UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Sürü ve Çoban (Çadır 9)

27 Eyl 2013
Mehmet Sürücü

Giriş

"Sürü ve Çoban" iki bölümden oluşuyor. Ana metne bir Çobanın El Kitabı eklendi. Sırası geldiğinde, bazı konularda bu el kitabına göndermeler verildi. "Çoban ve Sürü" bölümü iki ayrı şekilde okunabilir. Birincisi, alışıldık, klasik şekliyle, açıklama linklerini göz önüne almadan, ikincisi de göndermelerle yukarı-aşağı gezinerek. Çobanın El Kitabı bölümü, bağımsız bir bölüm olarak da okunabilir. Zaten baştan öyle tasarlanmıştı. Ama sonra, biraz kafam karışınca, oldu olacak, iyice karışsın, dedim. Bu yöntemi denedim. Son bir değinme, Çobanın El Kitabı maddeleri kendi aralarında bağımsız olarak okunabilecek gibi yazıldı. Aralarındaki anlatım farklılıkları, bu müstakil okumayı daha keyifli kılmak için gözetildi. Keyifli okumalar.

Çoban

Çobanlarla bazen sabahları dereye inerken karşılaşıyorum. Bezen de, kilime uzanmış bir şeyler okumaya çalışırken aşağıdaki toprak yoldan, bir gün birini, sonraki gün diğerini geçerken görüyorum. Abi, kardeş, sırayla güdüyorlar sürüyü. Simaları da kardeş olduklarını belli ediyor. Büyükleri, bir akşam üzeri, peşinde iri yarı bir kangalla uğruyor. Tahta parçasından küçük parçalar yonttuğu çakısını (bkz. "Bıçak") cebine koyuyor. (Gerçek adlarını bir yana bırakıp, büyüğüne İshak, küçüğüne İsmail diyorum.) İshak, gülümseyerek
yaklaşıyor, Abi kolay gelsin, bakıyorum çabucanak alıştın ortama. Çadıra yaklaşıp, içine bakıyor. İçini, şeklini beğenmiş olacak ki, yüzüne yayılmış bir sırıtmayla, Yahu, bu ev yavrusu gibi, ne de rahat görünüyor. Buyur ediyorum. Bardağa iki kaşık neskafe bir kaşık şeker koyup, sıcak su ekliyorum üzerine. Karıştırıp uzatıyorum. Çayım yok, pişirmesi bir dert, sevmiyorum zaten. Boş ver abi. Severim ben de kave içmeyi. Neskafesini yudumluyor. Eee, ne yaptın bakalım bugün? Sıkılmadı mı canın burada, tek başına? Ne yanıt vereceğimi bilemiyorum. İnsanların çoğu gibi o da, yalnız, bir başına olmayı bir eksiklik, bir sorun olarak görüyor. Etrafına bakınıyor. Bütün gün burada, bir karış yerde sıkılmadan durabilmenin gerekçelerini arıyor. Gözüne ilişen kitaplara, açık not defterine, kalemlere bakıyor uzun uzun. Okuyorum, yeri geldiğinde kitaplardan notlar alıyorum, dahası sıkılırsam dereye inip dolaşıyorum, denize gidiyorum. Onun zamanının nasıl geçtiğini, neler yaptığını soruyorum. Ateşin yanına çöküp, gözleriyle dalgalanan alevleri izlerken anlatıyor.

Sürü

Üç köpek, bir çoban, yüzellisekiz keçi, dört traka, altı kloput, beş temeldek[1] var gördüğün sürüde. Yazları Eğridere’de kalırız. Derenin otu suyu boldur. Zahmetsizdir hem. Zarara girecek tarla olmaz buralarda. Senelerdir ekilmiyor bostanlıklar, soğanlıklar. Sabah serinliğinde çıkarız meraya. Güneş doğmadan. Ha! Bi de, sürü dediğimde, sadece keçiler, oğlaklar, yazlamalar, tekeler gelmesin aklına. Sürü dediğim hepimiziz, cümlemiz. İnsan, hayvan, yani bizler, köpekler keçiler. Her gün başka bir tarafa gideriz. Hem değişiklik olsun, hem de birkaç gün geçsin de otlar tekrar toparlansın alttan alta sürsün, boy atsın diye. Barçina eteklerinde, Gamle deresi boyunda, Dikilitaş sırtlarında, Makastarla düzlüklerinde geçer günümüzün büyük kısmı. Yok, sürü ehildir, uysaldır. Varsa da içimizde birkaç asi, huysuz, çoğunlukla nereye gidileceğini, nerede eğleşilip, nerede yatalanacağını bilir. Bir parça da değnek (bkz. "Değnek") yardımcı olur. Ne yapılacağını o gösterir, o söyler.

Öğle vakti gölgenin koyusunda, ormanın derinindeyizdir. Doyulmuştur ota yeşile, kanılmıştır suya. Oğlağın, yazlamanın, tekenin, davarın karnı koca bir kabak gibi şişiktir, köpeklerin dilleri biraz daha sarkık, başları yere daha yakın. Ayaklarda, bacaklarda, dizlerde ince ince sızılar gezinmeye başlayana kadar, değnek, gölgesi en koyu yeri bulmuştur bile. Çömeriz, otururuz, uzanan uzanır. Köpeklere birer parça mısır kaçamağı atarım. Ağızlarında, usulca taşıyıp, bir kenara çekilirler. Azık torbasını (bkz. "Azık Torbası") açarım, içinden bin bir nimet, bin bir iştahlandıran koku taşar ortalığa. Mor bir soğanı, kızıl bir domatesi bölerim peşkirin üzerinde. Birkaç zeytin de varsa, tuz varsa, yoğurt, yarım biber varsa, avuç içi kadar da ekmek… Daha ne! Daha ne!

Uyuklar her şey, her yanda. Öyle kendini tümden vermeden ama. Uykunun ucunda uyuklar, kanmadan, kapılmadan. Keçilerin geviş sesleri, ara sıra duyulan çan tıngıldamaları (bkz. "Çan"), köpeklerin arada bir havlamaları, rüzgarda sallanan dalların, dalgalanan yaprakların uğultusu, hışırtısı, deredeki suyun çağıltısı karışır uyuklamalara. Sanki hiç bozulmayacakmış, kesilmeyecekmiş gibi yaz öğlesi boyunca uzayan bir huzurlu keyif. Yatan, dinlenen, gölgenin kadrini bilen sürünün halıdır bu. Bazen, (belki hayvana ısırığı zehir-acı bir sinek konmuştur, bazen haddini bilmez bir eşekarısı), tok birkaç temeldek sesi düşer sessizliğin, o keyifli mırıltının ortasına. Bir şeyler vardır. Farklı bir şeyler. Böyle zamanlar içindir kalktım sicimi (bkz. "Kalktım Sicimi"). Hemen geçilemeyen eşikten dönülür, iki aradaki uyuklamalardan ayılır.

Kışı yazı, sıcağı soğuğu var. Kısacık, soğuk kış günlerinde öyle ağacın dibine yanlayıp yatmak olmaz. Buz keser her yan, önce de toprak. Her yana, otlara, dallara, yapraklara kırağı düşmüştür. Yarı kör, kış güneşinin altında parıldar buzdan damlacıklar. İşte öyle zamanlarda yanımızdadır kepenek (bkz. "Kepenek"). Derenin bakma böyle uysal, uyar göründüğüne. Eylül poyrazları dere aralarında esmeye başladığında, kasımın karla karışık yağmurları yamaçları sıyırıp çöktüğünde gör sen o derenin nasıl hem eğri olup, hem de acımasız olacağını. Çınarlar ilk fark eder bir şeylerin değiştiğini. Yapraklar utanır gibi terk ederler yeşillerini. Dalla aralarındaki suyu ulaştıran eklemler uyur. Rüzgar daha bir dokunur olur yapraklara. Yağmurlar uğramalarını sıklaştırır. Tanıdık kuşlar gider, başka tanıdıklar gelir. Böyle zamanlarda aranır kibrit (bkz. "Kibrit"), şen koca bir ateş. Uzatmaya hacet yok. Her yazın bir kışı, karı buzu yok mu?

Dönme vaktidir. Değneğime yaslanıp, doğrulurum. Köpekler çok önceden kalkıp, kaybolmuşlardır bir tarafa. Bir yerlerden ulumaları, havlamaları gelir. Keçiler silkelenip, üzerlerindeki tozu toprağı dökerler. Birkaç kuvvetli ıslıkla (bkz. "Islık"), kıyıda köşede uyuyakalmış hayvan varsa, onları da uyandırıp, sürüye katarım. Dönüş yoluna düşeriz. Değnek yön verir. Aslında gerek de yoktur. Bilinir; dönüş vaktidir. Gölgeler uzamış, günün sesleri kısılmıştır. Adımlarımız gittiği yeri bilir, ama yorgundur. Yavaş, acelesiz basarlar. Denize döneriz yönümüzü. Her adımda, her tepe sonrasında denizin yosun kokusu daha da keskinleşir. Ağıl denizin kıyısında. Görmüşsündür. Eğer deniz kıyısına indiğimizde hava erkenceyse, oralarda dolanırız biraz. Sonra keçileri ağıla alırım. Sağmıyoruz keçileri. Hem maşakkatılı, hem de sağsak, sütü götürmesi, satması ayrı bir dert. İhtiyaç kadar süt sağıp, gerisini oğlaklara bırakırım. Oğlaklar, çırpı gibi ayaklarını kırıp, dizlerinin üzerine çöküp, öyle bir sararlar ki analarının süt dolu memelerine, seyrine doyum olmaz. Ara sıra burnunun ucuyla, anasının kasıklarına vurup, şımarırken, bir yandan da havadaki kuyrukları zevkle titreşir.

Akşam bir vakitte sürüyü ağıla kapattıktan sonra köye dönerim. Motorum var. Artık o eskideki beygir, katır zamanları geçti abi. Ata bakmak masraflı, daha zahmetli. Bir atın, bir katırın kışlık yiyeceği kırk balya saman. Saman dediğin dünyanın parası. Bu öyle değil. Koy benzini, bas marşa, nereye istersen oraya.

Yarın yürümek istediğimi söylüyorum. Yüzünde bir şeyler dalgalanıyor. Bir süre sessizce alevlere bakıyor. İyi olur abi. Vadi boyunca, derenin eğrisine yandaş yürürsün biraz. İçin açılır. Dikkat et ama, ara patikaların ayartmasına kanma. Kaybolursun. Var mı şöyle ufak tefek, basit, ufak tefek bir değneğin? Yok. Sorun değil, bizde var. Sabah çatmanın önüne bir değnek bırakırım. Yürümeye giderken alırsın. Yolda işine yarar. Güzeldir elde bir değnekle yürümek. Keçiler akışıp, çan sesleri hafifleyince kalkıyor. Ardından bakıyorum. Yürüyüp giderken, telaşsız sesiyle anlattıklarını yeniden duyar gibi oluyorum;

""
Çoban

BİZ, her birimiz çobanla çiftçinin birer yarılarıyız. Her gün, birimiz çobanken diğerimiz çiftçidir. Köydeki, tarladaki, bayırdaki işlerimize bakarız. Soğan söker, taşır, kurumuşları top yapar, çardağın altına yığın yığın yığar, örer, alıcı bekleriz. Evin birer katını kullanırız. Tüm malımız, ektiğimiz, topladığımız, kazandığımız ortaktır. Çoban olmak başka şey, köyde, tarlada, bağ bahçede çalışmak başka. Hep bir şey yaparken, diğer yarımız yarınki yapacağımız iştedir. Bizim bir yanımız bir işi bilir, yapar, diğer yanımız avare, orada değil, yarında. Çobanlığın bir dünyası, bir dili var, tarlada çalışmanın, toprak bellemenin, tohum ekmenin de öyle. Dün çobandıysak, usul, doygun salınan keçinin boynundaki çanın, uzaktaki tepede pavluyan çakalın, yeşilin, otun dilinden anlamışsak, bugün zeytinin, soğanın, susuz toprağın, fidenin, domatesin, biberin, alaca fasulyenin dilini de bilmek zorundayızdır. Bakma benzediğimize. İkiz değiliz biz. Kardeşiz sadece. Kardeşler o kadar benzeyecek tabi ki birbirlerine. İkiz olan yaşamlarımız. Birimizin o gün olduğu yerde, diğerimiz sonraki gün dolaşır. Birimiz o gün sürüyle Malya’da, Dikilitaş’ta, Eğridere’de sahildeyse, diğerimiz ertesi gün oradadır. Yağmur yağmamışsa, dar patikalarda dünden bıraktığımız izleri, yaktığımız ateşlerin küllerini, azığını açıp yemek yediği yerdeki zeytin çekirdeklerini, soğan kabuklarını buluruz. Aynı yolları yürür, aynı azık torbasını sırtlar, sırtımızı öğle sıcağında aynı ulu çınara, kayına, meşeye yaslar, aynı köpeğin sert, boz tüylerini okşarız. Şu gördüğün değneğin sapındaki karalık, yıllar yılı değneği tutan ellerimizin izi. Hem toprak hem dağ, hem çiftçi hem çobanız.


***

Sonraki günlerde ikisi de zamanlı zamansız davet beklemeden gelip, kendilerince yalnızlığıma ortak olmaya çalıştılar. Dereden tepeden, keçiden çandan, geçmişten eskilerden söz ettik. Öğle vakti, ağustosböceklerinin dinmek bilmeyen cırlamalarına, yamaçtan yükselen keklik ötüşleri, kekik kokuları karışırken, bana Aliloto Başe’nin gamsız filozofluğunu, Kırıkçı’nın çanlarını, Amiral’in İstanbul seferini, sevgili Dedem Asankya’yı, Eğridere’nin o eski müdavimlerini anlattılar her fırsatta. Yağmurlu, güneşli günler yaşadık onlar anlattıkça, sürülerden davar çalıp, kaplumbağaların sırtlarına ayna bağladık, dalgalı bir denizin ortasında can telaşına düşüp, bir keçi çanı için kışlık bir çuval kuru fasulyemizi feda ettik. Eskiden Eğridere’de her yan insanmış geceleri, Elma, armut, erik, karpuz ekilirmiş tarlalarda, Her yan çardakmış, diye başlayan cümleler kuruldu. Geçmişe özlemler kabarıp taştı yüreklerimizin bir yanlarından.

Zamane çobanlarının elinde düdük, kaval (bkz. "Kaval") yok artık. Ellerinden düşmeyen pahalı cep telefonlarından müzik dinliyorlar. Öyle her türlü müziği de dinlemiyorlar tabii ki. İshak daha çok Rumeli havaları, davul-zurna, Esengül, Selda dinliyor. Bazen de Hakkı Bulut, Ali Seven. İlyassa, Sopa Katmer(onun deyimi), İsmailyeka, Ahmet Kaya, Alişan, bazen de Ferhat Tunç dinliyor, Tunç’un daha eski şarkıları tercihiymiş. En sevdiği şarkı, Alişandan; Sevda Mevsimi’ymiş. Büyük anısı varmış şarkının. Onun da bir gün hikâyesini anlatmaya söz veriyor.

***

Çoban

Uzaktan, derenin öte yakasından geçerken, elindeki değneği kaldırıp, sesizce selam veriyorlar. Garipsiyorlar bir başınalığımı. Sabah akşam, her zaman eriğin altında, bir karış yerde kitap okuyuşum, ya bir şeyler karalamam, ya da sessiz, boşluğa dalıp gitmem onları şaşırtıyor olmalı. Her gün kilometrelerce yol yürüyen, dağ bayır dolaşan, bir gün çınarlıkta en yaşlı çınara, sonrakinde Malya’daki ulu kayın ağacına sırtını verip uyuklayan, balkanda en ayartan, şehvetli açmış ıhlamuru koklayan çobanların halimi garipseyen bakışları, böyle hiçbir şey yapmadan, hiçbir yere gitmeden nasıl durulabildiğini anlayamamaları olağan geliyor bana.

Sürü toprak yolda, hafif bir toz bulutu kaldırarak geçiyor. Dağılan, örten, rahatsız eden bir toz bulutu değil bu. Bulut bile değil, bir toz dalgalanması. Keçilerin tok bir sesle yere basan tırnaklarının havalandırdığı zerrecikler birkaç karış yükselip, bir iki dalgalandıktan sonra yavaşça yola, yere sepeleniyor. İsmail koca bir çınar kütüğünün üzerine çıkmış, bana bakıyor. El sallıyor. Buradayım abi, merak etme sen, der gibi. İçimden bir oyun oynamak geçiyor; Abini anlat bana, deseydim ne anlatırdı acaba, oyunu. İsmail’e bakıyorum. Anlatıyor;

""
İshak

ABİMİN bi sürü kuşu var. Sayısını kendi de bilmez. İshak’tır adları. Abimin de, kuşlarının da. Duymuşsundur, ormana gitmişsindir. Gitmez mi ormana insan hiç, olur mu? Abim keçileri ağıla kapayıp, koca kangala; Abo, ben gidiyorum, dediğinde, İshaklar; gece ve sürü size emanet, sabaha eksiksiz isterim, demededir aslı. Bilirler onlar da. Görmüşündür abimin kuşlarının neyci olduğunu, kepenek giymiş, boz bi çobana benzerler. Bu Eğridere’yi, bizim sürüyü, bir de geceyi beklerler. Gecenin çobanlarıdır onlar. Dere ile sürü de ek işleri. Bizi sevdiği için, abimle adaş olduklarından, onu sevdiklerinden yaparlar.

Karanlık çökünce, biri, Asankya’nın kulübesinin çatısına konar. Bilirsin, kulübenin her yanı yıkıktır, haraptır. O viraneliği binbir çoban öyküsü anlatır, kulağı olana.

Gene de içeri girip, bir köşeye tünemez. Sayarlar Asankya’yı. Makamı, mekanı bellerler kulübesini, nöbettedirler bir manada, makam nöbetinde.

Bir tanesi, yakada, Aliloto Başe’nin[2] çınarındadır. Vaktinde, zamanında, en çürümez, dağılmaz ağaçlardan yaptığı irili ufaklı kuşlukların birisine sessiz kanat vuruşlarıyla usulca konuverir. Öyle kuştur onlar, kanat vururlar geceleri, kanat seslerini içer gece. Bırakmaz ortalığa. Her yana dönen başı dışında, bedeninin hiç bir yanı kıpırdamadan, asırlık çınarın kuru bir budağı gibi kımıltısız, bir saygı nöbetini ifa eder gibi dururlar. Onların gözleri sadece karanlığı değil, geçmişi de görür, dermiş Aliloto Başe. Öyle söylerler bir vakıtların çobanları. Genç, neşeli, asi, şakacı İshaklar vadi boyunca devriye gezer. Çınarlardaki, kayalardaki, çürümüş koca kütüklerdeki gözcüleri kontrol ederler. Sak, dikkatli olup olmadıklarına bakarlar. Kilit noktalardaki gözcülerin Piiyyuuuu! Piiyyuuuu! Piiyyuuuu! ıslıkları, dalga dalga Gamletepe’nin vadilerine uzanır. İki tanesi de, sabaha kadar bizim ağılın birer yanında, çınarda kuytu bir delik varsa içinden, yoksa kuru birer dala tüneyip, Piiyyuuuu!, çekerler sürüye. Sürü bilir seslerini, bilir ki onlar oradadır, onlar bir parça abim İshak’tır. Abim hep İshak’tır.

Dipnotlar:
1. Traka, kloput, temeldek: Pomakça’da farklı büyüklükte ve yapıdaki keçi çanları.
2. Başe: Pomakça’da en ululanan ağabey.

Kategori: