UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Tayfa Öyküleri - Devrim

01 Şub 2014
Mehmet Sürücü

İlkokulun son sınıfında sıkıntım iyice arttıydı. Derslerim iyiydi. Öğretmen Parasız Yatılı sınavlarına girmem gerektiğini, dersem belki kazanabileceğimi söyledi. Girdik birkaç arkadaşla sınavlara. Olmadı. Ortaokula, ardından liseye, daha daha büyük okullara gitmek istiyordum. Gidemezsem olacağım belliydi, sabahtan akşama birkaç keçinin, davarın ineğin peşinde çoban, kavuran sıcağın altında, elde çapa kazma, yırtık donlu leçper. Babamın da gönlü vardı aslına bakarsan. Okutmak istiyordu beni. Öğretmen rast geldikçe, derslerimi, çalışkanlığımı övdükçe kulaklarına değin uzanırdı üzeri kır bıyıklı ağzı, benle gururlandığını bilirdim. Ama gel gelelim para konusu sıkıyordu canını. Nasıl, hangi parayla okuyacaktım Birkaç defa anamla fısıldaşırlarken duydum. Ne edeceğini bilemiyorlardı.

Eniştemin, Erkan’ı okutmak istediğini, onun gitmem de gitmem diye direttiğini, beni bu köyden hiçbir güç çıkaramaz dediğini duyardım. Bir gün yakaladım eniştemi bir kuytuda, sen babamı kandır, ben Erkan’ın çelerim aklını, dedim. Olum, revani, kemalpaşa, koca koca köfteler yicez, sinamaya gidicez haftada bir, evde bize televizyon alacaklar, okucaz, memur olcaz, sandalyede, koltukta oturup para kazancaz lan kafasız! Diye diye gezdim peşinde. Epey uğraştım, çeldim sonunda aklını. Okullar başlamadan, babamla eniştem kasabaya gidip kaydımızı yaptırdılar, bir zaman arandıktan sonra iki göz bir ev bulup kiraladılar. Yatak, yorgan, tüp, kap kacak. Başladı bizim okul günleri. Bir ay eniştem kalıyor yanımızda, bir ay babam. Sıkıntı çok, en başta yemek. Ne babam biliyor ne eniştem doğru dürüst bir şey pişirmeyi. Okul dönemi bitince köye gidiyoruz, tarla, bayır, inek, keçi, elden geldiğince çalışıp çabalıyoruz. Okul açılınca da iki göz fakirane. Kitaplar, defterler, ders, okul. Öyle böyle geçti üç sene. Ortayı bitirince bir bocalama yaşadık. Liseye gitmek uzun yol, zor iş. Karar verildi, Sanat Okulu’na gidecez. Kısa yoldan bir meslek sahibi olup, hayatımızı kurtaracaz. Eniştemler Almanya’daki kardeşinin boşalttığı eve taşındılar. Erkan ayrılınca ben kaldım yaprak dökmüş kavak gibi orta yerde. Bir yurt bulundu sonra, Işık Talebe Yurdu. Paralı. Ama fazla değil taksitleri. Olacak gibi. Sanat Okulu’na başladım. Torna Tesviye. Tornalar, vargeller, frezeler, matkaplar, vargelin, grezenin bembeyaz, çapaklı soğutma suyu, demir lamanın yanından matkap indikçe kıvrıla büküle yükselen ışıltılı çapaklar, günlerce eğelenen temrinler. Okulun adı çıkmış, solcu yuvasına. Öğle sonrası atelye arasındayız, kuru bir simit kemiriyorum. Birisi çıkıyor yüksekçe bir sete, başlıyor bağarmaya: Akın var akın! Güneşe akın! Güneşi zaptedeceğiz… Hoppala! Karışıyor ortalık. Derslere girilmeyecek. Solganlar. Her kafadan bir ses, gürültü, çığırış. Müdür ortalıkta bağırıp, yer yer sesini inceltip, yükseltip ortalığı yatıştırmaya çalışıyor. Dersler iptal, dersleri boykot lafları dolaşnıca ortalarda bir kısım öğrenciler arka kapıdan sıvışıyorlar. Nereye gidecen. Çöktük duvarın dibine, yaktık bir sigara, sakladık avuca, zaman öldürdük. Sınıfta birkaç lider, örgütleyici, burjuvazi, sistem, kapitalizm, özgürlük, devrim gibi hayatta duymadığımız laflar ediyorlar. Bizim kafalar üç numara, kafamız basmıyor bu laflara. Arada bir bildiri, broşür veriyorlar, okuyoruz. Kafa zaten çorba kazanı, iyice bulanıyor. Hafta sonları, dernekten yoldaşlar bazen bizi işe, ev badana yapmaya, bazen yövmiye ile zeytin toplamaya götürüyor. Üç beş kuruş harçlık kazanıyoruz. Hazıryiyici hissetmiyoruz kendimizi, emekçiyiz. Yurt iki değil, dört değil, bir sürü yola, görüşe bölünmüş. Ama ana ayırım yine de ilk gözetilen; o sağcı, sen solcusun. Yemekhanede aynı masaya oturmuyuyorsun, lavaboda tuvalette karşılaşınca bulaşıcı hastalık varmış gibi, kollaya kollaya, uzak duruyoruz birbirimizden. Romanlar, şiir kitapları geziniyor sıra altlarından, gösüse, parkanın, ceketin cebine tıkıştırılıyor. Dalgınlıkla elde Cumhuriyet gezetesi, yanlış yerde dolaşan yiyor kafasına odunu, sopayı, dövenleri kıstırıyorlar karşıt görüştekiler, başka bir yanlış yerine denk getirip. Arada bir harçlık gönderiyor babam, hemen tutuyorum kitapçının yolunu. Cepte hiç para olmuyor. Bir simit alacak kadar bile. Gelen kitaba çevriliyor. Birkaç senede, çoğaldı gitti kitaplarım. Okulda, yurtta zamanlı zamansız arama yapıyorlar. Alıp götürüyorlar onca sıkıntıyla aldığım kitapları. İçim gidiyor. Okur okumaz köye gönderiyorum bu nedenle. Bir fırsatını bulduğumda, iyi kötü bir kitaplık çakıyorum tahtadan. Havamdan geçilmiyor. Köyde kitap veriyorum arkadaşlarıma, onları aydınlatma, bilinçlendirme savaşı veriyorum. Okumuşulu’yuz, büyükler, yaşlılar öyle diyor. Köydeki akranlarıma, gençlere, daha büyüklere, ona buna, her fırsatta, deniz kıyısında, denizden çıkıp, kızgın kumlara uzandığımızda, Medeliva Pulena’da, iki dana, üç inek otlarken, serin dutun dibinde, elde uzun kamışlar, oltanın ucunda çekirge, solucan balık tutarken, kahvenin bir köşesinde, elde ince belli çay bardakları, anlatıyor da anlatıyorum; zengini, fukarayı, adaleti, devrime giden yolu. Muhtarın oğlu, halamın Mümün ilk inananlarımdan, ilk militanlarım. Çabucak gönül koydular, halkı aydınlatmak kutsal iş, mühim iş, her türlü “küçükburjuva, egoist” isteklerden çok daha önemli.

Bir akşam karar vermişiz, yazıya çıkacaz. Köy yerinde “Kahrolsun …” “Yaşasın Bilmemne” yazacak yer yok. Her taraf eski Rum yapılarından tadil, taştan, tuğladan evler. Ne harç var duvarında ne badana. Kara kara, oyuk çukur duvarlar. Ara sokaklarda birkaç yer var sıvalı, düzgün ama buralara da yazmak pek akıl karı değil, arada, kyutuda kim görecek de, Vayy anasını, ne demek istiyor lan bu, diyip, şaşacak yazdığımız slogana, orada burada konuşacak. Yazsan emek boşa gidecek, harcanan boya da. Kuyunun duvarı var bir tek orta yerde, sıvalı, düzgün. Karar verdik, oraya yazacaz sloganları. Gündüzden hazırladık fırçaları, boyaları. Boyaları dediğim de bir renk, o da kimbilir kaç sene damda, samanlıkta unutulup kalmış, soluk, yosunlu kiremit rengine dönmüş bir kırmızı. Gece yarısını geçti, çıktık evden. Her taraf sessiz, ıssız. Birkaç it dolanıyor ortalıkta, başka in cin yok. Yaklaştık kuyuya, iç tarafındaki kuytuda mırın mırın bir sesler. Pıstık bir kenara, Mümün durun siz ben bir bakayım dedi. Gitti, ardından seslendi, Gelin lan gelin! Yabancı yok. Gittik, Feymi abi ile Kurtonun Garmada. Çökmüşler kuyunun berisine, ortalarında yarıdan az bir şişe şarap, sağda solda boş, yan yatık birkaç şişe, ucu hafif kıvrık kalmış külahın içinde savruk leblebiler. Gözler kaymış, diller pelte. Bir iki homurdandı Garmada, Ne arıyonuz len bu saatte buralarda, it erifler dedi, tekrar daldılar şişeye, muhabbete. Biz geçtik öbür tarafa, baktık işimize. Sabah köyde bir; Anaaa!, Ule bu ne?, Vay imansızlar! Muhabbeti. Sonra bu böyle sürdü gitti. Biz akşamdan yazdık, muhtar, azalar alıp kireci boyadılar, sildiler. Dedikodu, söylenti. Herkes biliyor kimdir, değildir. Birkaç kez dallandırmadan çağırdılar köy odasına. Tembih, zaparta, kulaklarımız çekildi. Biz değiliz, bilmiyoruz, anlamayız dedik. Bayramda seyranda, tırnak arları boyalı ellerle, babalarımızın damarlı, avuçiçleri törpü gibi ellerine yapışıp öpmeye yeltendik de, Siktir git dinsiz gavur deyip, yüzünü döndükleri oldu. Hep çıbanın başı bizdik onun gibi düşünenlerin babaların gözünde.

Defalarca götürdü jandarma. Bir iki öyledir böyledir. Bellediler bizi. Gençlik işte. Zopa yemişin, azarlanmışın, kim takar. Geçti gitti zaman. Okul bitti. Üniversite sınavları, o, bu derken kalakaldık boşta, köyün okumuş bir işsizi. Babamla her gün kavga. Bu kadar sıkıntı çektik, bir bok olamadın muhabbeti.

Sonra, sonra bir sabah kalktım, babam alt kattan açmış radyoyu son sesine kadar, Hasan Mutlucan çalıyor. Bağırıyor kapının önünden; Kalk ulen deyyus, kalk, devrim oldu! Ne devrimi yahu, hangi devrimdir bu, jet hızında, apar topar gelivermiş bir gecede? Devrim dediğin kapı ardında süpürge midir ki, kap sapından, çık meydana? Sonra başladı asıl petkalarda yusufyusuflar. Sönüverdi forsumuz. Bir kenara çekiliyoruz kahvede, televizyonda uzun uzun tutuklananlar, götürülenler, arananlar listesi. Kelepçelenip iki candarma, polis arasında, evlerinden kitaplarıyla tutuklananlar, götürülenler. Uzadıkça uzayan yasak yayın listeleri. Babam bir gün, oğlum, bu senin kitapları bir hal yoluna koysak artık, dedi. Ne hali, ne yolu? Bir anda anladım ne demeye getirdiğini. Bastım nağrayı, çığlığı. Kattiyen olmaz! Ama bir yandan da her an bekliyorum, gelecekler, bir cipe dolduracaklar kitaplarımı, takacaklar kelepçeyi, götürecekler beni de. Aylarca sürdü bu bekleyiş. Sonra bir gün köye Karadayı’nın Asan geldi balıktan. İzin almış birkaç günlüğüne. Gırgırı, denizi, palamutu, lüferleri anlattı. Bir anda yandı ampul, aydınlandı kafamın içi. Sorduk, soruşturduk, birkaç yere telefon etti, tamamdır. Kimseye dillendirmeden, dallandırmadan bağladık işi. Yatağımı yorganımı hazırlayıp, kalın bir urganla bağladım. Birkaç üst baş, don gömlek hazırladım. Bir akşam, yemekten sonra babama; Ben Karadayı’nın Asan’la yarın, Cevdet Reis’e tayfa gidiyorum. Ben gittikten sonra kitaplarıma ne istersen yaparsın. Köyde soran olursa, İstanbul’a, Bursa’ya, ne bileyim işte, bir yerlere çalışmaya gitti dersin. Ben bundan sonra gırgırda tayfayım, balıkçıyım, dedim.

01.02.2014

Kategori: