UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Bakma ve Görme Biçimleri - 2

09 Ağu 2010
Barış Acar

Bakma ve Görme Biçimleri adlı gönderide, Koy filminden yola çıkarak, eylemci/ aktivist adlandırmasının benim için yarattığı çağrışımlar üzerinde durmaya çalışmıştım. Filmin beni etkileyen bir diğer yönünün ise konusunu ele alma biçimi olduğunu belirtmiştim. Buradan yola çıkarak, belgesellerde sıklıkla karşıma çıkan ve Anglo-Sakson dünyaya sirayet etmiş görme biçimi olan “başarı hikâyesi” temasının üzerinde durmak istediğimi söylemiştim. Şimdi, gücüm yettiğince, bunu yapmaya çalışayım.

Koy belgeseli, dünya çapında milyar dolarlık bir sektöre dönüşen suparklarına, bunların yol açtığı yunus ticaretine odaklanıyor ve bu süreçler boyunca hayvanların nasıl işkencelere maruz kaldığını belgelemek için harekete geçen eylemcilerin mücadelesini konu ediniyordu.

Bu eylemciler, ticaretin odak noktası olan Japonya’daki koylardan birine (Taiji) girmek ve burada yaşananları belgelemek için türlü yollara başvuruyorlardı. Sonunda ise Japonya’nın balinadan sorumlu devlet bakanı Birleşmiş Milletler’in bir komisyonunda bu hayvanları öldürürken kullandıkları yöntemlerin ne kadar gelişkin olduğunu anlatırken, eylemcilerin başını çeken Ric O'Barry salona üzerine monte edilmiş monitörlerle girerek çekim yaptıkları koydaki katliamı ifşa ediyordu. Yani eylemleri başarıya ulaşmıştı ya da belgesel öyle inşa edilmişti ki, biz izleyenler sonunda bir zafer duygusu yaşayarak tatmin oluyorduk. Oysa hemen ardından okuduğum şu satırlar beni epey düşündürdü: “Taiji’deki yunus katliamı her sene eylül ayında tekrarlanıyor.”

Gerçek hangisiydi?

Filmin dokusu öyle bir başarı öyküsü biçiminde kurgulanmıştı ki, sonunda istenilen şeyin elde edildiğini düşünmeye zorlanıyordum. Oysa bu tam olarak doğru değildi. Başarılan bir şeyler vardı muhakkak, ancak filmin kurgusunun altmetin olarak bana verdiği “başarı duygusu”ndan epey uzaktı. Katliamlar devam ediyordu işte.

Bu duygu, izlediğim pek çok filmde karşıma çıkan, Koy’dan sonra izlediğim belgesellerde de sürekli gözüme batan bir nokta oldu. Food Inc., Capitalism: A Love Story bu örneklerden. Filmleri izlediğinizde, “Evet, işte bu!” duygusu, filmin anlattığını iddia ettiği kavramın, olgunun, mücadelenin çok daha önünde duruyor. Dolayısıyla da bir çeşit “katharsis”, bir tamamlanmışlık duygusu yaşıyoruz. Görme biçiminin ya da görme ediminin kendisi sorunun çözümü yerine geçiyor.

Bu hissi, Anglo-Sakson dünyaya ithaf ederek bizim topraklarımızdaki bakma biçiminin bundan epey ayrı olduğunu düşünmene vesile ise Tucker: A Man and His Dream filmi oldu. 1950’li yıllarda üretilmiş bir Amerikan arabası Tucker. Film de bu arabayı üreten Preston Tucker’ın yaşamöyküsü üzerine kurulu. 1980’li yıllarda yapılmış olan bu filmin konusu, aslına bakılırsa, tam bir başarısızlık öyküsü olarak nitelenebilir. Keza Tucker’ın şirketi batmış, araba tasarımı için daha uygun olduğunu söylediği arkadan motorlu arabalar piyasadan kaybolmuş ve Tucker’ın idealleri yıllar boyunca görmezden gelinmiş. Oysa film, büyük firmalar tarafından yutulan, işin içine karışan politik dalavereler yüzünden yaptığı araçlar hiç yapılmamış gibi görünen Tucker’ı bir başarı figürü olarak ele alıyor. Onu kahramanlaştırıyor. Neredeyse, izleyiciyi onun başarısıyla kıvandırıyor. İzleyenlerin hayret dolu bakışları arasından, yıkıntılar içinden bile bir ilah doğuruyor. Filmin omurgasını oluşturan, kısacık bir zamanda, türlü yoksunluklar içinde “sıfırdan bir araba yapmak” temasını düşününce aklıma kaçınılmaz olarak Devrim Arabaları geliyor. Devrim Arabaları’nı izlerken neredeyse her sahnede altmetin olarak “Bunu yapamayız.” “Yaptırmazlar.” vurgusu hissediliyor. Film bittiğinde de kahır içinde, boşa geçmiş ömürlere, kaybedilen olanaklara, tüketilen umutlara yazıklanıyoruz. Birbirine bu kadar benzeyen iki filmin bu kadar farklı sonuçlara ulaşması, izleyiciye bu kadar farklı duyguları yaşatması neden? Neden, Tucker’ın öyküsünü kahırla değil gönenerek, Devrim’in öyküsünü ise kıvançla değil sulugözlerle izliyoruz?

Bu soruların cevabı, bana, yukarıda sözünü ettiğim bakma biçimi ve baktığını görme (yorumlama, alımlama) biçimi arasındaki ayrılığı anlatıyor. Buna, bir toplumda “bireye inancın kakışlanması”, bir diğerinde ise “bireye inancın yok edilmesi” arasındaki karşıtlık olarak bakabiliriz. Öte yandan, verimlilik ilkesine göre çalışan bir toplumun her eline geçirdiğini “altına çevirmesi” (tüketim nesnesi haline getirmesi) ile duygu dünyasında yaşayan bir toplumun dünyadaki her şeyi “fani görmesi” arasındaki ayrılık da diyebiliriz. Belki ara katmanlar da bulunabilir; ama şurası kesin ki, bakma biçimimiz göreceğimiz şey için burada da belirleyici oluyor.

Kategori:

Re: Bakma ve Görme Biçimleri - 2

""
Ric O'Barry salona üzerine monte edilmiş kameralarla girerek çekim yaptıkları koydaki katliamı ifşa ediyordu.

O'Barry'nin üstüne kameralar monte edilmiş miydi, pek iyi hatırlamıyorum ama bu cümlede "kamera" yerine "monitör" demek daha uygun olacak sanırım. Çünkü söz konusu ifşaat için monitörler kullanılıyordu.

Barış'ın ellerine sağlık. Yazdıklarını okurken benim de aklıma onlarca, yüzlerce örnek geldi. Bir "kahramanlık" mitosu üzerine kurulmuş Amerikan rüyasının başka türlü bir sinemayı anaakım olarak üretmesinin pek de mümkün olmadığını düşünenlerdenim. Hollywood elbette yerinde sayıp durmuyor, ama "kahraman" tam teşekküllü olmasa da mutlaka kendisini hissettiriyor. Yazıyı izlerken, dediğim gibi, aklıma pek çok film geldi; ama Thomas Vinterberg'in Dear Wendy'sini (Sevgili Wendy, 2005) neredeyse yeniden izler gibi oldum Smile


Re: Bakma ve Görme Biçimleri - 2

eren dedi ki:
""
Ric O'Barry salona üzerine monte edilmiş kameralarla girerek çekim yaptıkları koydaki katliamı ifşa ediyordu.

O'Barry'nin üstüne kameralar monte edilmiş miydi, pek iyi hatırlamıyorum ama bu cümlede "kamera" yerine "monitör" demek daha uygun olacak sanırım. Çünkü söz konusu ifşaat için monitörler kullanılıyordu.

Düzelttim. Smile


Re: Bakma ve Görme Biçimleri - 2

Bakma ve görme üzerine düşünmek bana çoğu zaman keyif vermiştir. Bu konu üzerine her düşündüğümde, aklıma kuyu içinden gökyüzüne bakan kurbağanın gökyüzünü tarifleyiş biçimi gelir. Tabi bir de, çocukken deniz kenarında "kırılma" denen olayın ne olduğunu bilmiyor oluşumdan kaynaklı, sudan deniz kabuğu yerine çıkardığım hayal kırıklığını hatırlarım. Gözün muhatap olduğu durum ya da nesneyle arasına giren o kadar çok belirleyici var ki
"Göz var, izan var." mantığına ilişerek durumlar yeterince ifadelenemiyor çoğu zaman. Bakış dediğimiz gözlük, göze yeni bir kırılış ayarı veriyor ve bakılan "şey" artık bakışın kendisine ait bir tarif olabiliyor sadece. Nesne çarpıtılarak, kırılarak, iğdiş edilerek giriyor dünyamıza. Belgesel yapımcısı "Burdan bak!" dediğinde de gözümüze yeni bir kırılış yerleştirip başka bir yere alıp götürüyor nesneyi ya da durumu ve dolayısıyla da onu izleyen bizi... Söz konusu bakışın tahakkümüyle göz iğdiş ediliyor, akıl ve ruh ardı sıra. Aklıma geçenlerde bir arkadaşımın yaşadığı ilginç durum geldi.Göz rahatsızlığından dolayı sürekli gözlük kullanan bu arkadaşım doktoruna gidiyor ve doktoru göz derecesinin gerilediğini yani kısmen iyileşme olduğunu söylüyor. Yeni numaralı gözlüğünü denemek üzere veriyor ama arkadaşım yeni gözlüğünü taktığında görüşünün bulanıklaştığını söylüyor.Ardından eski gözlüğünü yeniden taktığında ise her şeyi çok net gördüğünü söylüyor. Net görüyor mu bilmiyoruz tabi. O, net gördüğünü iddia ediyor.Smile