UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Dil ve Darp Meseleleri

26 Haz 2008
Barış Acar

Efenim,

ol hikâyat şöyledir.

Eren nam salmış Norveç somonu ile bendeniz bir vaktikerahette şu fasıl üzre münakaşaya tutuştuk: "Geyik yapmak" deyimi makbul müdür, değil midir? Bu epey vakittir aramıza karışmış zevceyi mekruh mu kabul etmeli, endamıyla kola takıp gezdirmeli mi?

Aşağıda bulacağınız ağız dalaşı buna hükmetmek içindir.

Kategori:

Re: Dil ve Darp Meseleleri

Eren dedi ki:
""
Barış Acar yazdı:
Osmanlı'ya bakacak olursak; vergilendirmelerden hukukî sorunlara, edebiyattan örgün eğitime kadar bu kesişimin olduğu yüzlerce kılcal damar görebiliriz. Bu sebepledir ki, "elit zümre"nin kullandığı dil halkı ilgilendirir ve giderek belirler.

Burada anlaşamayacağız herhalde. Bu saptama tarihsel olarak yanlış. Özellikle açıklamaya çalışmıştım. Halk ile Barış'ın "elit kesim" dediği insanlar arasında ufak bir ilişki olduğu doğru, ancak bu, dilin devrede olduğu bir ilişki değil. Bu iki kesim arasında iki değme noktası var: vergi toplama ve askere çağırma (hukukî sorunları -çeşitli nedenlerle- listeye alamayacağımızı düşünüyorum, örgün eğitim diye bir şey zaten yok, "elit"in edebiyatıyla halkın edebiyatıysa zaten ayrı). Yüzlerce kılcal damar saymak pek mümkün değil yani (sayabilen buyursun saysın, inceleyelim). Dolayısıyla buradaki "etki" yorumu zorlama. Evet "elit"in halkın yaşantısı üzerinde bir etkisi var, ama bu etki verginin miktarından ve askerlik süresinden ibaret. Bu sebepledir ki "elit zümre"nin kullandığı dil halkı ilgilendirmez.

Konunun diğer boyutlarına daha sonra -muhtemelen gecenin geç saatlerinde- değinebileceğim ancak.

Eren herhalde vakit bulamıyor son zamanlar. Ben konudan çok kopmadan bu düşünceye itirazımı dile getireyim. Eren aydın dili-halk dili ayrımında bu ikisinin hiç ilişkisi olmadığını söylüyor ya da bu ilişki alanının dikkate alınmayacak derecede az olduğuna vurgu yapıyor. Böyle bir ilişkinin Osmanlı'da saptanmasını "tarihsel bir yanlış" olarak gördüğünü söylüyor. Bu konuda uzlaşamayacağımız açık. Çünkü aynı kaynaklara farklı yönlerden bakıyoruz. Eren diyor ki, yönetici sınıfla halkın tek iletişimi askerlik ve vergilerdi; dolayısıyla birbirlerine dillerini geçirebilecekleri alandan yoksundular. Öncelikle bu iletişim ağının darlığı fikrine katılmıyorum (1). Daha sonra da en dar alanda bile olsa yönetici sınıfın dilinin alt sınıflara güçlü bir baskı uyguladığını düşünüyorum (2).

İlk argümanımı şöyle temellendireyim: Osmanlı devlet yapısından söz ederken, öncelikle, bölge bölge konuşmak gerekliliğini düşünmeliyiz. Örneğin Eren'in söylediği olgu (yalnızca askerlik ve vergi için varolan devlet) anlayışı Elazığ'ın bir kazası için geçerli olabilecekken İstanbul için durum hiç de böyle değil. Aynı şekilde 13. yüzyıldaki beylikler yönetimiyle 16. yüzyılın imparatorluğunu ve 18. yüzyılın Avrupa'dan akıl devşirmeye çalışan Osmanlısı için durum hepten değişecektir. Neyse konuyu tarihsel çerçevede çok boğmadan ilk tezi devam ettireyim. Bursa, Edirne ve İstanbul halkları imparatorluğun genelinden her zaman farklı durumdadır. Aynı şekilde alttan alta varlıklarını sürdüren beylik yönetimlerinin merkezleri de bucak, kasaba ve köylerden farklı bir yapılanma gösterir. Bu farklı yapılanmayı şöyle tarif edebilirim: Eren'in sadece askerlik ve vergi diyerek sınırlandırdığı iletişim İstanbul'da geniş bir saray erkânı, kaza ve sancaklarda sancakbeyi, kadı, asayişten sorumlu asesler, koruma görevlisi dizdarlar, paralı mültezimler, zabıta olarak çalışan muhtesib, belediye görevlisi olarak düşünülebilecek beytülmal, çeşitli emirler, imamlar vb. Bunların emrindeki çalışanlar, akrabaları, yakınları... şeklinde genişleyip açılır. Bu gurpların etkileri elbette saydığım merkezlerde müthiş yoğun ve etkiliyken, taşraya doğru zayıflar. Ancak bu onun taşrada geçersiz olduğu anlamına gelmez. Çünkü bu seferde bu birincil etkileri taşraya taşıyan yeni aracı tipler ortaya çıkarlar.

Bütün bunlarla anlatmaya çalıştığım şu: En basit yapılanmayı, en keskin kast sistemini de göz önüne alsak, yönetimle halk arasında sanılanın ya da görülenin ötesinde bir ilişkiler bütünü vardır. Bu ilişkiler bütünü zeitgesit'i (çağruhu/ dönemin kültürel atmosferi/ düşünüş ve eyleyiş biçimlerini) etkiler.

Bunun en basit örneği olarak, forumumuzda incelediğimiz bir Çehov öyküsünü vermek istiyorum. Akıllı Kapıcı öyküsündeki Filip'i anımsayalım. Onun Fransız bir dünyaya özenişini, buradan yola çıkarak 19. yüzyıl Rus halkının içine girdiği kültürel karmaşayı... Osmanlıyla Rusya'nın tarihsel gelişim anlamında yakınlıkları bilinmektedir. Bu iki tarım toplumu için de yönetim her zaman halktan uzak olmuştur. Bununla birlikte öykü bize gösterir ki, yöneticiler/ elit sınıf/ aydınlar, halk üzerinde müthiş belirleyici bir etki oluşturur. Onun gündelik yaşamını değiştirmeyi bir kenara bırakın, düşlerini bile değiştirebilirler (Baştan beri sayıkladığım altyapı-üstyapı diyalektiği burada iyice görünür oluyor sanırım). Dil de elbette ve zorunlu olarak bu kapsam içindedir. Bu 13. yüzyıl için de böyledir (ki bunu Hegel'in devlet kuramından yola çıkarak felsefî düzeyde de düşünebiliriz) 16, ve 20. yüzyıl için de.

2. argümanla ilgili kısaca şunu yazabilirim: Kültürün, dilin, öğrenmenin temel birimi öykünmedir. İnsan öykünerek öğrenir. Dolayısıyla yönetici sınıf sadece üretim araçlarını yönetmez. Davranışlar, kültürel örüntüler ve adetleri içine alan yaşama biçimleriyle; dinsel, ahlâksal, üslupsal tercihleriyle; estetik beğenileri ve zevkleriyle, üretim araçlarını işleten insanların zihinsel durumlarını da yönetir. Dolayısıyla yarattığı "aura"yla etrafında gelişen her olgunun birinci dereceden müsebbibidir. Her şey onun için (ki bu onların iddialarıdır - devlet için halk) olmasa da onunla şekillenir (bu da sosyolojik bir olgudur - devletle kimliklenen halk).

Sonuçta dil konusunda ne kadar ilgisi yokmuş gibi görünse de, iktidar eyleyenler kendi dillerini topluma dayatırlar (Daha önceki iletilerimde üzerinde durduğum gibi; iktidarın niteliğine göre bu, çok abuk bir dil olarak karşımıza çıksa bile böyledir). Aynı şekilde halk katmanları olarak iktidar eylenen sınıflar da (halk kültürü, şiirleri, destanları yoluyla) kendi iradesini yönetim katına doğru zorlar.

Dediğim gibi, Eren'le uzlaşamama nedenimizi hâlâ "irade" kavramı konusunda farklı düşünmemize bağlıyorum ben.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Buradaki "irade" kavramının üzerinde yeniden durmamak için, bir kez daha altını çizme gereği duyuyorum.

Eren dedi ki:
Barış şöyle sormuş: "Bugünün "elit"i, iktidar eyleyen sınıfı, üretim araçlarını determine eden ulusal ve uluslararası oluşumlar kim ya da kimler?" Bunların kimler olduğunu biliyoruz. Asıl sorulması gerektiğini düşündüğüm soruyu ben Barış'a sorayım: "Bugünün egemen sınıfı/sınıfları dile (Türkçeye mesela) nasıl bir irade uyguluyorlar? Rutubetli bodrum katlarında yoğun sigara dumanı altında ne planlar yapıyorlar?"

Buradaki irade kavramını yanlış konumlandırılmış buluyorum. İrade "rutubetli bodrum katlarında" ya da devletin resmi kurumlarında oluşturulan bir şey değildir. "İrade" üretim araçlarının mülkiyeti ve kullanımı sürecinde ortaya çıkan bir etkiler ve karşı etkiler bütünüdür.

Bu yüzden kimse çıkıp da "dil kendi kendine gelişir, aman da dokunmayalım" diyemez. Bütün kültürel kurumlara olduğu gibi "dil"e de halihazırda birileri dokunmuş ve dokunmaktadır; bunun (bu tarz dokunmanın) karşısında olduğunu söyleyen kişi için de, kendi kültürel konumunu üretmek, kendi dilini yerleşik dil karşısında güçlendirmek boyun borcudur. Ta ki, bunun araçları doğru seçilsin ve amaca halel gelmesin.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Barış'ın yazdıklarının büyük bölümüne katılıyorum. Geniş bir zamanda birkaç şey ekleyeceğim.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

abdullah şahin dedi ki:
Neden "full dolu" sözcüğünden hemen hiç tat almazken, "iğne atsan yere düşmez." dediğimizde daha canlı, görsel yönü çok güçlü bir anlatıma kavuşuruz? Peki, bu sözü yaşatan nedir? Halkın günlük yaşamının dinamiklerine, düşünüş biçiminin niteliklerine uygunluğundur. Özetle söylersem; bir yaşantının, emeğin, tarihin ürünüdür bu söz. Diğer ifade ise yaşanılmamış, emek sarf edilmemiş, dünü bile olmayan bir sözdür. Deyimleşen, buna aday söz öbeklerine bakın. Yaşantınızla koşutluğunu hemen fark edersiniz. "Full dolu" bugün yarın ölmeye mahkum; ancak kimse çıkıp da gün gelecek "iğne atsan yere düşmez." sözü kullanılmayacak diyemez.

Geleceğe ilişkin bu türden öngörülerin çok da "temelli" olmadığını düşünüyorum; ama bunun konumuz açısından çok önemi yok. Hattâ bu öngörü şu açıdan çok önemli: Diyor ki: "şu söz hep yaşayacak, dilimize yeni giren ve kirlilikten ibaret olmayan bu söz kullanılmayacak, ölecek." Çok güzel. Benim de söylemek istediğim buydu. Madem zaten böyle bir işleyiş var, biz neyin kavgasını ediyoruz? Bana estetik gelir, kullanırım, ötekine estetik gelmez, kullanmaz. 300 sene sonra bugün için hangisinin estetik olduğunun bir önemi yoktur. Madem dil kendini temizliyor, bırakalım temizlesin. Estetik bulduklarımıza izin verip estetik bulmadığımız kullanımlara karşı "bu dilin dinamiklerine uymuyor" demek tuhaf kaçmıyor mu o zaman? Esen kalın.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Barış Acar dedi ki:
Ben konudan çok kopmadan bu düşünceye itirazımı dile getireyim. Eren aydın dili-halk dili ayrımında bu ikisinin hiç ilişkisi olmadığını söylüyor ya da bu ilişki alanının dikkate alınmayacak derecede az olduğuna vurgu yapıyor.
Belki altını çizmekte yarar var. Bu ilişkinin Osmanlı'da böyle olduğunu savunuyorum. Günümüz için böyle bir şey söylemiyorum, dahası, bu başlık altında Barış'ın örneklediği gibi kuvvetli bir ilişki oluğunu düşünüyorum.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Barış Acar dedi ki:
Osmanlı devlet yapısından söz ederken, öncelikle, bölge bölge konuşmak gerekliliğini düşünmeliyiz. Örneğin Eren'in söylediği olgu (yalnızca askerlik ve vergi için varolan devlet) anlayışı Elazığ'ın bir kazası için geçerli olabilecekken İstanbul için durum hiç de böyle değil. Aynı şekilde 13. yüzyıldaki beylikler yönetimiyle 16. yüzyılın imparatorluğunu ve 18. yüzyılın Avrupa'dan akıl devşirmeye çalışan Osmanlısı için durum hepten değişecektir. Neyse konuyu tarihsel çerçevede çok boğmadan ilk tezi devam ettireyim. Bursa, Edirne ve İstanbul halkları imparatorluğun genelinden her zaman farklı durumdadır. Aynı şekilde alttan alta varlıklarını sürdüren beylik yönetimlerinin merkezleri de bucak, kasaba ve köylerden farklı bir yapılanma gösterir. Bu farklı yapılanmayı şöyle tarif edebilirim: Eren'in sadece askerlik ve vergi diyerek sınırlandırdığı iletişim İstanbul'da geniş bir saray erkânı, kaza ve sancaklarda sancakbeyi, kadı, asayişten sorumlu asesler, koruma görevlisi dizdarlar, paralı mültezimler, zabıta olarak çalışan muhtesib, belediye görevlisi olarak düşünülebilecek beytülmal, çeşitli emirler, imamlar vb. Bunların emrindeki çalışanlar, akrabaları, yakınları... şeklinde genişleyip açılır. Bu gurpların etkileri elbette saydığım merkezlerde müthiş yoğun ve etkiliyken, taşraya doğru zayıflar. Ancak bu onun taşrada geçersiz olduğu anlamına gelmez. Çünkü bu seferde bu birincil etkileri taşraya taşıyan yeni aracı tipler ortaya çıkarlar.
Aslında Osmanlı ile ilgili bu tartışmayı fazla uzatmayı düşünmüyordum; Barış'ın ileri sürdüğü düşünceleri bugünün koşullarında tartışmak daha verimli olur gibi geliyor. Ama yine de düşüncelerimi aktarayım... Barış da kabul edecektir herhalde: İstanbul, Edirne gibi kentlerdeki nüfus devletin bütün nüfusuna oranla oldukça küçüktü. 20. yüzyıl başlarında bile devletteki kentli nüfus oldukça düşüktür (sanırım yüzde 10-15 civarında idi). Köylü temelli bir toplumda böyle olması da çok doğal. Burada Barış'ın özetlediği devlet yapısı da bütün haşmetli görünüşüne karşın o köylülüğün yaşantısına pek o kadar nüfuz edemiyordu. Yani ben yine de devlet yapısının halk ile pek öyle önemsenecek bir iletişim içinde olmadığını düşünüyorum. Ama -tartışmamız açısından- bütün bunlardan daha önemlisi şu: bu devlet yapısı zaten Türkçe konuşuyordu. Osmanlıca devletin resmi yazışma -ve saray edebiyatı- diliydi. Devletin halkın içine nüfuz ettiğini varsaysak bile devletin dilinin halkın dili üzerindeki etkisinin önemli olduğunu ileri sürmek zor. Bu sayede 20. yüzyılın başında birileri kalkıp "halkın diline dönelim" dediğinde hâlâ dönülebilecek bir dil var.

Barış'ın zeitgeist konusundaki saptaması ise hayli önemli. Ben buna, tanımlamaktan kaçınarak, kelimenin geniş anlamıyla "zihniyet" demeyi tercih edeceğim. Konuyu yine dille sınırlamaya çalışacağım: "devlet" kelimesini ele alalım. Bu kelimenin Osmanlı coğrafyasında bulduğu karşılıkla, diyelim, Çin ya da İskandinavya coğrafyasında buluduğu karşılığın birbirinden farklı olmasından doğal ne olabilir. Fikret Başkaya, Osmanlı üzerine yazdığı koca bir kitabı (Yediyüz) bu "zihniyet" argümanıyla temellendirir. Yani devlet yapısının zihniyeti biçimlendirmek konusunda önemli araçları olduğunu ve bu zihniyetin de nihayetinde dilin biçimlenmesinde etkisi olduğunu elbette kabul ediyorum. Halkın zihniyetini (ideoloji) biçimlendiremeyen bir devletin var olma şansından söz edebilir miyiz? Benim itirazım buradan hareket ederek dilin kendisinin bir mücadele alanı olarak bu kadar öne çıkarılmasına. Cumhuriyetin kuruluşunda millî burjuvazinin bu alanı bu kadar önemsemesi ve bu alanı yakından ilgilendiren inkılâplar yapması, kurumlar yapılandırması çok doğaldı, çünkü dil bir milletin kurulması için olmazsa olmaz bir öğeydi. Bütün bir tarihin yeniden kurulabilmesi -yeni bir mitolojinin yaratılabilmesi- için o tarihin okunamaz hale getirilmesi gerekiyordu. Bugün dil tartışmalarına baktığımızda hâlâ o kurumların, yapılanmaların çizdiği eksende yürüyen fasit daireler görüyoruz. Bu anlamda Barış'ın bu açılımının önemli olduğunu ve tartışmamızın da odak noktasını oluşturması gerektiğini düşünüyorum.

Devamı gelecek, inşallah...


Re: Dil ve Darp Meseleleri

""
Geleceğe ilişkin bu türden öngörülerin çok da "temelli" olmadığını düşünüyorum; ama bunun konumuz açısından çok önemi yok. Hattâ bu öngörü şu açıdan çok önemli: Diyor ki: "şu söz hep yaşayacak, dilimize yeni giren ve kirlilikten ibaret olmayan bu söz kullanılmayacak, ölecek." Çok güzel. Benim de söylemek istediğim buydu. Madem zaten böyle bir işleyiş var, biz neyin kavgasını ediyoruz? Bana estetik gelir, kullanırım, ötekine estetik gelmez, kullanmaz. 300 sene sonra bugün için hangisinin estetik olduğunun bir önemi yoktur. Madem dil kendini temizliyor, bırakalım temizlesin. Estetik bulduklarımıza izin verip estetik bulmadığımız kullanımlara karşı "bu dilin dinamiklerine uymuyor" demek tuhaf kaçmıyor mu o zaman? Esen kalın.

Aslında o örneklerdeki öngörümü geçmişi göz önünde bulundurarak temellendirmeye çalışmıştım. Günümüzün dil birikimlerinden hareket ederek geleceğe ilişkin birkaç saptamada bulundum.

"Dil zaten kendi ayıklama işlevini yürütüyorsa biz neyi tartışıyoruz?" sorusuna gelirsek bu tamamen dili kullanma biçimine bir yaklaşımdan ibaret. Benim tartışmanın başından beri sürdürdüğüm iddia dil zevki, estetiği dairesinde neyin kabul edilip edilemeyeceğiydi. Bunun neye göre belirleyeceğiz derseniz -ki Eren'in bunu sorduğunu duyar gibiyim- orası soyut bir zemin ve tamamen kişinin dil zevkine bağlıdır. Bunun ispatı mümkün değil; ancak tartışması her zaman yürütülebilir.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

""
"Serbest Piyasa'nın bezirganları ve onların yarattığı Mafya, dünyayı artık kendi çiftlikleri olarak görüyorlar. Orası öyle. Ama bu güvenlerini koruyabilmeleri için bütün dillerde hayatı açıklayabilecek, övebilecek ya da değerlendirebilecek sözcüklerin anlamlarını değiştirmeleri gerekiyor. Artık onlar için her sözcük kazancın bir uşağı. Bu yüzden de onlar artık dilsiz sayılırlar. Ya da daha doğrusu, onlar artık tek doğru söz söyleyemezler. Bunu yapamayacak kadar kurumuştur dilleri.bu yüzden belleklerini de yitirmişlerdir. Bir gün onlar için ölümcül olabilecek bir kayıptır bu."

John Berger, Fotokopiler, s. 103-104, İstanbul: Metis Yayınları


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Günlük konuşmalarımızda seçeceğimiz kelimelerin düşünüşümüzü de yansıttığını biliyorum. Nurtenler'de toplandığımız gün bu konuda da konuştuk biraz. İçimizden biri başından geçen bir olayı şöyle anlattı. "Bana bir gün, dikkatimizi çekti, siz neden inşallah kelimesini hiç kullanmıyorsunuz? diye sordular. Ben bile farkında değildim bu kelimeyi kullanmadığımın. Ama çevremdekilerden biri bunu fark etmiş, bu konuda diğerleriyle konuşmuş. Daha önemlisi bu durumun farkında oldukları bu soruyla bana hissettirilmişti. Sonra dikkat ettim ki umarım kelimesini kullanıyormuşum inşallah yerine."

Bu olay gösteriyor ki seçeceğimiz kelimeler yalnızca hoşumuza gittiği için değil bir fikri de işaret ettiği için önemli. Bazen düşünmediğimiz kadar önemli.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Tartışma küçük çaplı da olsa bir karara bağlanır gibi görünüyorken, bir iki noktaya yeniden parmak basayım.

Eren dedi ki:
Barış da kabul edecektir herhalde: İstanbul, Edirne gibi kentlerdeki nüfus devletin bütün nüfusuna oranla oldukça küçüktü. 20. yüzyıl başlarında bile devletteki kentli nüfus oldukça düşüktür (sanırım yüzde 10-15 civarında idi). Köylü temelli bir toplumda böyle olması da çok doğal. Burada Barış'ın özetlediği devlet yapısı da bütün haşmetli görünüşüne karşın o köylülüğün yaşantısına pek o kadar nüfuz edemiyordu. Yani ben yine de devlet yapısının halk ile pek öyle önemsenecek bir iletişim içinde olmadığını düşünüyorum. Ama -tartışmamız açısından- bütün bunlardan daha önemlisi şu: bu devlet yapısı zaten Türkçe konuşuyordu. Osmanlıca devletin resmi yazışma -ve saray edebiyatı- diliydi. Devletin halkın içine nüfuz ettiğini varsaysak bile devletin dilinin halkın dili üzerindeki etkisinin önemli olduğunu ileri sürmek zor.

Eren, dil konusunda Osmanlı'nın "özgün" bir durum gösterdiğini söyleyerek dikkatimizi dilin bugünü üzerine çeviriyor. Buna katılıyorum. Ancak yukarıdaki tanımlamalarda söylemek istediğimin halen tam olarak anlaşılmadığını düşündüren bir nokta var. Yönetici sınıf ne kadar azınlıkta olursa olsun, yarattığı kültürel durumu (zeitgeist) dönemi üzerinde baskın kılar. Dilerseniz Osmanlı'nın elitizmini düşünürken, daha uca gidip Brahmanlar gibi toplumun çok büyük kesimiyle hiç iletişim kurmayan bir üsttabaka yapılanması düşünelim. Bu durumda bile bu elit sınıfın yarattığı kültür toplumun en alt kesimindeki karı-koca ilişkisinde kendine bir yankı bulur. Üst sınıfın tanrısı biçim değiştirerek de olsa alt sınıfın ibadetinin parçası olur. Yönetici sınıfların ekonomik, kültürel, siyasal yeğlemeleri dilsel yeğelemelerle alt tabakalara doğru yayılır. Zaten "kültür" böyle idare edilir (Burada "kültür"ü "kültürelleştirme" yönüyle ele alıyorum). Çehov öyküsündeki "Fransızlık" meselesi de böyle düşünülmelidir. Dolayısıyla tam da Eren'in baktığı yönün aksinden bir hareketten söz etmek aynı derecede mümkündür. Osmanlı'da sadece resmi yazışmalarla varlık kazandığını söylediğimiz Osmanlıca, git gide gündelik dile sızmış, onun üzerinde ciddi bir tahakküm kurmuş ve Genç Kalemler de buna isyan etmiştir.

Gelelim tartışmanın daha elzem yönü olarak ele aldığım "kendiliğindenlik ve irade" meselesine. İradeyle ilgili daha önceki açıklamalarımı yeterli buluyorum. Gerekmedikçe daha detaylandırmayacağım. Ancak gördüğüm kadarıyla "kendiliğindenlik" de çok doğru değerlendirilmiyor. Bu da örgün eğitimimiz boyunca maruz kaldığımız, "dil canlı bir varlıktır, zaman içinde değişip durur" yollu basit açıklamanın yol açtığı bir sıkıntı diye düşünüyorum. Mecaz doğrudur; dil, canlı bir varlık gibi görülebilir. Ancak bu, onun, kullanıldığı toplumu oluşturan dinamiklerden bağımsız olduğunu değil, aksine ona çok sıkı bağlarla bağlı olduğunu gösterir. Yaşayan insanın bağlı olduğu üretim ilişkileri, bu üretim ilişkileri içinde birey olarak insanın eylemleri, o eylemleri belirleyen sosyal ve siyasal yapı, inanç sistemleri ve hayal dünyası tarafından her an yeniden oluşturulan bir canlılıktır burada kast edilen. Dolayısıyla asla "kendiliğinden" değildir. "Nasıl olsa halk zaman içinde doğrusunu belirliyor; biz karışmayalım" ise buradan çıkarılacak en kötü sonuçtur. Sonuç diye bir şeyden söz edilebilirse, onu belirleyen halk değil, halkın -bilerek ya da bilmeyerek- üreticisi olduğu sosyal yapılanmalardır. Dolayısıyla halk olarak tabir edilen belirsiz kütle, kendi yaratıcısı olduğu ancak bir şekilde kontrolünü kaybettiği (herhalde burada bu kontrolü nasıl kaybettiğini anlatmam gerekmeyecektir. Bkz.: link) kurumlar tarafından idare edilmektedir. Oldukça çapraşık görülen bu ilişkide bizim için önemli olan nokta, yaptığımız dilsel yeğlemelerin kendi üzerimizde kurduğumuz tahakkümün bir parçası olduğu ve daha güçlü iradeyi ellerinde tutanlar tarafından sevk ve idare edildiği gerçeğidir.

Eren'in yukarıda John Berger'den yaptığı müthiş alıntıyı da bu bağlam içinde değerlendiriyorum.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Barış Acar dedi ki:
Osmanlı'da sadece resmi yazışmalarla varlık kazandığını söylediğimiz Osmanlıca, git gide gündelik dile sızmış, onun üzerinde ciddi bir tahakküm kurmuş ve Genç Kalemler de buna isyan etmiştir.
Hayır, böyle olmamıştır.
Barış Acar dedi ki:
Gelelim tartışmanın daha elzem yönü olarak ele aldığım "kendiliğindenlik ve irade" meselesine. İradeyle ilgili daha önceki açıklamalarımı yeterli buluyorum. Gerekmedikçe daha detaylandırmayacağım. Ancak gördüğüm kadarıyla "kendiliğindenlik" de çok doğru değerlendirilmiyor. Bu da örgün eğitimimiz boyunca maruz kaldığımız, "dil canlı bir varlıktır, zaman içinde değişip durur" yollu basit açıklamanın yol açtığı bir sıkıntı diye düşünüyorum. Mecaz doğrudur; dil, canlı bir varlık gibi görülebilir. Ancak bu, onun, kullanıldığı toplumu oluşturan dinamiklerden bağımsız olduğunu değil, aksine ona çok sıkı bağlarla bağlı olduğunu gösterir. Yaşayan insanın bağlı olduğu üretim ilişkileri, bu üretim ilişkileri içinde birey olarak insanın eylemleri, o eylemleri belirleyen sosyal ve siyasal yapı, inanç sistemleri ve hayal dünyası tarafından her an yeniden oluşturulan bir canlılıktır burada kast edilen. Dolayısıyla asla "kendiliğinden" değildir. "Nasıl olsa halk zaman içinde doğrusunu belirliyor; biz karışmayalım" ise buradan çıkarılacak en kötü sonuçtur. Sonuç diye bir şeyden söz edilebilirse, onu belirleyen halk değil, halkın -bilerek ya da bilmeyerek- üreticisi olduğu sosyal yapılanmalardır. Dolayısıyla halk olarak tabir edilen belirsiz kütle, kendi yaratıcısı olduğu ancak bir şekilde kontrolünü kaybettiği (herhalde burada bu kontrolü nasıl kaybettiğini anlatmam gerekmeyecektir. Bkz.: link) kurumlar tarafından idare edilmektedir. Oldukça çapraşık görülen bu ilişkide bizim için önemli olan nokta, yaptığımız dilsel yeğlemelerin kendi üzerimizde kurduğumuz tahakkümün bir parçası olduğu ve daha güçlü iradeyi ellerinde tutanlar tarafından sevk ve idare edildiği gerçeğidir.
Kendiliğindenlik/ irade konusu bence de tartışmanın daha önemli olan yanı. Benim itirazım şu noktada: Dil, her ne kadar kültürel ortamın, ideolojik yapıların belirlenmesinin bir parçası olsa da başlı başlına bir mücadele alanı değildir. "'Edebiyat' demeyelim, 'yazın' diyelim memleket kurtulsun," yaklaşımına itiraz ediyorum. Çünkü bu anlamda bir çaba hem komiktir, hem de Barış'ın ifadeleriyle "iradeyi ellerinde tutanlar tarafından sevk ve idare" edilmektedir/ edilmiştir. Kendi üzerimizde kurduğumuz tahakkümün bir parçası olan şey dilsel yeğlemeler değil, yaşamın başka alanında yaptığımız yeğlemelerdir. Dilsel yeğlemeler ancak bunların bir sonucu olabilier (Nurten'in "inşallah" konusunda verdiği örnek sözyelemek istediğimi güzel açıklıyor aslında). "Harf inkılâbına" "harf devrimi" demek (yanlış olmanın yanı sıra) belirli bir konumlanışı ifade eder. Bu konumlanış, dilsel konumlanışa önceldir (a priori), onu determine eder. Dilsel yeğlemelerin hiçbir anlama geldiğini söylemiyorum, bu yeğlemeler üzerinde fırtına koparmayı anlamsız buluyorum. Başka bir alanda cereyan eden mücadele, dilin "kendiliğinden olmayan" gidişatını da belirleyeceğine göre dile böyle bir mücadele alanı olma niteliğini atfetmeyi aşırıya kaçmak olarak görüyorum (bu "aşırıya kaçmak" söylemek istediğimi tam karşılamadı, ama daha iyisini de bulamadım). Ataç, vb. tarafından temsil edilen "dil yaratma" geleneğinin bugün daha güzel bir dünya için verilen mücadeleyle nasıl bir ilgisi olabileceği de cevaplanması gereken bir sorudur.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Bence dile karşı bireysel tutumumuz "farkında olma" , "bilinçli kullanma çabası" şeklinde olmalı. Yani N. Aksakal'ın ve öncekilerin dediği gibi kullandığımız sözcük yaşamımızı ve kültürümüzü belirtiyor ama bunda da aşırı bir ayırt edicilik, tutuculuk da yersiz. Sanırım eren'in de savunduğklarından biri bu. Yani sözcük seçiminde geneli de dikkate alan bir dağarcık oluşturma. Ama bu tamamen bir "boş vermişlik, kendi haline burakma" olamayacağı gibi, aşırı özdeşleşme, halktan kopuk bir dil yaratma da olamaz. Başta da savunduğum gibi öncülerle ( yazarlar, gazeteciler, öğretmenler, Tv'deki herkes vb) dili kullanan bizler arasında da bir farklılık olması normal değil mi? Günde 50 kelimeyle, köyünde ya da kahvehanede bu dili kullanan biri ile farklı alanlarda bilgi sahibi Ece Hanım aynı dili ya da hassasiyeti taşıyabilir mi? Ne öncülere "bu farklı sözcüğü kullanıyorsun ama çaban boşa" diyebiliriz ne de yaşamını 50 sözcükle idame eden Mehmet'e.
Öğrencilerim benden önce "sıfat, zamir, zarf, kelime" diyorlardı şimdi ise "önad, adıl, belirteç, sözcük" diyorlar ve bunu da bir zorlama şeklinde değil ikisini de bilerek kullanıyorlar. Bu ayrımı görebilmek ise beni mutlu ediyor...


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Eren dedi ki:
""
Barış Acar yazdı:
Osmanlı'da sadece resmi yazışmalarla varlık kazandığını söylediğimiz Osmanlıca, git gide gündelik dile sızmış, onun üzerinde ciddi bir tahakküm kurmuş ve Genç Kalemler de buna isyan etmiştir.

Hayır, böyle olmamıştır.

Eren'e bu güçlü argümanından dolayı teşekkür ediyorum. Ben de aynı argümanla cevap vereyim o zaman: "Evet, olmuştur!"

Eren dedi ki:
"'Edebiyat' demeyelim, 'yazın' diyelim memleket kurtulsun," yaklaşımına itiraz ediyorum.

İşin bir komik tarafı da bu. Tartışmamıza bizim göremediğimiz biri gizlice sokulup, sadece Eren'in görebileceği şekilde bunu mu söyledi? Getirin beraber dövelim!

Eren dedi ki:
Dilsel yeğlemelerin hiçbir anlama geldiğini söylemiyorum, bu yeğlemeler üzerinde fırtına koparmayı anlamsız buluyorum.

Burada da görülmeyen bir düşmanla savaşıldığı hissi güç kazanıyor bende. Aramızdan ilahi bir fani fırtına mı kopardı? Umursamamakla fırtına koparmak arasında duraklar bulunamaz mı?

Eren dedi ki:
Başka bir alanda cereyan eden mücadele, dilin "kendiliğinden olmayan" gidişatını da belirleyeceğine göre dile böyle bir mücadele alanı olma niteliğini atfetmeyi aşırıya kaçmak olarak görüyorum (bu "aşırıya kaçmak" söylemek istediğimi tam karşılamadı, ama daha iyisini de bulamadım). Ataç, vb. tarafından temsil edilen "dil yaratma" geleneğinin bugün daha güzel bir dünya için verilen mücadeleyle nasıl bir ilgisi olabileceği de cevaplanması gereken bir sorudur.

Hiçbir şey "başka bir alan"da cereyan etmez. Dünya bir ilişkisellikler bütünü olarak varolur. Aksi, olsa olsa şeyleri birbirinden yalıtıkmışçasına ele almayı salık veren metafizik bir yanılgıdır. Olgular birbirini her zaman ve derinden etkilerler. Hele de bu dil gibi bir "anlama" ve "anlam yaratma" (iletişim ve bağlam) sorunuysa tümüyle konuya dahildir. Eren'in alıntıladığım ifadesinin sonunda sorduğu soruda bir hile olduğunu düşünüyorum: Dil tartışmasında neden ille de "güzel bir dünya"yla "Ataç"ı ilişkilendirmek zorunda kalalım ki? Mesela Nazım'ı, Can Yücel'i, Edip Cansever'i, Melih Cevdet'i örnekleyemez miyiz? Bu saydığım isimlerin dilsel yeğlemeleri yok muydu? Daha ileri giderek Haşim'in diline karşı Ataç'ın dili bu saydığım şairler üzerinde belirleyici olmadı mı? (Verdiğim ve verirken de ayrım noktalarını bildiğim bu örnekler üzerinde kestirmeden "hayır, belirleyici olmadı" gibi bir cevap gelirse, tartışmanın ağız dalaşına dönüşmeye başlamasından endişe duyacağım.)


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Eren şöyle sormuştu önceki iletilerden birinde:

Eren dedi ki:
Anlaşılabileceği gibi ben hâlâ Barış'ın bu konuda ne savunduğunu anlayabilmiş değilim, o da ser verip sır vermemekte kararlı gördüğüm kadarıyla.

Buna, yukarıda bir sürü konu hakkında bir sürü kelam ettikten sonra (aslında kullandığım terminolojinin de sık sık ele verdiği gibi) karmaşık bir yanıt vereceğim. Buradaki linkte Murat Belge'nin konu hakkındaki güzel yazısında tanımladığı, iki görüş arasında kuramsal olarak sallantılı bir yerde konumlananlardan biri olarak duyuyorum kendimi. Dolayısıyla "dil bilinci"nin önde olduğu; yasaklamaya olduğu kadar kural koymamaya da cephe alan bir yerde duruyorum. Bunun da edebî bir yeğleme olduğunu düşünüyorum.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Barış Acar dedi ki:
Tartışmamıza bizim göremediğimiz biri gizlice sokulup, sadece Eren'in görebileceği şekilde bunu mu söyledi? Getirin beraber dövelim! (...)
Burada da görülmeyen bir düşmanla savaşıldığı hissi güç kazanıyor bende. Aramızdan ilahi bir fani fırtına mı kopardı? Umursamamakla fırtına koparmak arasında duraklar bulunamaz mı?

Şu sıralar "Gerçek Yaşamda ve Edebiyatta Geç Onikinci Yüzyıl Kuzey Batı Avrupa'sında Şövalyelik Etiği" başlıklı bir tez okuyorum. Yel değirmenleriyle savaşmam yadırganmasın lütfen. Boxing

Devamı birazdan...


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Barış Acar dedi ki:
Eren'e bu güçlü argümanından dolayı teşekkür ediyorum. Ben de aynı argümanla cevap vereyim o zaman: "Evet, olmuştur!"

"Evet, olmuştur!" diyen arkadaşların (daha önce iki kere sorduğum) şu soruya da cevap vermesi gerekiyor bence: Nasıl oluyor da Türkçe ile "tahakküm", "boyunduruk" gibi kelimelerle tarif edilen bir ilişki kurmuş -600 yıl saltanat sürmüş kudretli bir devletin resmi yazışma dili- olan Osmanlıcanın bu kadar zamanlık (en az 400 yıl) tahakkümünün sonunda, 20. yüzyılın başında hâlâ piyasada "isyan edip" geri dönülebilecek bir Türkçe bırakıyor? Bu nasıl bir tahakkümdür ki bir türlü hakim olamıyor?


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Eren dedi ki:
Nasıl oluyor da Türkçe ile "tahakküm", "boyunduruk" gibi kelimelerle tarif edilen bir ilişki kurmuş -600 yıl saltanat sürmüş kudretli bir devletin resmi yazışma dili- olan Osmanlıcanın bu kadar zamanlık (en az 400 yıl) tahakkümünün sonunda, 20. yüzyılın başında hâlâ piyasada "isyan edip" geri dönülebilecek bir Türkçe bırakıyor? Bu nasıl bir tahakkümdür ki bir türlü hakim olamıyor?

Bu soruda/ saptamada iki türlü hata var:

İlk olarak Osmanlıca'nın niteliği konusunda bir yanılgı taşıyor. Osmanlıca, Eski Osmanlıca döneminden 20. yüzyıla değin, Arapça yazı dilini kullanan, Farsça ve Türkçe unsurlar taşıyan bir dildir. Dolayısıyla bu dilin hakimiyeti altında Türkçe'nin unutulması falan söz konusu olamaz. Zaten zurnanın zırt dediği yer de biraz burasıdır. Keza halk ağzındaki Türkçe'yle saray erkânı ve yönetici sınıfın empoze ettiği Türkçe birbirine karışmıştır. Sonuçta ortaya çıkan da, kimsenin kimseyi tam olarak anlamadığı, halk edebiyatıyla divan edebiyatı gibi aralarında çok derin bir uçurum taşıyan anlayışların ortaya çıktığı bir dönemdir. Burada tahakküm, yukarıda açıklmaya çalıştığım gibi, irade kavramının dolayımıyla halkın kullanmadığı yapay bir dilin onun yaşamına sokulmuş olmasıdır. Bu böyle olmuştur ki, 19. yy. sonunda epey ağdalı bir dil kullanan Ahmet Haşim gibi bir şair halkın sevdiği adam olarak ortaya çıkabilmiştir.

İkinci olaraksa -konumuzu doğrudan ilgilendirdiğini düşünmüyorum ama-; öyle olgular vardır ki, üzerlerinde ne kadar baskı olursa olsun yine de yaşamaya devam ederler. Yüzyıllardır, hatta binyıllardır insan soyunun tepesinde dolanan mülkiyet illetine karşı paylaşım ve adalet duyguları nasıl yaşadılarsa, dil de üzerindeki bütün yapay oyunlara rağmen kendini koruyabilir. Ta ki, korumaya niyetli birileri olsun.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Barış Acar dedi ki:
Burada tahakküm, yukarıda açıklmaya çalıştığım gibi, irade kavramının dolayımıyla halkın kullanmadığı yapay bir dilin onun yaşamına sokulmuş olmasıdır. Bu böyle olmuştur ki, 19. yy. sonunda epey ağdalı bir dil kullanan Ahmet Haşim gibi bir şair halkın sevdiği adam olarak ortaya çıkabilmiştir.
Barış'la anlaşamadığımız noktalardan biri de "halk"ı tanımlayış biçimimiz. O ısrarla 19. yüzyılın sonunda bile yüzde 1 civarında olduğu tahmin edilen okur-yazar kitlesini "halk" olarak kabul ediyor. Bu kitlenin yaşantısında Osmanlıcanın ya da Divan edebiyatının bir anlamı olmuş olabilir tabii. Bense, mesela, babaannem, anneannem gibi insanları (yani geiye kalan yüzde 99'luk kitleyi) "halk" olarak kabul ediyorum. Onların hayatında Osmanlıcanın ya da Divan edebiyatı gibi sunî eğlencelerin hiçbir yansıması olmadığını -bırakın okumayı- yaşayarak gözlemliyorum. Ahmet Haşim Erzurum Kitabevi'nde imza günü mü düzenlemiş de halkın sevdiği adam olmuş? Belli ki Barış'ın sözünü ettiği "halk"ın zaten halkla bir ilgisi yok. O elitin "halk" olduğu yanılgısıyla hareket edersek, tabii birilerinin "halk"ın hayatına yapay bir dil soktuğu vehmine de düşmek mümkündür. Söz konusu yapay dil, "halk"ın istese bile ulaşamayacağı bir yerde -yazıda- durmaktadır. Halkın dili de halk edebiyatında yaşamaktadır. Tıpkı babaannemin, anneannemin ve belirli bir yaşın üstündeki insanlarımızın hayatında yaşadığı gibi.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Tartışmayı bu minvalde sürdüremeyeceğiz galiba. Keza benim açıklamalarım içinden bir yeri öne çıkarıp geri kalanını yok sayıyorsun. Böylece elde sürekli her söylediği şeyi yeni argümanlarla desteklemek zorunda kalan benim zavallı bozulmaya yüz tutmuş klavyem kalıyor.

Kısaca: Halkın bu dilden etkilenip etkilenmediği konusunda Ahmet Haşim'e gerek olduğunu söylemiyorum zaten. Sadece onun popülerliğini açıklamaya çalışıyorum. Buradaki popülerliğin de senin kast ettiğin küçük kesimin ötesinde olduğunu düşünüyorum.

Konuya dönecek olursak, yukarıda yaptığın "yönetici sınıfla ilgisi olmayan halk" tanımlaman hâlâ kapıcı Filip'in (tabii bizim bütün edebiyat geleneğimizde de dikkatimizi çekebilecek böylesi tiplerin) durumunu açıklamıyor.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Barış Acar dedi ki:
Tartışmayı bu minvalde sürdüremeyeceğiz galiba. Keza benim açıklamalarım içinden bir yeri öne çıkarıp geri kalanını yok sayıyorsun. Böylece elde sürekli her söylediği şeyi yeni argümanlarla desteklemek zorunda kalan benim zavallı bozulmaya yüz tutmuş klavyem kalıyor.
Söylediklerini yok saymaya çalışmıyorum. İleri sürdüğün şeyleri desteklemek için verdiğin örneklerin ileri sürdüğün şeyleri desteklemediğini söylüyorum. Senin "çekip alma" dediğin şeyin de nedeni bu. Ahmet Haşim'in "popüler" olduğunu ileri sürmek için önce bu adamı kimlerin tanıyıp kimlerin tanımadığını, hangi çevrelerde tanındığını araştırmak gerek. Şimdiye kadar bu konuda verdiğin bütün örneklerin belirli bir elit çevresinde döndüğünü söylüyorum. "Halk"ın bu farklı tanımlanması zaten tartışmanın bir yere gitmesini engelliyor. Aynı kelimeyi kullanıp farklı kesimlerden söz ediyoruz. Tartışma nasıl ilerlesin?
Barış Acar dedi ki:
Konuya dönecek olursak, yukarıda yaptığın "yönetici sınıfla ilgisi olmayan halk" tanımlaman hâlâ kapıcı Filip'in (tabii bizim bütün edebiyat geleneğimizde de dikkatimizi çekebilecek böylesi tiplerin) durumunu açıklamıyor.
"Bizim bütün edebiyat geleneğimiz"den neyi kast ettiğini de bilmiyorum. Kapıcı Filip ve benzerlerinin Rusya'da da Türkçe edebiyatta da hangi dönemde ortaya çıktığını araştırırsak zaten başka cevap aramaya gerek kalmıyor. Sözünü ettiğin tip zaten 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başında (ve devamında) sahneye çıkıyor. Başından beri şunu söylüyorum: dil, "millî" bir sorundur. Milliyetten bahsedemediğimiz yerde bir dilin diğeri üzerinde kurduğu tahakkümü kanıtlamaya çalışmanın bir anlamı yoktur. Eğer Divan edebiyatında (ya da 15. yüzyıl Rus edebiyatında) da kapıcı Filip'ler olduğu gibi bir iddian yoksa zaten benden farklı bir şey söylemiyorsun. Kapıcı Filip ancak "milliyet"in bir anlamı olduğu bir evrede ortaya çıkabilirdi. Olan da bu. Senin "devlet 13. yüzyılda da dil üzerinde baskı kuruyordu, 16. yüzyılda da, 19. yüzyılda da" argümanının kapıcı Filip'lerin neden 19. yüzyıldan (Fransız Devrimi'nden) önce sahneye çıkamadığı sorusuna nasıl cevap vereceğini de merak ediyorum. Fransız Devrimi'nden önce ortaya çıkmış bir kapıcı Filip tipi bulabilirsen işte o zaman gerçekten argümanlarını destekleyen bir örnek bulmuş olursun.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Yine bir iletide birden fazla şeye cevap verecek ve alamadığım tepkiler üzerine de ahlanıp vahlanmak zorunda kalacağım için üzgünüm. Öte yandan artık bunun bir kişisel gelişim tekniği falan olduğunu düşünmeye başladım: "Sakın size 'question mark' ile sorulmayan sorulara cevap vermeyin. Olabildiğince karşınızdakine itham kıvamında sorularla yüklenenin" vb. Bu yöntemin bir tartışmayı yürütmek için kendi içinde tutarlı olup olmamasının dışında tartışmaya katılacak olan diğer kişileri de korkutup kaçırdığını düşünüyorum. Öyle ezici ve sert bir üslup ki bu, adeta "dil üstünde tahakküm olamaz" diye bir tahakküm çıkıyor içinden. İsterdim ki, tartışmayı izleyen diğer arkadaşlar da, sorularını sorsunlar ve konuya müdahil olsunlar.

Gelelim tartışmayı çerçevesinden çıkardığını söylediğim bölüme:

Eren dedi ki:
Söylediklerini yok saymaya çalışmıyorum. İleri sürdüğün şeyleri desteklemek için verdiğin örneklerin ileri sürdüğün şeyleri desteklemediğini söylüyorum. Senin "çekip alma" dediğin şeyin de nedeni bu. Ahmet Haşim'in "popüler" olduğunu ileri sürmek için önce bu adamı kimlerin tanıyıp kimlerin tanımadığını, hangi çevrelerde tanındığını araştırmak gerek. Şimdiye kadar bu konuda verdiğin bütün örneklerin belirli bir elit çevresinde döndüğünü söylüyorum.

Yukarıdaki satırlardan Ahmet Haşim ile ilgil verdiğim örneği hiç anlamadığını görüyorum. O kısım tam olarak şöyleydi:

Barış dedi ki:
İlk olarak Osmanlıca'nın niteliği konusunda bir yanılgı taşıyor. Osmanlıca, Eski Osmanlıca döneminden 20. yüzyıla değin, Arapça yazı dilini kullanan, Farsça ve Türkçe unsurlar taşıyan bir dildir. Dolayısıyla bu dilin hakimiyeti altında Türkçe'nin unutulması falan söz konusu olamaz. Zaten zurnanın zırt dediği yer de biraz burasıdır. Keza halk ağzındaki Türkçe'yle saray erkânı ve yönetici sınıfın empoze ettiği Türkçe birbirine karışmıştır. Sonuçta ortaya çıkan da, kimsenin kimseyi tam olarak anlamadığı, halk edebiyatıyla divan edebiyatı gibi aralarında çok derin bir uçurum taşıyan anlayışların ortaya çıktığı bir dönemdir. Burada tahakküm, yukarıda açıklmaya çalıştığım gibi, irade kavramının dolayımıyla halkın kullanmadığı yapay bir dilin onun yaşamına sokulmuş olmasıdır. Bu böyle olmuştur ki, 19. yy. sonunda epey ağdalı bir dil kullanan Ahmet Haşim gibi bir şair halkın sevdiği adam olarak ortaya çıkabilmiştir.

Buradaki temel argüman, açıkça görüleceği gibi, Osmanlıca'nın Türkçe temelinde kurulmuş bir dil olduğu, ancak yönetimsel bir takım nedenlerden dolayı 13. yüzyıldan itibaren (bu tarih istenirse daha da eskiye götürülebilir) Farsça ve Arapça gibi unsurlarla birleştirildiği yönündeydi. Böylece Eren'in üstüne basa basa sorduğu "tahakküm varsa nasıl olup da Türkçe'nin yaşadığı" sorusuna cevap verilmiş oluyordu. Görüyorum ki Eren bu cevabı ısrarla gündem dışında tutuyor. Sonunda verdiğim örneğe gelip takılıyor. Yeri gelmişken belirteyim Ahmet Haşim örneğinin amacı halk "Haşim okuyor işte" argümanını savunmak değildi. Niyet çağruhunu en iyi şekilde temsil ettiğini düşünebileceğimiz edebiyatçıların kullandığı dilin örneklendirilmesiydi. Konuyu açıklığa kavuşturmak için benzer örnekler seçmek gerekirse: Yaşar Kemal belli bir dönemin çağruhunu, Edip Cansever belli bir dönemin çağruhunu simgelemez mi? Kafka'nın döneminde kaç kişi tarafından okunmuş olduğu, onun yaşadığı dönemin en iyi resmedicisi olduğu gerçeğini değiştirir mi? Aynı şeyi Ahmedî için de Nedim için de söylememiz için ne engel var?

Neyse konuyu fazla uzatmayacağım. Keza bunun tartışmamıza fazla bir şey katmadığı kanaatindeyim.

Eren dedi ki:
"Bizim bütün edebiyat geleneğimiz"den neyi kast ettiğini de bilmiyorum. Kapıcı Filip ve benzerlerinin Rusya'da da Türkçe edebiyatta da hangi dönemde ortaya çıktığını araştırırsak zaten başka cevap aramaya gerek kalmıyor. Sözünü ettiğin tip zaten 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başında (ve devamında) sahneye çıkıyor. Başından beri şunu söylüyorum: dil, "millî" bir sorundur. Milliyetten bahsedemediğimiz yerde bir dilin diğeri üzerinde kurduğu tahakkümü kanıtlamaya çalışmanın bir anlamı yoktur. Eğer Divan edebiyatında (ya da 15. yüzyıl Rus edebiyatında) da kapıcı Filip'ler olduğu gibi bir iddian yoksa zaten benden farklı bir şey söylemiyorsun. Kapıcı Filip ancak "milliyet"in bir anlamı olduğu bir evrede ortaya çıkabilirdi. Olan da bu. Senin "devlet 13. yüzyılda da dil üzerinde baskı kuruyordu, 16. yüzyılda da, 19. yüzyılda da" argümanının kapıcı Filip'lerin neden 19. yüzyıldan (Fransız Devrimi'nden) önce sahneye çıkamadığı sorusuna nasıl cevap vereceğini de merak ediyorum. Fransız Devrimi'nden önce ortaya çıkmış bir kapıcı Filip tipi bulabilirsen işte o zaman gerçekten argümanlarını destekleyen bir örnek bulmuş olursun.

Bu satırlarla birlikte Eren'in baştaki argümanının değiştiğini düşünüyorum. Kabaca söylemek gerekirse baştaki argüman şöyle bir şeydi: "Dilin gelişimi irade dışıdır. Herhangi bir iradeyle onu değiştirmek imkânszıdır; dolayısıyla beyhude bir çabadır." Ancak yukarıdaki satırlar gösteriyor ki, artık kapıcı Filip kabul görüyor. Yani, Eren'in "millileşme" olarak tanımladığı bir "irade"nin halktan kişiler üzerinde etkili olabileceği, onların dünyayı görüşlerini, dillerini vb.'ini değiştirebileceği yönündeki argüman değişimi iyice açıklık kazanıyor. Birkaç ileti önce de bu durumun sadece Osmanlı özelinde olduğunu söyleyerek bunun sinyallerini vermişti zaten (Ancak yine soru işareti koymamış olduğumdan olacak ki, buradaki Brahmanlar gibi en sert kastlarda bile üstyapı örüntülerinin altyapıya kadar nüfuz edeceği açıklamama hiç değinmedi). Bu değişimle birlikte Eren'in sözlerine katılıyorum. Üretim ilişkilerinde meydana gelen her değişme "kültür"ü, dolayısıyla da dili etkiler. Ortaçağın göçebe yaşantısı, beylikler dönemi, imparatorluk kurumunun çeşitli aşamaları, ulus-devlet'in kuruluşu ve bu süreçteki farklı aşamalar, kültürel durumlar üzerinde ve dolayısıyla dilde değişiklikler meydana getirmiştir. Benim terminolojimde "irade" uygulamıştır (Bu arada, bu "irade ve kendiliğindenlik" meselesine önceki iletilerde açıklık getirebildiğimizi ve aşağı yukarı bir konsensüs yaratabildiğimizi düşünmek istiyorum - Sanırım buraya da soru işaretli bir cümle koymadığım için yine -katılma ya da katılmama şeklinde de olsa- bir karşı-görüş alamayacağım).

Yukarıdaki alıntının sonundaki sorunun doğrudan cevabına geldikte; bunun zaten karmaşık olan sorunu daha da karmaşıklaştıracağını ("edebiyat yapıtının dil içindeki yeri" gibi bir tartışma uç verecek çünkü buradan, oysa konumuz bu değil) bilerek dilim döndüğünce cevaplamaya çalışayım. Hemen hemen tarihsel romanların hepsinde bu tip örnekler bulmak mümkün. Uzun yıllardır roman okumayan bir adam olarak, "işte budur" diye bir örnek bir örnek vermekte zorlanıyorum. Zorlayınca Orhan Pamuk'un "Beyaz Kale"sindeki karakterler geliyor aklıma. İhsan Oktay'ın "Puslu Kıtalar Atlası"ndan, Yaşar Kemal'in romanlarından tiplemeler üşüşüyor gözlerimin önüne. Buralarda hep aydın sınıfa karşı halktan olan, ama özenti içinde bulunan tiplemeler vardı. Eren'in, işi yokuşa sürmek için, "edebiyat tarihimizden örnekler" üzerinde duracağına eminim bu noktada. Bunu söylerken, halk edebiyatında bol bol bulunan, Karagöz Hacivat oyunlarından, Pişakâr'ın gösterilerine kadar pek çok meselde alaya alınan çok sayıda örnek bulunabileceğini düşünmüştüm. Benim ilgilendiğim dönemlerden örnek vermek zorundayım ne yazık ki; Neyzen'in şiirlerinde tefe koyup çaldığı tipler, 14. yüzyılda Hacivat'ın ağzından Selçuklu yönetiminin etkisi işmar edilerek anlatılmıyor muydu? Bu dönemde Moğol tarzı bir yaşama özenen, Bizans'tan etkilenen tipler yok muydu ve edebî alana bunlar yansımadı mı? Giderek, bu örneklemeleri dilin irade ile şekillenmesi üzerinden tartışıyorsak, yönetim biçiminin etkisiyle dilsel alana müdahalelerden söz etmek bu kadar anlamsız mı?

Ayrıca yine önceki iletilerden birinde "dil" konusundaki tutumuma istinaden şöyle demiştim:

Barış dedi ki:
Buna, yukarıda bir sürü konu hakkında bir sürü kelam ettikten sonra (aslında kullandığım terminolojinin de sık sık ele verdiği gibi) karmaşık bir yanıt vereceğim. Buradaki linkte Murat Belge'nin konu hakkındaki güzel yazısında tanımladığı, iki görüş arasında kuramsal olarak sallantılı bir yerde konumlananlardan biri olarak duyuyorum kendimi. Dolayısıyla "dil bilinci"nin önde olduğu; yasaklamaya olduğu kadar kural koymamaya da cephe alan bir yerde duruyorum. Bunun da edebî bir yeğleme olduğunu düşünüyorum.

Bu tutuma ilişkin herhangi bir tepki gelmedi. Oysa bu konudaki karşılıklı diyaloglarla bir kesişme alanı yaratabileceğimizi sanıyordum ben.

Son olarak tartışmayı kavramsal düzeyde yürütmekten epeyce sıkıldım. İzleyenlerin de sıkıldığını düşünüyorum. Çünkü gittikçe aynı çemberin duvarlarına çarpıp duruyoruz. Oysa konuyu örneğin Cihan'ın söyledikleri gibi somut örnekler üzerinden değerlendirecek olursak daha fazla açılıma ulaşabiliriz gibi geliyor bana.

Cihan dedi ki:
Ne öncülere "bu farklı sözcüğü kullanıyorsun ama çaban boşa" diyebiliriz ne de yaşamını 50 sözcükle idame eden Mehmet'e.
Öğrencilerim benden önce "sıfat, zamir, zarf, kelime" diyorlardı şimdi ise "önad, adıl, belirteç, sözcük" diyorlar ve bunu da bir zorlama şeklinde değil ikisini de bilerek kullanıyorlar. Bu ayrımı görebilmek ise beni mutlu ediyor...

Husserl'in dediği gibi; "olguların kendisine dönmenin zamanı geldi de geçiyor bile."

NOT: Sık sık bu kadar şeyi nasıl yazdınız diyen arkadaşlara kısaca not düşmek istedim: Bu iletinin yazılması, hatalarının düzeltilmesi vb. yaklaşık 2,5 saatimi aldı. Gide gele tamamladım. Çünkü içimde bu konuyu tartışmak isteği vardı, bunun önemli olduğunu düşünüyordum ve bu noktada ne zaman ne koşullar bana engel olabilirdi. Her türlü işi gücü bırakıp bu notları tuttum. Yani sorunun yanıtının zamansızlıkta ya da yapıyı anlamamakta değil, niyetlilikte gizli olduğunu düşünüyorum. Wink


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Evet bu konuyu tatlıya bağlamanın zamanı geldi. Osmanlıca, sadece yazı dili olan yapay bir dildir. Yapısını ise Farsça ve Arapça terkiplerden, kurallaradan; sözcük dağarcığını ise Türkçe ve bu iki dilden alır ( özellikle Farsçadan) . Zaten Osmanlıda Türk ; "yürük/yörük/ yörüyük" diye anılırdı... Osmanlının Türk halkına bakışını üzerine ise eren'e ya da tarihe ilgili diğer forum üyelerine ders vermek gibi bir niyetim yok. Konuyu tartıştığımız konunun materyaliyle açıklamaya çalışayım: Osmanlının Türk halkına bakışını şu ata sözü sanırım güzel açıklıyordur :
Yörüğün oturduğu bayır ile sırttır, içtiği yoğurt ile süttür, konuştuğu vırt ile zırttır...

Yani doğacak/doğmuş olan Türkçe bu dil içinde sadece tarım, hayvancılık, savaşcılık gibi alanlardaki sözcükleri kaplayan kısmi bir zenginlikti. Türkçenin, diğer diller gibi gelişmesi ise ulusal bir bütünlük olması, kültürel birikimini armaya başlamasıyla ( aydınlanma, Ziya Paşa, N. KEmal, Fikret, M. Akif ve dönüm noktası olarak Genç Kalemler) doğdu. Günümüze kadar ise devlet eliyle TDK ve kültürel öncüleri sayesinde(herkesin de değindiği isimler, kuruluşlar, meslekler) şimdi bir forumda yazıp, onu geliştirebilecek, işleyecek kadar işlev kazandı ve zenginleşti... Zenginleşmeye devam da edecek. Yeter ki bu dil işlenmeye, bilinç ve mantık çizgisinde sürülmeye devam etsin... Yeri gelir "kısmi" yeri gelir "tinsel" de deriz yeter ki neyi neden kullandığımızın ayırdına varalım...


Re: Dil ve Darp Meseleleri

İnternet forumlarında en sık yaşanan sorunlardan biri; bir tartışmanın nesnesinin çok sınırlı bir alana sıkışıp kalması ve o tartışmaya ait tüm evrenin konuşan kişilerin sınırlı bilgi birikimleri ile internette bulunan derme çatma bilgi kırıntılarına bağlı olmasıdır.

Bu tartışmada böyle bir yanlışa düşmemek için bugün biraz kitaplık fareliği yaptım. İki tane de güzel yazı buldum. Biri Nermi Uygur'un farklı tarihlerde Kabalcı Yayınevi ve Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanmış olan Dilin Gücü kitabından "Arıtıcılar" makalesi. Eren'in söylediklerine de destek sunabilecek pek çok nokta var yazıda. Diğeri de çoğu çalışmasını çok büyük merakla okduğum Özcan Başkan'ın Dilde Yaratıcılık kitabı. Burada da özellikle bir makale vardı ama şimdi başlığını unuttum. Yakında kütüphaneye giderek bu kaynakları burası için taramayı düşünüyorum. Umarım tartışmaya farklı bir bakış açısı ekleyebilirler.

Bu arada, Dil Derneği'nin şöyle bir kaynakçasına ulaştım.

Bir de dilbilimi.net'in bibliyografyası


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Barış, savunmadığım düşünceleri bana atfetmemiş olsaydı bu uzun girişi yazmayacaktım. Ama kendimi buna mecbur hissediyorum. Tartışma boyunca hiçbir noktada "dil üzerine irade uygulanamaz" demedim. Hattâ "dil üzerine irade uygulamak diktatörlüktür" diyerek bir irade uygulanabileceğini, millî devletlerin de bunu yapmış olduklarını defalarca söyledim. Osmanlı konusundaki tartışmayı da sürekli Osmanlı özelinde tutmaya gayret ettim. Osmanlı'dan hareketle bugüne dair bir projeksiyon yapmaya çalışmadığım gibi millîleşme akımlarının dil tartışmalarının niteliğini değiştirdiğini ve dili (irade, vb.) tartışacaksak millî devlet (ve sonrası) bağlamında tartışmamız gerektiğini sürekli vurguladım. Şimdi kalkıp da bütün bunları söylememişim gibi başta söylediğimle şimdi söylediğim arasında bir tutarsızlık olduğunu bu biçimde iddia etmek insaf sınırlarını zorluyor.

Barış'ın öne sürdüğü kavramsal şemaya değil verdiği örneklere odaklanmamın da önemli bir sebebi var: Eğer verdiğiniz örnek, ileri sürdüğünüz iddiayı desteklemiyorsa o zaman ileri sürdüğünüz iddia üzerinden spekülasyon yapmanın bir anlamı yoktur. Elbette bu tür tartışmalardan haz alan insanlar da vardır; ama, belli ki, ben onlardan biri değilim. Barış'ın tarihsel olgu ve örneklerle destekleyemediği şemasına verilebilecek nihaî cevabı da "Hayır, böyle olmamıştır!" diyerek vermiştim zaten.

Sözlerime Müstear Efendi Vakayinamesi'nde sunulan kavramsal şemayı alıntılayarak devam edeyim. Ayaklarının, en az Barış'ın öne sürdüğü iddialar kadar yere bastığını düşünüyorum:

""

Osmanlı devleti ağızlarından ateş saçan tuhaf yaratıklar tarafından yönetiliyordu. Padişahların bu vasfı, etrafa korku salmakta, arada sırada homurdanan halktan kimseleri ürkütmekte çok işe yarıyordu. Ama kötü yanları da yok değildi. Ağızlarını her açtıklarında fışkıran alevlerin kimi bulacağı belli olmuyordu. Keyifli divân toplantılarında vezir ve sadrazamların yaralanması vakayi adiyeden kabul edilirdi. Hele bir de öfkelenmeyegörsünler. Padişahlardan birinin öfke nöbeti saray erkânından 65 kişinin hayatına mâl olmuştur. Meşhur İskenderiye kütüphanesi de şöhretli şehri ziyaret eden bir veliahtın şen kahkahalarına kurban gitmiştir. Saray erkânından olup da kirpiği, kaşı yanmayan, sakalı, saçı uzayan kimse olmazdı. Hattâ sakalını saçını yakıp esnafı saray erkânından olduğunu söyleyerek dolandırmaya kalkışan dolandırıcılar türemişti. Uzak diyarlardan padişahlara hediye olarak gelen değerli ipek halılar bir hıçkırığa kurban gidince onca yol tepip emaneti canı pahasına teslim eden elçiler gözyaşlarına boğulurlardı. Yanmaz kumaşın ilk Osmanlı’da piyasaya çıkması da tesadüf değildir. Bütün sarayın günde üç öğün yeni kıyafet diktirmesi hazineye amansız bir yük bindiriyordu. Fennî terakki kaçınılmazdı.

Kimi ince ruhlu kimselere göre, padişahların alev saçmalarının en kötü yanı koskoca sarayda üstünde iki satır yazılı bir kağıt parçasının dahi bulunmayışıydı. Şairlerin bağladığı onca güzel şiir, mersiye beşerin hafızasının zayıflığına yenik düşüyordu. Padişahlardan biri duygusal bir anında bir ferman çıkararak, bundan sonra sarayda söylenen şiirlerin hepsinin maaşlı hafızlar tarafından ezberlenip gelecek nesillere aktarılmasını buyurdu. Böylelikle şairlere, sanatçılara gün doğdu. Şevkle yeni şiirler, destanlar yazan şairlerin şiirlerini ezberlemesi için medreseler dolusu hafız yetiştirildi. Yeni şiirler söylendikçe hafızların sayısı da arttı. Öyle bir gün geldi ki ülkenin yarısı sarayın hafızlık kadrosuna geçmişti. İşte bundan dolayıdır ki halk kendi konuştuğu dili unutup sarayda şiirler söylenen ama kimsenin anlamadığı bir dili ezberledi.

Müstear Efendi Vakayinamesi, Müstear Efendi, sh. 37 (kaynak)

Efendim? "İskenderiye Kütüphanesi Osmanlı'dan çok önce yerle yeksan oldu," mu dediniz? O bir örnek canım, örneğe takılıp kalmayın.

Not: Belki belirtmekte yarar var. Bu tartışma benim için kapanmıştır. Tabii kimsenin cevap hakkını gasp etmek niyetinde değilim. Bu nedenle isteyen istediği cevabı vermekte özgür, ama benden cevap bekleme zahmetine girilmemesini öneriyorum. Tartışmanın bütün taraflarına yaptıkları katkılar için kendi adıma teşekkür ediyorum.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Müstear Efendi'ye tümüyle katılıyorum.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Tartışmaların seyrinden uzaklaştım. En kısa zamanda müdahil olacağım.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Bir aksilik çıkmazsa bugün Bilkent Kütüphanesi'nde küçük bir tarama yapacağım. Birkaç güne de ulaştığım sonuçları buraya aktarırım.

Şimdi konuya bir boyutuyla dokunan iki link eklemek istedim:

Felsefe Ekibi'nin hazırladığı dil kitaplığı ve yine aynı ekibin çıkardığı e-derginin Dil ve Felsefe sayısı.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

""
Felsefe Ekibi'nin hazırladığı dil kitaplığı ve yine aynı ekibin çıkardığı e-derginin Dil ve Felsefe sayısı.

Pierre Guiraud'ın "Anlambilim" ve Nizamettin Uğur'un "ANLAMBİLİM - Sözcüğün Anlam Açılımı" kitaplarını daha önce okumuştum. Pierre Guiraud'ın kitabı alanında temel eserlerden biri olarak kabul edilen, bu alana ilgi duyan herkesin okuması gerektiği bir eser. Nizamettin Uğur'un kitabı ise daha çok sözcüğün anlam çerçevesini çizmeye çalışarak, bugüne değin yanlış değerlendirilen kimi kavramlara doğru açıklamalar getiriyor.

""
Bir aksilik çıkmazsa bugün Bilkent Kütüphanesi'nde küçük bir tarama yapacağım. Birkaç güne de ulaştığım sonuçları buraya aktarırım.

Merakla bekliyorum.


Re: Dil ve Darp Meseleleri

Bugünkü kütüphane çalışmasının sonuçları parça parça foruma aktarılmaya başlandı. Nitekim, fotoğraftan da görülebileceği gibi raftan rafa atlarken benim şiraze kaydı biraz. Zaten bir kütüphane çalışmasında en sevdiğim şey, araştırdığım kitabın yanında yöresinde karşıma çıkan başka kitapları karıştırmaktır. Böyle böyle dil meselesinde olduğu gibi Oğuz Atay için de bir hayli güzel kaynak toparladım. Yalnız eldeki materyali foruma aktarmak zaman alacaktır.

Yine fotoğraftan görülebileceği gibi dil konusunda da epey geniş bir kaynağa ulaştım. Bunların içinde Ömer Asım'ın zehir zemberek tartışmaları olduğu gibi Peyami Safa'nın karşı çıkışları, Ömer Seyfettin'in 1910'lu yıllarda kaleme aldığı yazılar, Nermi Uygur'un, Tahsin Yücel'in güçlü metinleri de var. Umarım dil tartışmaları konusunda ufkumuzu genişletirler.

kutuphane.jpg

Re: Dil ve Darp Meseleleri

""
Umarım dil tartışmaları konusunda ufkumuzu genişletirler.

Barış, bu kaynakların yarısı bile bu isteğine yeter. Eline, ayağına sağlık.

Bu arada ben de yarın birkaç yeri kolaçan edeyim.