UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Tayfa Öyküleri - Gırbaç

25 Oca 2014
Mehmet Sürücü

Gırbaç

“Beni tayfa yapan, balıkçı yapan gazate aşkı,gazate sevdası.”

“Balığa gitmek, tayfa olmak; özgür olmaktı her zaman. Daracık bir evde altı kardaş. Tarlaya koştur, inek peşinde, koyun keçi peşinde koştur, vur sırtına azık torbasını, yaz kış, yan don. Kolay mı?”
Gırbaç’la bir sohbetten.

İlkokulu bitirdiğimde yarım yamalak okuyabiliyordum. Bende bir sırık gibi boy var, bir Fenerbahçe hastalığı, bir de okuldan sonra peydah olan gazete tutkusu. Televizyon yok daha o zamanlar. Koca radyolar var. Onlardan dinliyoruz maçları. Amerikanın Sesi, Polis, Sofya, Mudapeşte radyolarından da Yüksel Özkasap, Nuri Sesigüzel, Şükran Ay, Mualla Mukadder, Safiye Ayla… İlkolulu bitirmişim ama kahveye sokmuyorlar o vakitler. Gazete de bir tek kahvede var. Haftada bir iki, Arap’ın takası veya rahmetli Tahsin Abi gidecek kasabaya da gazate getirecek. O getirdiği gazate de günlerce bazen haftalarca gezecek masadan masaya da, kahveci bir parça toz süprüntü, çay posasıyla döküp atacak çöpe. Ben de ıslak gazete parçasını yırtmadan okuyabilmek için kıvranıp durcam. Yaşlılar benim gazete hastalığımı çabuk farkettiler. Rumeli görmüş adamlar, bir başka oluyor. Avrupa görmüş, medeniyeti görmüş. Sonra sonra ihtiyarlar, Alil Aga, Glemoto, Malkino Yaşar kahvedeki gazateyi çaktırmadan koynuna sokuşturup bana vermeye başladılar. Define bulmuş gibi seviniyorum. Altı yedi oğlan Manastır’da, Eğridere’de, Kalem’de, Traplar’da otlatıyoruz inekleri düveleri. Bütün gün gazeteden kaldırmıyorum kafamı. Unutuyorum inekleri danaları. Defalarca baştan sona, en küçük yazısına varana kadar okuyorum. Zarara giriyorlar, onun bunun mısırı, bostanı… Arkadaşlar bakıyorlar ister istemez bazen benim otlattıklarıma. Kızıp ne halin varsa diyorlar kimi kez. Akşama babamdan bir ton sopa yiyorum. Koynumdaki gazeteye denk gelen tokatlar, tekmeler daha az acıtıyor. Seviniyorum.

****

Kont Abi çeldi ilk kafamı. O, genç o zamanlar. Defalarca balığa gitmiş. Renk renk taraklarla, horozlu cep aynalarıyla dönüp, perçem yatırmış. Cep aynasıyla ışık düşürüp dal fidan kızlara, gönül çeldirmiş, sevda değiştirtmiş. Olum ne çürütüyorsun hayatını buralarda, gel götüreyüm seni Cihan Reis’e. Al pulatkanı. Git kasabaya, çek ayağına bir iskarpin, bi ceket pantolon. Dal lokantaya, çift porsiyon İnegöl köfte, Kemalpaşa arkasından, arkasından yap bi Yıldıztepe, kerane diyor. İyi diyor. Hem de çok iyi. O yaştaki, bizim gibi sümüklü eşekçiler için anlattıkları cennette olacak şeyler. Peki Kont Abi, Ya gazete? Gazate var mı gırgırda gazate? Olmaz mı olum. Sigaradan kısılmış sesiyle döktürüyor; Her gün üç dört gazete alınır. Bilirsin Cihan Reis eski solculardan. Okuması yazması olan, eline kitap almış adam. Bizim kafadan. Her gün mutlaka gırgıra Cumhuriyet alır yanında birkaç gazete ile birlikte. Önce kendi okur, sonra tayfaya okutur. Hatta zorlar. Okuyun, der, cahil kalmamanın yolu okumadan, yazmadan geçer der. Tayfaya bazen sorar bile, Olum, Kont, de bakalım, bu günkü gazatada ne haberler var? Usul usul imtahan da eder. Harmançe’de otururuz çoğusu. Anlatır saatlerce gırgırları, balıkçılığı, İstanbul’u, Kumkapı meyhanelerini, iri memeli çingene karılarını, pis, yosun kokulu limanları. Arada bir bardağıma şarap doldurur, Güzel Marmara, radyodan incecik bir kadın sesi asılır da asılır gurbetten sılaya. Kafam yatar, gitmeye, görmeye, kaçmaya can atarım.

Aylar önce tayfaya toplanmak için haber gönderirler reisler. Gırbaç, oğlum, Memet; hazır mısın? Ne zaman almaya gelelim sizi? O yıllar bizim Pomak tayfa gırgırlarda, reislerce aranıyor. İyi çalıştığı, kaytarmadığı, temiz, tertipli olduğu için. Beni tayfa yapan, balıkçı yapan gazate aşkı, sevdası. Kafama koydum. Gidecem. Babama desem izin vermeyecek, biliyorum. Anama çıtlattım. Bir iki homurdandı, mırın kırın yaptı ya, ne gelir elinden, ne desin? Pulatkamı aldım. Yarısını anama verdim. Sakla bunu benim için, lazım olursa da bakarsın icabına, dedim. Tarih verildi. Bir gün önceden hazırladım yorganımı, birkaç öteberimi. Babam görür diye korka korka, bir öğle vakti iskeleye yanaşan gırgıra attım kendimi. Bereket babam tarladaydı, soğan suluyordu da arbede olmadı.

****

Gidiş o gidiş. Askere gidene kadar her sene gittim balığa. Döndükten sonra da. Limana çıktığımız her gün bir gazate sokuşturdum belime, lüver gibi. İlk payımla pilli, Siera marka bir radyo aldım. Yedek pil de. Benden patronu, benden keyiflisi yok. Bütün gün ağ çek, kurşun çek, mantar çek. Eller olur lime lime, yara içinde, olsun. Ama akşam olunca başlıyor şenlik, mutluluk. Balık bol. Her yan lüfer palamut. Boğazda geziniveriyoruz şöyle bir, doluveriyor ambar, kasalar koca, toriklerle palamutlarla. Her yan bereket kesmiş. Öyleydi eskiden. Gırgırda en iyi balığı tayfa yer. Adet budur. İki ay içinde semirdim. Yanaklarıma kan geldi. İncelikten, zayıflıktan derlerdi bana Gırbaç, ben oldum kalın Gırbaç.

Her neyse. Keyfim yerinde. Bazen hava bozuyor. Çoğunlukla Marmara’da, İstanbul taraflarında limanlıyoruz. İlk sene kalabalık değildik. Sonraki sene köyden birkaç kişinin daha kafasını çeldim. Ben, Kont abi, Çarak Hasan,-garibim ne adamdılar, nur içinde yatsınlar- Boz, aşçı Bahri Abi, ekip kuvvetli. Rumalikavağı, Kefken, Kumkapı, Şile, bazen Tekirdağ, bazen Silivri, buralara takılıyoruz. Rumelikavağı’nda, bir de Kumkapı’da iki otelle anlaşmalı Reis. Bir katını tayfalara ayırtmış. Orada yatıp kalkıyoruz. Gırgırlar küçük, yatmaya yer yok. Yemek lokantadan. Ara sokaklarda bir lokanta bulduk. Komo Danyal’ın yeri; Kukumavka. İçkili, nezih. Kafadar Danyal Abi. Solcu ki ne solcu. Çabuk kafa barıştırdı biz Pomaklarla. Bizim huyumuz belli, paran varsa yersin, içersin, yoksa yutkunursun. Her akşam Danyal abinin yerindeyiz. İki kasa balık getiriyoruz. İki kişi ayıklayıveriyorlar balığı, biz demeden açıyor bir büyük rakı. Buz, zamanına göre kavun, peynir. Koyuyor inceden bir Esengül, Hayri Şahin, Adnan Şenses plağı. İçerisi bir duman, bir sis. Balık, anason ve deniz kokuyor. Saat on’a gele, geçe, yorgunluktan düşmeye başlıyor bizim kafalar. Toparlanıp kalkıyoruz, düşüyoruz otelin yoluna. Uzak değil, iki sokak ötede. Daracık bir koğuşta, asker düzeni, istif, ranza, çorap, ayak, tutubet, türlü türlü kokular içinde, takatsiz kalmış bedenimizle deliksiz uyuyoruz.

Gırgırın kanunları kuralları sıkıdır. Esnemez. Uymayan yosun kokulu, pireli yorganıyla kendini başının üzerinde aç martıların uçuştuğu ücra ıssız bir iskele üzerinde buluverir. Teknede içki içmek yasaktır. Bunu bir günden bir güne hiçbir reis dile döküp dememiştir kimseye. Ama bu yasak sanki söylemeden kendiliğinden olmuştur. Balıkçı kısmısı, tayfa, reis, herkes içer. İçmeyip de ne yapacak. Ayağının altında toprak bile yok. Gece gündüz oynak, kaygan bir su kütlesi. Bir gün süt liman, ana kucağı bir gün dağ gibi dalgalar, baba öfkesi. Bu nedenle midir bilmem, içer balıkçı. İçer ama limanda, meyhanede.

****

O zamanlarda zanaat daha zordu. Şimdiki gibi gırgırlar büyük değil. En babası 15 metre civarı. Hiç unutmam, buralardaki ilk uzun gırgır Selçuklar’dı bu Marmara’da. Askerden yeni gelmiş, Şahinburgaz’lı gencecik bir usta yapmıştı. Dört sene uğraşmış garibim usta. Evini barkını boşlamış, kayığı bitirecem diye yaz kış kayıkta yatıp kalkmış. Karısı kovmuş evden, gelmiyor diye. Ama yaptığı tüm motorların kralı oldu. Otuz iki metre, çift motor, geniş küpeşte, geniş kamaralar, geniş yatakhaneler. Sanki Amerikan uçak gemisi Saratoga. Daracık teknelerde yaşamak da zor. Ambar, başaltı, kamaralar, mutfak, küpeşte kıç da ona göre. İlk Cevdet Reis kiraladı motoru. Cevdet Reis o zamanlar-rametli- bütün denizlerde en namlı reislerden. Çoğu ona gidiyoruz zanata. Tekneyi alınca hemen de memleketi Ünye’ye doğrulttu dümeni. Hava atacak teknesiyle. Zaten tüm Marmara’nın Karadeniz’in tanıdığı Cevdet Reis namına şanına şan katacak. Yol boyunca karılaştığımız gırgırlarla yarış yapıyoruz. Sevmez aslında büyüklenmeyi. Gururlu adam değildi rahmetli. Toprağı deniz olsun. Kiminle yarışa girsek arkamızda kalıyor. Koca tekne iki makinayla şahlanıyor dalgalara suya değmiyor sanki, yarım metre havada süzülüyor.

Yolda limanlara giriyoruz. İnebolu, Sinop, Gerze, Samsun limanlarına; kel kafalı gaga burunlu ince sesli laz tekne ustaları gırgırı görünce ağızları açık kalıyor. Çekiyor bizi bir kenara; “Hemşerum hele gel sen bi da!” Sesini iyice alçaltıp, “Ha bu gırgır saç tekne değil midur?” “Yok hacı dayı, saç olurmuymuş, ahşap tekne her yanı. Ustası ne ustadır bilsen. Az daha uğraşsaydı makinasını tahtadan yapacadı da Cevdet Reis acele ettirdi. O kusuru kaldı. İndirdiler tekneyi denize.” Yılların saçı sakalı beyazlamış ustası civan tekneye binbir oynaşın kıvılcımı çakan gözlerle bakar, saatlerce başından kıçına karışlayarak boyunu metrelere çevirmeye çalışırdı. Karışladığı uzunluğu hesaplar, üç aşşağı beş yukarı kesinleşip, ayan olunca büyüklüğü, beyaz sakallı alt çenesi hafifçe aşşağıya sarkar, rıhtım boyunca yürüyüp, “Breh! Breh!” diye diye, hayranlıkla ikindi güneşinin vurguğu sokaklarda kaybolur giderdi.

Birçok limana girdik çıktık. Girdiğimiz her limanda her yerde hayranlıkla irileşmiş gözler tekneye çevrilirdi. Cevdet reisin memleketine vardık. Limana girişimiz olaylı oldu. Hemşerileri akrabaları, dayıoğulları, amcaoğulları, ahalinin tanıyanı tanımayanı onu bekliyor. Onda havalar binbeşyuz. Limana girdik, bir gürültü, bağırtı koptu. Düdükler, kornalar, ıslıklar, horonlar, davul zurna. Reisin ağzı kulaklarında, gözleri kızarmış, dokuncan ağlayacak. Senelerce anlatılmış o civarda o günkü şatafat. Öyle derdi reis.

****

Baya bir kaldık sonrasında Ünye’de. Bizim tayfa Reis’in göz bebeği. Seviyor, kolluyor. Akşamları limandayız çoğunlukla. Kış günü nereye gider insan ya kahveye ya da sinamaya. Pavyona gidecek para yok bizde. Olsa da o kadar kanla terle kazandığı üç beş kuruşa kıyıp da gidemiyor insan. Ama hepimiz sinamaya düşkünüz. Seviyoruz. Haftada bir mutlaka gidiyoruz sinamaya. Sadri Alışık filmleri en çok da Yılmaz Güney filmlerini seviyoruz. Ama onlar pek denk gelmiyor. Böyle gidip gelirken bir şey dikkatimizi çekti, sinema salonunda bir kadın yok. İstanbul’da salonda her cins insan var, burada hep erkek, kara, uzun burunlu adamlar. Bir akşam Cevdet Reis’e sordum, neden sinemada bir kadın yok, diye. Uzun uzun baktı bana Cevdet Reis, gülümsedi, Ulum burasını sizin urasımı sandın. Burada kadının sinemada ne işi var, dedi. Kadının yeri evidur. O kadar. Ama bak burası başka bir yer, burada farklı kanunlar vardır. Aha gör şuradaki ihtiyar kahveciyi; Memleketinden kaçak gel bura. Çek onu bi kenara deki; “Kaveci dayı ben uzak memleketten geldim, bir iş geldi başıma, beş kişiyi vurdum. Bana yardım et” de. De bakalum de ki, bak kaveci seni nasıl saklar, besler beş yıl sesini çıkarmadan.

Devamlı takıldığımıuz bir kahve var, onun sahibini işaret edip de söylüyor bunları. Kavenin bi yanını uzun keçi kılından ağır bir kilimle bölmüşler. Bir kaç masa atmışlar. Meyhaneye çevirmişler. Limanda olduğumuz her akşam buradayız. Kahveci Lütfü dayıya kasa kasa çeşit çeşit balık getiriyoruz, Danyal abi bellemişiz onu. Bizi el üstünde tutuyor. Hele arada bir arka cebimdeki kıvrılmış Cumhuriyet gazetesini gördükten sonra bana daha bir yakınlık, itibar göstermeye başladı. Kave limanda. Tekne hemen yakında. Bir ıslık, düdük ötse palamarları çözmeden içerdeyiz. Balıkçı tayfasının korkusudur kayığın onu bir limanda bırakıp gitmesi. Olur ya, bir nedenle kayıktan uzaklaşır tayfa, o arada balık varmış haberi gelir. Hemen bir kaç dakikada toplanılır, bakarlar tayfa tamam, tamam değil ya, yine de tamam. Al demiri, açıl denize. Garibim Çarak abiyle, Kont abi kalmıştı bir sene Sinop limanında, iskelede de, ta Kavak’a karadan otobüsle bizi araya araya bulmuşlardı günler sonra.

Bir gün limandayız. Bir gürültü koptu. İnsanlar koşturuyor. Askeri cemseler, polis araçları, sirenler, düdükler... Fırladık kahveden. Ne oluyor, nedir bu kargaşa diyerek. Sonradan öğrendik; yakınlarda bir Amerikan Üssü varmış, Mahir Çayan ve arkadaşları burayı basmışlar, Amerikalıları esir almışlar. Buralı bir genç o yaman çocuklara yardım etmiş, onlara rehberlik yapmış. Bütün gece ortalık polis, candarma kaynadı. Kahveleri, limanı, gırgırları bastılar. Her tarafı aradılar didik didik. Kimini tutmadıysa gözleri götürmüşler. Bize dokunan olmadı. Motoru, kamaraları, makine dairesini, başaltını, kıçaltını aradı birkaç asker. Birer çay verdik. İçip gittiler.

Senelerce balıkçılık yaptım. Eski reislerin, eski limanların hepsini bilirdim. Balıkçılık olmasaydı nereden görecektim İstanbul’u, Erol Taş’ın kahvesinde nasıl çay içecektim, Maksim’de gazinoda Emel Sayın’ın kadife sesiyle nasıl kadeh kaldıracaktım? Zaman geçip gidiyor. Şimdi deniz kıyısındaki kahvenin asma çardağının altında otururken, uzaktan bir gırgırın geçtiğini gördüğümde duramıyorum, oturamıyorum yerimde. Kalkıp iskelenin ucuna gidiyorum, sanki koca tekne dümen kıracak, beni almaya gelecekmiş, yanaşacakmış iskeleye, içinden Cevdet Reis çıkacakmış, sırtlayacakmışım pireli yorganımı kendimi motora atacakmışım gibi geliyor bazı bazı. İskelenin ucunda, bakakalıyorum geçen balıkçı teknelerine.

25.01.2014

Kategori:

Re: Tayfa Öyküleri - Gırbaç

Kardeşim Deniz'in tanıdık üslubuyla ilerliyor hikâye. Özlemişiz.

Gırbaç birden çok hikâye anlatıyor. O nedenle belki bu hikâyelerin arasına birer "yıldız" koymak, bu farkındalığı işaretlemek bakımından faydalı olabilir. "Gidiş o gidiş." ile başlayan paragaraf, "O zamanlar da zanaat daha zordu." diye başlayan paragraf, bir de sanırım "Baya bir kaldık sonrasında Ünye’de." diye başlayan paragraf yeni bölüm başlangıçları sanki.

Öyle sanıyorum ki tayfa öyküleri böyle, fragmanlar halinde ilerleyecek (ki kendine özgü bir dinamizmi var bunun da). Tafyaların uzun uzun, lafın lafı açtığı hikâyeleri yazıya dökmeye çalışınca parçalanıyor olsa gerek.

Elinize sağlık.


Re: Tayfa Öyküleri - Gırbaç

Yıldız koymak iyi bir öneri. Teşekkür ederim.


Re: Tayfa Öyküleri - Gırbaç

Halikarnas Balıkçısı'ndan aldığım lezzeti hatırlatan bir öyküydü. Bir çırpıda okudum,deniz, yosun kokusunu alarak. Elinize sağlık.