimi yaratir goruntu. iste geyik muhabbetinin asil kokeni budur. arz ederim.
(allbattross, 15.01.2003 12:03)

""
24. geyiklerin çok soğuk havalarda daha öncede yazılmış olduğu gibi donup ölmemek için bir araya toplanıp genelde çembere benzer bir şekil alıp (fakat bu sefer daha önce yazılmış olduğundan farklı olarak) nefes alıp vererek ortamı ısıtmaya çaılşmaları insanların da bir araya toplanıp onlar gibi ağızlarını oynatmalarına benzetilmiş sanırım..fakat burada insanlarla geyiklerin arasındaki fark bariz.. birisi hayatını kurtarmak donup ölmemek için yaparken bunu diğeri gerektiğinde zaman öldürmek saçmalamak bir nevi eğlence falan amaçlı yaparmış hatta bu ikinci tür birde utanmadan yaptığı bu işi ilk türün ölüme karşı verdiği direnişe benzetmiş..yazık bize
(nds, 27.02.2005 13:47)

Tümünü görmek isteyenler için: Kaynak


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Wikipedia ifadenin kaynagina belirli olcude aciklik getirmis (link).


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları adlı kitabında "yapmak" sözcüğüyle ilgili Süleyman Nazif'in tepkisini şöyle aktarır:

" Üstad, günlük gazete yazılarımın birinde, bilmem kimden bahsederken, bilmem neden dolayı "vazifesini yaptı" diye bir
tabir kullandığım için başka bir gazetede beni bir ortaokul öğrencisi gibi paylamış ve şu yapmak fiili çıkalı birçok şeyler
yıkıldı diye kükremişti. İtiraf ederim ki o günden beri, ben hâlâ "yapmak" fiilini kullanırken tereddütten tereddüde düşerim; hele Türkçede "vazife görmek, vazifesini yerine getirmek" gibi söz şekilleri varken "vazifesini yapmak" demekten ürkerim ve günlük gazetelerin baş sayfalarının 36 puntoluk manşetlerinde sık sık gözüme çarpan "konuşma yaptı, açıklama yaptı" gibi laflar karşısında üstadın hayalini görür; diken diken sakalı ve sivri dişleriyle üstüme saldırır hissederek irkilir kalırım.

Süleyman Nazif iyi ki vaktinde öldü. Yoksa elinden ve dilinden çekemeyeceğimiz kalmayacaktı. Yoksa aklını oynatıp bizi boğmaya kalkışacaktı. Hayır belki de Türkçeyi yeni öğrenmeye başlamış bir ecnebiyi taklit ettiğimizi sanarak kahkahalarla gülecekti. Ya da bize şöyle sataşacaktı: "Mademki konuştu yerine konuşma yaptı diyorsunuz; neden geldi yerine gelme yaptı, gitti yerine gitme yaptı demiyorsunuz."(173. Drunk

Yakup Kadri'nin anılarından öğreniyoruz ki "yapmak" sözcüğüne dair tartışmalar, bundan yüz yıl öncesinde de kimi yazarların gündemine girmiş. S. Nazif'in tepkisini şu yönden çok doğru buluyorum:

Deyimlerin veya deyimleşmeye eğilimli söz öbeklerinin en işlevsel yönleri, günlük dilde anlam farklılığını tam ifade edemediğimiz kimi durumların konuya uygun deyimle bir çırpıda, söyleyeni zorlamaksızın, kimi zaman içinde mizah payı barındırarak -Tut kelin perçeminden, eşek cilvesi- açıklamalarıdır. Böylece birkaç tümce ile meramınızı anlatmaktan kurtulur, karşı taraf da derdinizi anlayıverir.

Bu bilgiler ışığında " Vazifemi yerine getirdim." dediğimizde, tümceden "sözü söyleyenin sorumluluğu, görev bilinci" gibi anlamlar çağrışırken " O kurumda ben yıllarca vazife gördüm." dendiğinde ise daha çok kişinin mesleğine dair çağrışım alanı oluşur. Ancak iki durum için "Vazifemi yaptım." dediğimizde bütün o çağrışım ışıltıları sönüverir.

Sanırım Barış'ın kanser nitelendirmesiyle sorun olarak gördüğü yayılma bu. "Yapmak" sözcüğünü cebine koyarak uygun olan veya olmayan her durum için bu sözcüğün kullanılması gitgide dilde kısırlığa, zevksizliğe yol açacaktır. Her şey "yapmak" ile karşılanacak, zamanla "etmek, yerine getirmek, bulunmak, yürütmek" sözcüklerinin yarattığı anlam olanakları unutulacak.

"Geyik yapmak" elbette ki dile yerleştiği için kullanılacaktır. Ancak "çene çalmak, havadan sudan konuşmak, laflamak" ifadelerini unutturmaması şartıyla.


"Mithatpaşa stadının pilonlarına projektörler monte edildi."

Abdullah'in soylediklerinin tamamina katiliyorum. Dil, nuanslarini koruyabildigi ve artirabildigi olcude zenginlesip ifade olanaklarini artiracaktir. Aslinda dil konusundaki tartismalara iki nedenle fazla girmek istemiyorum. Ilki, bu tartismalarin, benim bilgimin zaten dar olan sinirlarini asmasi, ikincisiyse, dile olan islevselci yaklasimim nedeniyle, bu tartismalarin -benim acimdan- buyuk olcude sonucsuz kalacagina inanmam. Yine de dille ilgili bir kafa karisikligi yasadigimda donup tekrar okudugum bir metin vardir: Murat Belge'nin 1982 tarihli Turkce Sorunu baslikli bir yazisi. Bu tartismaya girince de bu yaziyi tekrar okudum. Belge'nin bilinen mizahi uslubuyla orulmus, dil tartismalarinin tarihine iliskin bir ozelestiri yazisi. Bilgisayarda okumak icin uzun sayilabilecek bu yazidan bazi alintilari asagiya kopyalayacagim. Ancak ondan once Abdullah'in ve Baris'in soylediklerinin bana cagristirdigi bazi baska sorulari siralamaya calisaiym.

""
"Geyik yapmak" elbette ki dile yerleştiği için kullanılacaktır. Ancak "çene çalmak, havadan sudan konuşmak, laflamak" ifadelerini unutturmaması şartıyla.

"Geyik yapmak"i "yapmak" yardimci fiiliyle turetilmeye calisilmis diger eylemlerden ayirmaya calisma nedenim burada gozle gorunur hale geliyor. "Chat yapmak" ("cet yapmak"?) gibi bir ifadeyi savunmayip "geyik yapmak"i savunmam, aslinda onun "cene calmak, havadan sudan konusmak" gibi baska deyimlerle birlikte anilabilmesindendir. Kendine ait bir tarihi olan ve dilin/ kulturun kendi icinden yarattigi bu ifadeyi bu denli sahiplenmeye calismamin dili kurallara baglamaya calisan kadim bir zihniyete itiraz etmek gibi bir tarafi da var elbette. Ama, bu baska bir tartismanin konusu sanirim.
""
Kisaca fikirlerimi ozetlemem gerekirse; dil canlidir ama canlilik yanlis etkilenmeleri kendiliginden duzeltmiyor yazik ki. Kanser ornegindeki gibi, yanlis hucrelerin metastazi insani olume goturebiliyor. Yahu onlarda canli iste yaziktir yok etmeyelim cok mantikli bir cozum gibi gorunmuyor bana. Dilde bu kultur emperyalizmi olarak anilan unsurla (ve althusser'in ustyapinin belirleyici etkisine yeniden dikkat cekisinde oldugu gibi) cok rahat gelisebiliyor. Bunun orneklerini saymaya gerek yok herhalde.

Oyle saniyorum ki, gunluk dilde cokca kullanilan bircok kelimenin baska dillerden (dolayisiyla baska kulturlerden) geliyor olmasina kimsenin itirazi olmayacaktir. Bundan sonra benzer bicimlerde gerceklesecek etkilesimlerin kacinilmazliginin da herkesce kabul edildigini varsayiyorum. Iletisim olanaklari bu kadar artmisken kulturler ve diller arasi etkilesimin de ivme kazanmasi da oldukca dogal. Itiraz, bu etkilesimin "kultur emperyalizmi" adini alan asimetrik bir bicimde gerceklesmesine. Yalnizca birkac sozcugun ya da gramer kalibinin bir dilden digerine gecmesiyle sinirli olmayan, bir dusunme biciminin ihrac edilmeye calisilmasina dayali, ekonomik sistemin dogal sonucu gibi gorunmekle birlikte, esasinda bilincli bir cabanin da urunu olan bir dayatmadan soz ediyoruz bu durumda.

O zaman "geyik yapmak"in kultur emperyalizmiyle (yoksa kulturel emperyalizm mi?) iliskisine egilmek gerek. Her ne kadar bu konuda cok istekli olmasam da birkac soru sormak istiyorum. "Geyik muhabbeti"nin 80'li yillarin basinda Cihan Demirci tarafindan insanlarin bos konusmasini elestirmek amaciyla baslatildigini, yani olumsuz bir vurgusu oldugunu, ancak gelinen noktada tam tersi bir nuansla "gulup eglenerek sohbet etmek" gibi bir anlama kavusmasi, "bos"lugu oven (empoze eden) bu emperyalist surecten (bir baska deyisle 12 Eylul'den) bagimsiz midir? Eger bagimsiz degilse, bu bagimlilik, onun, daha once savundugum gibi, deyimlesmis oldugu gercegine etki eder mi?

Soz verdigim gibi, Belge'nin yazisindan hosume giden birkac cumleyi alintilayarak bitireyim (iyi biten her sey iyidir Smile ):

""
Osmanlıca'nın yapaylığında elbette bir sağlıksızlık potansiyeli vardır, ama halkın dilini konuşması aynı şekilde sağlıksız görülmemeli. seçkinlerin dili, ister bürokratik, ister edebi, ister başka nedenlerle olsun, yapmacıklığa her zaman açıktır. Ama halk dilinde iletişimsel bir işlevsellik her zaman için uzun vadede belirleyicidir. Işlevsiz olan yaşayamaz.

""
Ikinci olay ise Batı'ya açılmadır. O zamana kadar zorla kapı dışında tutulan Batı uygarlığını daha fazla bekletme imkanı kalmamıştır artık. Ama açılınca da, içeri seller akmak durumundadır. Ilk belirleyici karşılaşmalar yine pratik alanlarda olur. Örneğin, tıp terimleri, hukuk terimleri gibi sorunlar çıkmıştır Osmanlı devletinin karşısına. (Agâh Sırrı Levend bu konuda bilgi veriyor.)[2] Uygarlık, hele bilim, "terimsiz" ele alınamaz. Bunları almak zorunlu olduğuna göre, ne yapılacaktır? Osmanlı uygarlığı, bu noktada, asıl eksikliğinin bilincine varmalıydı: Kelimelerin yetersizliği, dilin yetersizliği değildi söz konusu olan. Birkaç yüzyıldır bu biçimde düşünmemişti Osmanlı uygarlığı. Dolayısıyla eksik olan bir kavramın adı, kelimesi değil, kavramın kendisiydi. Bu tarihlerde, "kavram" kavramını tartışacak bir kelime bile bulunmadığını hatırlayalım ya da, Muallim Naci'nin "tenkid" mi demeli, "intikad" mı tartışmasını. Ne deneceği o kadar önemli değildi. O kavramın kendisi oluşmamıştı henüz (şimdi buna "eleştiri" diyoruz da, "eleştiri" yaparken gerçekte ne yaptığımız hâlâ şüpheli). Bu yeni "ıstılah"lar Arapça'dan mı bulunmalıydı? Yoksa Ali Suavi'nin dediği gibi, Batı dillerinden Türkçe telaffuza uydurularak mı alınmalıydı? Tanzimat döneminde, bu gibi kavramlara Türkçe karşılık aranacağının pek akla gelmediği görülüyor. Bu sorun karşısında da, en önemli iş yapan, resmî bir kuruluş, "Terceme Odası" oldu. Pek çok Osmanlı aydını bu kurumda yetişip "aydın" olmuştur. Türkçe'nin söz konusu durumunda, yabancı dil bilmek aydın olmanın ilk ve zorunlu koşulu haline gelmişti.

Tanzimat'ta edebiyatçılar da devlet gibi, "kamuoyu" ile karşı karşıya geliyorlardı. Dolayısıyla dil konusunda onlar da benzer bir tutum benimsediler. Hele tiyatro ve roman gibi, sayısı görece çok alıcılara hitap etmesi gereken türlerde, konuşma dilinin söyleyişini egemen kılmaya çalıştılar. Gene de, gerek romanda, gerekse tiyatroda sık sık başvurulan "tirad"larda, dil hemen ağdalanıyor, yapaylaşıyordu ("resmî duygulara" hitap eden "resmî duygu dili"). Bu dönemde yapılanlar, daha sonrakilere göre çok küçük çaplı diye küçümsenebilir; ama atılan adımlar önemli ve belirleyiciydi. Tarihi doğrultuya uygundu. Latin alfabesinin alınıp alınmaması bile bu dönemde tartışıldı (tabii "hezeyan" niteliğinde pek çok şey söylendi).


""
Ionesco'yu hatırlatan bu küçük senaryoda "doğruluk" ölçütünün kullanım (istimal) değil de etimoloji (iştikak) olduğunu görüyoruz. Öz Türkçecilerin tersine bu encümenin bazı üyeleri dilimizdeki Arapça ve Farsça kelimelerin kendi eski özlerine (kadim asaletlerine) uygun kullanılmasını istiyor. "Halkın kullandığı kelimeleri ilim kabul edemez". Temel felsefe bu. Böylece, "dikkat" yerine "iltifat"demek gerekiyor. Örneğin askerlikte, komutan gelirken çavuşun birliğe "iltifat!" diye bağırdığını düşünebilirsiniz; buna benzer pek çok saçmalık düşünebilirsiniz. Ama encümen üyeleri bu gibi şeyleri "iltifata almıyor"; çünkü onlar daha yüksek bir otorite tarafından, halka bir dil yapmak ve dikte etmekle görevlendirilmişler. Bu işi yaparken, "avamın galatat"ının ayaklarına dolanmasına izin vermeye hiç niyetleri yok. Doğru dili encümen temsil ettiğine göre, halkın da halt etmeyip onların istediği gibi konuşması gerek.

""
Sürecin kendisinin çelişikliği, onun kişiliğinde de yansır. Ataç genellikle, değiştirdiği, yenisini bulduğu kelimelerle tanınır ve bu çerçevede tartışılır. Ancak, dil üstüne düşünen, radikal ve militan tavır alan bir kişi olmanın ötesinde, usta bir yazardı Ataç. Bence asıl olumlu katkıları bu noktada aranmalıdır. Ilkin, genel anlamda dil titizliğini bir çok yazara kabul ettirmiş bir yazardır. Gelişigüzel ve hamasi laflar söylemeye karşı, daha öz Türkçeci olmadan evvel de savaş açmıştı. Noktalama işaretlerinin kullanımında bile dikkatli olmak gerektiğini birçok yazar Ataç sayesinde öğrendi. Ikinci olarak, Ataç usta bir üslupçuydu. Türkçe'nin kullanımı sorununa da yalnız kelimelerin "arı" özü çerçevesinde değil, aynı zamanda söz dizimi çerçevesinde bakmıştı. Bu yanı hiç öne çıkarılmadığı halde, Türkçe'nin yapısını araştırmış ve yazılarıyla örneklendirmiş bir yazardır Ataç. Eski bir dilsel ayrımı kullanarak, Türkçe'nin "analitik" değil, "sentetik" bir dil olduğunu söyleyelim. Bu, kısaca, söz diziminde anlamın kelime yerine değil, takılara bağlı olması anlamına gelmektedir. Analitik bir dil olan Ingilizce'de "Brutus killed Ceasar" derseniz, Brutus Sezar'ı öldürmüş olur. Türkçe'de ise özne, nesne, tümleç vb. bu işlevlerini takılarla edindikleri için, cümle içinde yerlerinin değişmesi anlamı değiştirmez. (Sezar'ı öldürdü Brutus, öldürdü Brutus Sezar'ı, öldürdü Sezar'ı Brutus vb.) Bu durumu iyi sezen Ataç, Türkçe cümle yapısıyla mümkün olabilecek çeşitlemeleri bir estet titizliğiyle sergiledi. Öteki konularda olduğu gibi burada da eleştiriye uğradı. "Devrik cümle" düşmanları belirdi. Oysa özellikle konuşulan dilde "devrik" denilen cümle tipi Türkçe'nin asli bir yapısal öğesidir. Ayrıca da Ataç, söz diziminde çeşitleme yaparken hiçbir zaman mekanik olmamış, "devrik" cümle yaparken bununla her zaman özel bir nüans katmayı başarmıştır. Ama bunu mekanik bir biçimde çoğaltan birçok yazar, yıkmaya çalıştıkları söz dizimi kadar monoton, tatsız, taklitçi ve anonim bir üslup çıkardılar. Son olarak bir de şu söylenebilir: bir çok yazar, eski söz dizimini, eski kelimelerle düşünüp yazıyor, sonra da moda olduğu için sözlükte yeni karşılıklar bulup bu eski kelimelerin üstünü karalıyordu. Ataç, söz dizimini yeni kelimelerin çağrışımlarına, mantıklarına göre düzenleyebilen bir yazardı. Bu yüzden, en bilinmedik yeni kelimeler kullandığı zaman bile, yazının gelişme mantığından, tanımadığınız kelimenin hangi eski kelimenin yerini aldığını tahmin edebilirdiniz. Çoğu öz Türkçeci ise, sırf kelimelerinin yadırgatıcılığından değil, cümle kurmaktaki hantallıkları yüzünden anlaşılmaz oldular.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Eren'e ne kadar teşekkür etsem az. Okumamıştım Belge'nin metnini. Benim de yazıdan alıntılayacağım kimi yerler olacak, çoğu Eren'in anlatmak istediğiyle örtüşür nitelikte.

Bu konuya girmeden önce şunu belirtmek isterim. Yazı, Türkiye'de henüz kültür endüstrisinin ciddi anlamda işlemediği ve Türkçe'de kültürel emperyalizm olarak adlandırlabilecek bir dönemin oluşmasından önce yazılmış.

Bununla birlikte, Eren'in açıklamalarıyla, tepkimin "geyik yapmak" ifadesinden ziyade yapmak yardımcı fiilinin Abdullah'ın çok güzel örneklemiş olduğu kötü kullanımlarına karşı geliştiğini görüyorum.

Belge'nin yazısı dil sorunuyla ilgilenen kimselerce mutlaka okunmalı diye düşünüyorum. Bu nedenle iletimin sonuna pdf dosyası olarak ekleyeceğim. Böylece internet üzerinden okuma şansı olmayanlar, bu hayli uzun yazıyı (27 sayfa) evlerinde okuyabilirler.

Metinde Belge'nin örneklediği Gökalp'in dikkat çektiği sorunu yaşıyoruz hala:

""
Arapça ve Farsça kuralların da atılmasını savunur Gökalp. Gerçekten, her uygarlıkta ve dilde ödünç almak doğal, hattâ zorunlu olduğu halde, bir dilin öbüründen gramer kuralı alması oldukça tuhaf bir durumdur ve Osmanlıca'da buna fazlasıyla sık rastlanır. Bazı kalıntılarını hâlâ yaşıyoruz: "camisi" mi demeli, yoksa "camii" mi gibi? Çağdaş dilbilim bu konuda kullanıma ağırlık verir �az önce çalışmalarına göz attığımız "ilmî encümen"in tersine. Bu durumda "camisi" demek herhalde daha doğru olacaktır.

Bir dilin kendi içinde gelişmi ve kavram üretmek sorunun can alıcı noktası elbette:

""
Örneğin Ingilizce'de "sensual" ve "sensuous" kelimeleri var; ikisi de, yeni türeme kavramlarımızdan "duyusal" ile karşılanıyor. Oysa Ingilizce'de ikinci kelimenin "şehvet"e daha yakın çağrışımları var. acaba biz de Türkçe bir başka kelime türetsek, örneğin "duymal" desek, bunu "sensuous" yerine kullansak, falan filan. Oysa Ingilizce'deki bu ayrım başka Avrupa dillerinde bile olmayabilir. Bir dilin kendi gelişmesi içinde böyle nüanslar çıkabilir, ama bunlar vazgeçilmez şeyler değildir. Dil, anlamlarını bir kültürün içsel yaşayışıyla elde ettiği için her dilin kendine özgü olan ve başka dillere pek çevrilemeyen kelimeleri vardır. Cenap Şahabettin gibileri böyle bir öneride bulunurken, akıllarında Fransızca, Ingilizce, Almanca gibi birkaç Avrupa dili vardır; yani, bakışları Avrupa-merkezlidir. Aynı şeyleri bütün dünya dilleri için düşündüğümüzde, önerinin saçmalığı ve imkansızlığı ortaya çıkar.

Hüseyin Cahit dertlerimi pek güzel özetlemiş:

""
"Bütün bunlarla beraber, hiçbir şey yapmayalım, ellerimizi kavuşturarak, kaza ve kaderin hükmünü bekleyerek dil işleriyle alâkadar olalım, demek istemiyorum. İsrar ettiğim nokta dil bahsinde her şeyin bizim irademize tâbi olmadığını, tabiî kuvvetler karşısında beşerî mücadele için bir had bulunduğunu unutmamak lüzumudur. Yoksa, daimî olan tekâmül ameliyesinin umumî seyrini kolaylaştıracak ve hızlandıracak surette bazı âmiller vücuda getirebilmek imkânı teslim olunabilir.

Belge'nin metnindeki en güzel eleştirisi bana kalırsa:

""
Çoğu öz Türkçeci ise, sırf kelimelerinin yadırgatıcılığından değil, cümle kurmaktaki hantallıkları yüzünden anlaşılmaz oldular.

Çoklu bozulma diyebileceğimiz bir durum neredeyse:

""
..."trans"lı kelimeler listesine bakarsak, örneğin "transcendental" gibi bir kavram Türkçe'de "aşkıncılık" olurken "translate" için "çevirmek", "transparent" için "saydam", "transform" için ise "dönüştürmek" diyoruz. Yani, aynı kökü her zaman aynı şekilde, Türkçe'nin tekabül eden köklerine çeviremiyoruz. Böylece, Ataç'ın ortak köklere bağladığı "düşünce disiplini" zaten mümkün değil. Daha önce, Cenap Şahabettin'in özlemine ilişkin olarak söylediğim gibi, bunu büyük bir sakınca saymamızın da nedeni yok. Çünkü Greko-Latin kültürü de bu kelimeleri ya da kökleri, evrensel mantığın temeli olarak değil, gelişigüzel kullanmıştı

Burası epey eğlenceli:

""
Bütün bu olup bitenlerden Türkçe istendiği, umulduğu gibi "özleşebildi" mi? Gerçi pek çok kelime değişti, ama dilin gerçekten özleştiğini söyleyemeyiz. Gündelik dilde kullandığımız yüzlerce ve binlerce kelime, biz bunların çoğunu Türkçe sandığımız halde başka dillerden alınma. "Dam" gibi sıradan bir kelime Latince "Domus"tan geliyor örneğin. Yerleşik konutların çeşitli parçalarının adları, doğal olarak o düzeni kurmuş olanların verdiği adlara bağlı kalacak, ama örneğin "çadır" da Farsça "çader"den geliyor. "sokak" ile "cadde" de Arapça. Haftanın günlerinin adları Türkçe değil. "Davul" ile "zurna" da öyle. Bedenin dıştan, gözle görünür organlarının çoğu Türkçe, ama iç organlarının çoğu Türkçe değil; mide, ciğer, beyin, böbrek, işkembe, kalp (sonuncusunun Türkçe'si de yaşıyor, ama örneğin "yürek hastalığı" diyemiyoruz). "Pencere" de başka dilden, "perde" de. "sofra", "leğen", "cep", "parça", "çarşaf", (çar-şeb), hattâ "hoşaf" da yabancı kökenli. "Çoban", "çarık" gibi Anadolu yaşayışına özgü kelimelerin de Farsça'dan gelmesi şaşırtıcı değil mi? "Serçe", "sincap", "tazı", ve daha nice sıradan, basit hayvan adları da Türkçe değil. "Akasya" ve "fesleğen" Yunanca'dan, "fındık" Arapça'dan, "nar", "çınar", "armut"(emrud) Farsça'dan. Gemicilikle ilgili terimlerin çoğu, "sintine"den "iskele"ye kadar, Italyanca'dan. "Istimbot", "tornistan" gibi buhar-sonrası terimler ise Ingilizce'den. "Hedef"i, "maksat"ı kovalayarak benimsediğimiz "amaç" da Farsça. "Hudud" yerine koyduğumuz "sınır" ise Yunanca. "Fener" gibi. "Peynir" Farsça'dan geliyor, "susam" Arapça'dan. Sebzelerinin pek azının adı Türkçe. "Rende" ve "testere" gibi sıradan aletler Farsça. "Kahkaha" veya "esmer" gibi akla gelmeyecek kelimeler de Arapça'dan çıkıyor. "Orospu" Arapça; "dara düşmek"teki "darr" Arapça, "püf" de Farsça, "söndürülmüş" anlamına gelen "püfkerde"den. Anadolu yemeği diye bildiğimiz "kaygana", Arapça "haygene"den; "paça" Farsça "pa-çe"den. "Yağma" kelimesi bile Farsça.

Buralarda golü yiyorum örneğin:

""
"Kelime" için bulduğumuz "sözcük" son derece yanıltıcı: "söz"ün küçüğü anlamını veriyor, büyüyememiş söz gibi bir şey. "Edebiyat" için yazın demek de bir tuhaf: "sözlü yazın" ne demek oluyor, örneğin?

Bu eleştiri de çok haklı görünüyor:

""
Sözgelişi "kurgu". Eskiden bunun "saat kurgusu" gibi basit bir anlamı vardı. Şimdi "bilim-kurgu" diyoruz ve sonra da "fiction" ile türevlerinin karşılığı olacak şekilde geliştiriyoruz kurguyu. Derken "spekülatif düşünce" için de "kurgu" diyoruz. Bu da yetmiyor, sinemada "montaj" anlamına da "kurgu" kullanılıyor. Bu kadar çok anlamlı olmak, anlamsızlaşmakla aynı şey.

Uff:

""
Bir başka şair için, "Kentsoylu insanın sanayileşme karşısında duyduğu korkuyu dile getirir," diyordu. O gazeteden, burada düşen, atlanan bir kelime var mı diye sordum; olmadığını söylediler. "Kentsoylu", "burjuva"nın karşılığı diye biliyorum. Tarihten bildiğim kadar burjuvalar sanayileşmeden korkmazlar, çünkü kendileri yaratmışlardır endüstriyi. Herhalde "kentli insan" anlatılmak isteniyor. O yazar, "kentsoylu" yerine "burjuva" diyor olsaydı, bu yanlışı yapmazdı. Ne olsa "burjuva" kavramının tanımı daha belirli. Ama "kentsoylu" filan gibi tarihsiz kelimeler lastikli oluyor, nereye çekseniz uzuyor. Demin dediğimi de buraya uygulayabiliriz: kavramları takımları içinde düşünmeyince çıkacak güçlükleri �"küçük burjuva" ya da "küçük kentsoylu" mu denecek? O zaman bunu da "kasabalı" sananlar çıkmaz mı?

Bu arada Belge'nin yazının içinde değinip geçtiği Esperento'nun kökenlerini çok bilmiyorum ama bana epey ilginç geldi.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Esperanto

Bu dilin öğrenimi bile yapılıyormuş:

http://www.cursodeesperanto.org/bazo/index.php?tr

[attachment=0]Turkce_Sorunu_Murat_Belge.zip[/attachment]

EkBoyut
Turkce_Sorunu_Murat_Belge.zip 335.61 KB

Re: Dil ve Darp Meseleleri

Arkadşalr, bu sayfadaki (bölümdeki/başlıktaki) yazılan metinlerin tümünü çok beğenerek okudum. Elinize ,aklınıza sağlık. Barış'ın giriş metnini bu sayfayı her açtığımda okuyorum,"geyik muhabbetti" tartışması ancak bu kadar güzel başlatılır. Ve devamı çok çok iyi. Murat Belge'nin yazısının tümünü okuma şansım olmadı alıntılar okumaya zorluyor beni.
Yazılanları okuduktan sonra sayenizde, "yapmak, etmek" yardımcı filleri üzrine düşünme gereği duydum. Bu filler süreci değil de sonucu mu çağrıştırıyor daha ziyade? bana öyle geldi. Siz ne dersiniz? Eğer böyle ise, süreçle değil de öncelikle sonuçla ilgilenen toplumlarda/yaşam tarzlarında, kullanılan filler de daha çok sonuçla ilgilenecektir, o yönde değişecektir.


Re: Dil Darp ve Filler

Evet arkadaşlar, sağ olun. Yazdıklarınızdan pek çok şey öğrendim. Öğrenmekle kalmadım. Buradaki metinleri, size sormadan, bir edebiyat öğretmeni tanıdığıma gönderdim. Aslında ona forumun adresini verdim ama üye olmayı beceremedi sanırım. Yazılanları o da beğenmiş, ilginç bulmuş.
Benim merak ettiğim şudur: Nurten Öztürk "Bu filler süreci değil de sonucu mu çağrıştırıyor daha ziyade?" demiş. Bu filler derken hangi filleri işaret etmiş? Hayır sataşmayayım diyorum ama... Utangaç


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Evet, mümkünse sataşmayalım. Birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyulan şu günlerde... Lütfen!
Fiil, yerine fil, yazdıysak n'olmuş? Abartılacak ne var, bir harf hepsi hepsi.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Anlamın yapıtaşı sözcük müdür, hece midir, harf midir diye "geyik" bir tartışma vardı bir zamanlar. Geçen gün Hamlet'te şu ifadeyi fark ettim:

Sözcükler nefesten oluşuyorsa eğer,
ve nefes canın belirtisiyse
canımla birlikte söylediklerimi yapacağım.

yuvarlayarak anlattım. Böyle muhteşem dizelerdi.

Artık sanırım anlamın kurucu öğesinin nefes olduğunu düşünüyorum. Smile


Re: Dil ve Darp Meseleleri

bu tartışmanın bir yere varıp varmaması benim için sorun teşkil etmiyor. benim için asıl mesele yaşça daha büyük ve daha küçüklerle iletişimde zaman içinde sorun yaşamamak.
iki insan birbirini anlamazsa zaten karma karışık olmuş bu halimiz nice olur?
tanrıların gazabı, babil kulesinin cüretine duyulan öfke hala devam mı ediyor ne? aynı dili kullanan toplumlar da bir birinden uzaklara düşsün diye mi bu dil kirliliği ?bu lanetin sonu gelmeyecek mi?
"hocam yaa, aslı kendine sevgili yapmış onun için ödevlerini yapmamış" cümlelerine ve daha nicelerine maruz kalmaktan nasıl sakınacağız bilemiyorum.( abdullah "maruz kalmak" doğru mu?). bazen de böyle duyduklarınızı anlamak istemiyorsunuz


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Yüzyılımız "hız çağı" olduğundan her şeye yetişme hevesiyle çoğu meselemizi derinleştirmeden, bize gerekli olanı alıp çekilmekle hallediyoruz. Dil de bu gayretkeşlikten payına düşeni alıyor. Her bir işimizi "yapıyoruz", şaşkınlıklarımıza, dillendiremediğimiz ruh hallerimize "falan oluyoruz", "yani"lerle tümcelere başlayıp "işte"lerle derdimizi anlatmış addediyoruz. Çağ hız çağı, dili de bu duruma uydurup olabildiğince ilkelleştirerek kullanmaya başladık.

Yazıyı çok geç tanıyan, halen söz üzerinden anlaşan bir toplum olduğumuzdan bu lanet devam edecek. "Felsefe, bilim" üzerine düşünmemiş; melez edebiyatını bir kenara koyarsak güçlü bir edebî geçmişi olmayan insanımız haliyle bu konuda da tökezleyecektir.

-Bu arada "maruz kalmak" bireyselliğimizi yok etse de çok doğru bir kullanım.- Wink


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Aslında Murat Belge'nin yazısının tümünü okuyabilenler benim üzerinde durduğum sorunu orada görmüş olmalılar. Nurullah Ataç'ın pek güzel dillebdirdiği derdi benimkisi. Biraz köklerle ilgili, biraz anlambilimle.

Her ne kadar Belge'nin hoşuna gitmeyecek olsa da "Hürriyet" bana bir şey anlatmıyor artık. "Özgürlük"ü ise "öz"den geldiği için, özgürlüğü öze yerleştirdiği için seviyorum. "Mana" bana bir şey anlatmazken "anlam" "an"la ilişkilendirilerek kurulmuş bir sözcük olduğundan tam kalbimden vuruyor beni.

Biliyorum bunu her sözcük için yapmak olanaksız, hatta anlamsız. Ancak yine de kendi yaşayışımız içerisinden çıkmamış kavramların sözcükler olarak anlamsal düzeyde hiçbir şey ifade etmediğini düşünüyorum.

Bir örnek felsefeden: "Apriori" kavramı ve sözcüğü. Felsefe Ekibi'nden aktarıyorum:

""
a priori/ a posteriori (Lat) [ posteriori; önsel/sonsal; es. t. kablî/bâdî]

Bilginin temeline, kökenine ya da kaynağına ilişkin temel ayrım; Kant’tan bu yana bilgi öğretisinde ana kavram ikilisi.

Doğruluğu deneyimlerimize, gözlemlerimize dayanmayan savlara, önermelere, düşüncelere, yargılara a priori denir. Latince’den gelen sözcük “önceden gelen” demektir.J. S. Mil ve W Quine gibi birkaç düşünür dışında, felsefe tarihinde pek çok kimse mantığın ve matematiğin doğrularının apriori niteliğe sahip olduğunu ileri sürmüştür,

Öte yandan doğruluğu, apriori yargıların tersine, deneyimden, gözlemlerden çıkan önermeler, düşünceler, yargılar ise a posteriori olarak adlandırılır. Bu terim de Latince kökenlidir; “sonradan gelen” demektir. Usçular ile Saul Kripke ve Noam Chomsky gibi kimi günümüz düşünürleri dışında, genellikle, deneyden türetilen tüm bilgilerin a posteriori olduğu kabul edilir.

Aristoteles “apriori” terimini her şeyden önce gelen şeyleri betimlemek için kullanırdı. Aristoteles, önce gelenin bilgisine. belli bir nedensellik ilişkisinin bilgisiyle erişebileceğimizi avundu. Ona göre, şeyler arasındaki nedensel ilişkiyi tasımlar mantığıyla oluşturup açıklamak olanaklıydı.

Descartes ise “apriori” terimini genel olarak bilginin temellerini araştırırken kullandı. Ona göre, kendi varlığımızın bilgisi aprioridir; çünkü hem bu durumun yadsınması çelişkiye yol açar hem de varlığımızın doğasını enine boyuna düşünmek için deneyimlerimize gereksinim duymaya.

Günümüzdeki kullanımlarına önemli ölçüde damgasını vuran Kant’tan önce apriori/aposteriori terimleri, mantıksal tanıtlamalarda izlenen yollan birbirinden ayırmak için kullanılırdı. Usavurma “nedenlerden sonuca” doğru yapılırsa, tanıslama apriori; tanıtlama “sonuçtan nedenlere” doğru yapılırsa aposteriori sayı link. Bu durum XVIII. yüzyıl ortalarına kadar, özellikle Wolff ile Baumgarten tarafından sürdürüldü. Hume’un eleştirdiği bu yorumu, Kant büyük oranda geliştirerek apriori/aposteriori kavramlarını bilgi oluşturucu öğeler olarak yeniden tanımladı.

Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

Sorun ortada, apriori'yi bizim çeviriyle anlamamız neredeyse olanaksız. Ne demek "önsel"? Yukarıda anlatılanları ne kadar karşılıyor? O zaman ne halt edeceğiz? -Bu soruların cevapları kısmen de olsa bu başlık altında çeşitli açılardan değerlendirildiği için burada yalnızca ünlem olarak soruyu ortaya koyuyorum!-


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Necati Cumalı Yaşamı ve Yapıtları başlığında söz dönüp dolaşıp dilde özleşme meselesine gelince, forumun ilk günlerine dönüp bu başlığı hortlatmak kaçınılmaz oldu.

Tartışmanın Ömer Seyfettinler penceresinden görünümünü sorup ne güzel şeyler söylüyor Ataç:

""
Necati Cumalı'nın gördüğüm ikinci düzyazısı, bir soruşturma. Adı: "Nurullah Ataç'la Dil Üzerine Konuşma". Bu yazı da Varlık'ta yayımlandı. Ağustos 1948'de. Birinci düzyazıdan çok daha düzgün yazılmış. Bunda kuşkusuz Nurullah Ataç'ın rolü var. Soruları soran Cumalı, yanıtları veren Ataç. Yanıtları doğrudan Ataç'ın kaleme aldığı düşünülebilir. İlk soru söyle: "Son zamanlarda dil özleşmesi hareketine karşı basında şiddetli hücumlar göze çarpıyor. Bu hususta siz ne düşünüyorsunuz?" Nurullah Ataç'ın bu birinci soruya yanıtı:

«Dil özleşmesine birçok yazarlarımızın saldırdıkları doğrudur; ama neden 'son zamanlarda' diyorsunuz? Öteden beri böyledir bu. Meşrutiyet'in ilk yılarında Selanik'te çıkan Genç Kalemler dergisi dilimizin sadeleşmesi gerektiğini söylerken, arapça, farsça kurallarına göre yapılmış terkipleri, cemileri kullanmayalım derken İstanbul gazetelerindeki yazarlarımız gene saldırmamışlar mıydı? Az mı alay ettiler!... Cenap Şahabettin, Ali Canip'le arkadaşlarına gülerek: 'Vatan sağır kef istiyormuş!' derken İstanbul yazarlarının çoğu, hemen hemen hepsi, ondan yana idiler. Ne oldu sonra? O gün saldıran, gülen, 'İstemeyiz!' diye bağıran yazarların hepsi de arapça, farsça terkipleri, cemileri bıraktılar. Davayı alay edenler, çoğunluk gibi gözükenler değil, kendileriyle alay edilenler, sözü edilmeye değmez bir azınlık gibi gözükenler, Genç Kalemler kazandı. Bugün de bırakın saldırsınlar, alay etsinler, öfkelenip köpürsünler: Davayı onlar kazanmayacak, biz kazanacağız; türkçeden arapça, farsça kurallarına göre yapılmış terkipler, cemiler kalktığı gibi köklerini artık bilmez olduğumuz, bize günden güne yabancılaşan arapça, farsça sözler de kalkacak Bakın, bugün dil devrimine en çok sinirlenenler, en şiddetle hücum edenler bile 'Lisan meselesi' diyemiyorlar, 'Dil meselesi' diyorlar; oysaki daha dört beş yıl önce, en ılımlıları yani mutedilleri arasında bile: 'Dil başka, lisan başka; lisan'ı yabancıdır diye atarsak türkçeyi fakirleştiririz' diyenler çoktu. Dikkatle okuyun yazıları, türkçe kelimeler günden güne çoğalıyor. Fuat Başgil, 1945 yılında Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir yazısında 'lengistik elemanlar' diyordu; o yazıyı, yeni bastırdığı küçük bir kitaba almış, şimdi 'dil elemanları' diyor. Kişi oğlundan umut kesilmez, yakında eleman 'nın da türkçede yakışıksız bir söz olduğunu anlar, onun yerine belki öğe der, belki daha bir iyisini arar; hiç değilse, Fransızların deyişine öykünmenin, yani taklit etmenin bir ayıp olduğunu sezer de doğrudan doğruya latinceye gidip element der (...)

Bence çabuk çabuk durmaz bu dil devrimi, daha çok kimseler saldırır, daha çok alay edenler olur; kim bilir? Belki o saldırışların, o alayların da bir iyiliği dokunur, önem’i önemli 'yi alay için kullandılar; şimdi ise en ağır başlı yazılarında bile, ne yaptıklarını belki kendileri bile bilmeden, 'önemli' deyip geçiyorlar.»

Kaynak: Necati Cumalı Üstüne - Ahmet Miskioğlu (Türk Dili dergisi)


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Bugün Arapça, Farsça'nın istilasından dilimiz büyük oranda kurtuldu denebilir; ancak İngilizce başta olmak üzere Batı dilleri ile nasıl mücadele edecek bekleyip göreceğiz. Tabii "nasıl" derken bundan dilimizin güçsüz olduğu anlamı çıkarılmasın; daha çok halkımızın âcizliği beni düşündürüyor.

Baksanıza Ataç, "eleman" sözcüğünün yakışıksız olduğunu düşünmekte. Buna benzer birçok örnekle -Buraya bulursam ekleyeceğim.- çevresini eleştirdiğini okumuştum. Ki bu örneklerin "Vay be, bunları da mı eleştirmiş?" türünden tepki verebileceğiniz, çok da kulak tırmalamayan yanlışlar olduğunu söylemek gerekir. Dilimizin günümüzde nasıl kullanıldığını görseydi adam kalpten giderdi herhalde.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Dilimizi doğru kullanmak konusunda hassas olanların günümüzde yaşadığı huzursuzluğun, kullanılan kelimelerden daha çok o kelimeleri nasıl kullandığımızla ilgili olduğunu düşünüyorum. Kal" ve geldi" kelimelerinde bir yanlışlık yok ancak bu iki kelimenin "kal geldi" birleşimi acımasızca.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

nurten aksakal dedi ki:
Kal" ve geldi" kelimelerinde bir yanlışlık yok ancak bu iki kelimenin "kal geldi" birleşimi acımasızca.

""
Bir de kal gelmek deyimi var. Bunu uyduruk bir yeni kelime sanıyordum, meğer Türki dillerin birçoğunda aynısı veya eşdeğeri varmış. Tam araştıramadım o yüzden kesin bir şey söylemek istemem (sözlüğümde de yok), ama galiba bu da nefret etmek anlamına gelen bir deyim.

(kaynak)


Ben, muhtemelen dilin yabancı kelimelerden arındırılması konusunda diğer forum kullanıcılarının pek çoğundan farklı düşüncelere sahibim. Diller arasındaki etkileşimin olması gereken, yararlı bir şey olduğunu düşünüyor ve bu etkileşime "dilin kurallarına aykırı" olduğu gerekçesiyle karşı çıkılmasını pek anlayamıyorum. Dil konusunda "Laissez faire, laissez passer, le monde va de lui même" diyorum.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

""
Laissez faire, laissez passer, le monde va de lui même

Türkçesi;

"ben gönlümü eylerim gerisi allah kerim
bir başkadır benim memleketim"' dir.

kaynak


Re: Dil ve Darp Meseleleri

""
Diller arasındaki etkileşimin olması gereken, yararlı bir şey olduğunu düşünüyor ve bu etkileşime "dilin kurallarına aykırı" olduğu gerekçesiyle karşı çıkılmasını pek anlayamıyorum.

Diller arasındaki etkileşim, öncelikle engellenme şansı ve de böyle bir girişimin gerekliği olmayan bir süreç. Öncelikle etkileşim gibi naif denebilecek bir sözcükle; dilin kendi "dinamiklerini, dünyasını" yitirip güçsüz bırakılarak, başka dil(ler)in egemenliğine girmesi arasında keskin bir ayrım var.

Etkileşimin olması gayet doğal ve önemli; ancak bu etkileşimin nasıl olması gerektiği ve ölçüleri çok daha önemli?


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Abdullah dedi ki:
Etkileşimin olması gayet doğal ve önemli; ancak bu etkileşimin nasıl olması gerektiği ve ölçüleri çok daha önemli?

Bence de sorunun özü bu. Etkileşimle işgal ya da asimilasyon çoğu zaman aynı anlamda kullanılabiliyor. Yok olan diller için yas tutmaktansa bu süreçlerin nasıl geliştiğini deşifre etmek ve "yeni"yi "olanaklılık" alanında aramak daha makul bana göre.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

abdullah şahin dedi ki:
Etkileşimin olması gayet doğal ve önemli; ancak bu etkileşimin nasıl olması gerektiği ve ölçüleri çok daha önemli?
Aslında bu konuda ne düşündüğümü şu sözlerle ifade etmeye çalışmıştım: "Laissez faire, laissez passer, le monde va de lui même." Barış'ın "rahat" çevirisine kurban gittiğini düşünüyorum söylemek istediğimin. Bu konuda herhangi bir ölçü olabileceğini düşünmüyorum. Düpedüz işgal ve asimilasyonu savunuyorum yani. Etkileşim sözünü bu düşüncemi hoş göstermek için seçmiş değilim; işgal ve asimilasyonun ve bunun bütün uzantılarının "etkileşim" içinde olduğunu düşünüyor ve bunda garip bir yan da görmüyorum. Dilin "dinamikleri" zaten sürekli çalıştığına göre ayrıca bizim o dinamikler adına kaygılanmamızın da biraz tuhaf olduğunu düşünüyorum. Dil, kendi yolunu bulup o yoldan akacaktır.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

""
Düpedüz işgal ve asimilasyonu savunuyorum yani. Etkileşim sözünü bu düşüncemi hoş göstermek için seçmiş değilim; işgal ve asimilasyonun ve bunun bütün uzantılarının "etkileşim" içinde olduğunu düşünüyor ve bunda garip bir yan da görmüyorum.

O halde, dilmizin 11. yüzyıldan beri Arapça ve Farsça'nın boyunduruğuna girmesi ile İngilizce'den "fax" sözcüğünü almamız arasında fark olmadığını düşünüyorsun, doğru mu?


Re: Dil ve Darp Meseleleri

abdullah şahin dedi ki:
O halde, dilmizin 11. yüzyıldan beri Arapça ve Farsça'nın boyunduruğuna girmesi ile İngilizce'den "fax" sözcüğünü almamız arasında fark olmadığını düşünüyorsun, doğru mu?
Bu soruyu anladığımı sanmıyorum. Bir dilin bir başkasının boyunduruğuna girmesi nedir tam olarak?


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Eren dedi ki:
Dilin "dinamikleri" zaten sürekli çalıştığına göre ayrıca bizim o dinamikler adına kaygılanmamızın da biraz tuhaf olduğunu düşünüyorum. Dil, kendi yolunu bulup o yoldan akacaktır.

Hmm. Burada konunun çerçevesini de epeyce aşan tehlikeli bir yan görmediğimi söylesem yalan söylemiş olurum. Bu, sence de çok "pasifist" bir tutum değil mi? (Burada bir Aydınlanmacı havasıyla konuşmak niyetinde değlim. Öte yandan hiçbir iradenin olmadığını söylemek de irade uygulayanların keyfiliğine boyun eğmek olacaktır.)


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Barış Acar dedi ki:
Eren dedi ki:
Dilin "dinamikleri" zaten sürekli çalıştığına göre ayrıca bizim o dinamikler adına kaygılanmamızın da biraz tuhaf olduğunu düşünüyorum. Dil, kendi yolunu bulup o yoldan akacaktır.

Hmm. Burada konunun çerçevesini de epeyce aşan tehlikeli bir yan görmediğimi söylesem yalan söylemiş olurum. Bu, sence de çok "pasifist" bir tutum değil mi? (Burada bir Aydınlanmacı havasıyla konuşmak niyetinde değlim. Öte yandan hiçbir iradenin olmadığını söylemek de irade uygulayanların keyfiliğine boyun eğmek olacaktır.)

Dili, o dilin yaşadığı toplumdan bağımsız olarak yönetmeye kalkmanın diktatörlük olduğunu düşünüyorum. Söz konusu dil olduğunda nasıl bir iradeden söz ettiğimiz açıklanmadan bu düşüncenin "pasifist" olarak adlandırılamayacağı kanısındayım. Kimdir mesela dil üzerinde irade uygulayanlar ki biz onlara karşı çıkıp dilin dinamiklerini savunuyoruz? Önce bu sorunun yanıtlanması gerek bence.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Eren dedi ki:
Dili, o dilin yaşadığı toplumdan bağımsız olarak yönetmeye kalkmanın diktatörlük olduğunu düşünüyorum. Söz konusu dil olduğunda nasıl bir iradeden söz ettiğimiz açıklanmadan bu düşüncenin "pasifist" olarak adlandırılamayacağı kanısındayım. Kimdir mesela dil üzerinde irade uygulayanlar ki biz onlara karşı çıkıp dilin dinamiklerini savunuyoruz? Önce bu sorunun yanıtlanması gerek bence.

Dilin bir üstyapı olgusu olarak üretim ilişkileri tarafından determine edildiğini düşünüyorum. Bunu da söz konusu sosyalbilimsel çözümlemenin ışığında değerlendiriyorum. Buradaki "iktidar, irade, işgal" sözcükleri de böylece anlam kazanıyorlar bende.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Barış Acar dedi ki:
Dilin bir üstyapı olgusu olarak üretim ilişkileri tarafından determine edildiğini düşünüyorum. Bunu da söz konusu sosyalbilimsel çözümlemenin ışığında değerlendiriyorum. Buradaki "iktidar, irade, işgal" sözcükleri de böylece anlam kazanıyorlar bende.
Öyle sanıyorum ki altyapıyla üstyapı arasındaki ilişkinin diyalektik bir ilişki olduğu konusunda anlaşıyoruzdur. Birinin diğerini belirlediğinden ancak "son kertede" söz edebiliriz. Ki bence, bizim dil hakkında şimdiye dek söylediklerimizin o "son kerte" ile pek ilgisi yok. Dilde özleşme, ayıklanma, sadeleşme gibi bir takım çabalar var (dün de vardı, bugün de var). Yukarıda sözünü ettiğim diktatörlük de bu çabalara gönderme yapıyor. Benim, bundan 80 yıl önce yazılmış bir kitabı elde sözlük olmadan okuyamamamı "başarı" olarak lanse etmenin hangi başarı kriterlerini varsaydığını soruyorum. Toplum, yaşantısı içinde bir ad vermek zorunda kaldığı her şey için bir kelime bulur. Onun bulduğu kelimeyi beğenmeyip Çağataycadan kelime devşirmenin neresini savunacağız?