UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Soğan (Çadır 1)

05 Ağu 2013
Mehmet Sürücü

Bir ay kadar önce köye gelmiştim. Köydekilerin işleri hiç bitmiyor. Ayakta kalabildiği sürece çalışıyorlar. Sokakta hızlı hızlı bir yerlere doğru seğirten birisini görüp, hatırını sorduğumda çoğunlukla; Ayaktayız ya, buna da şükür, oluyor yanıtları. Ayakta durabildikleri sürece, çalışmanın dışında bir yol, başka bir seçenek bilmiyorlar. Bunu, toprakla, doğayla cebelleşmeyi bir zorunluluk, yaşamanın, yaşama tutunmanın, tutunmak ne kelime, dişle, tırnakla asılmanın gereği olarak görüyorlar. Gün boyu kahvede, yazın gölge, serin, kışın da güneş, sıcak bir köşe aranan, çalışamayan yaşlılar kendilerini artık ayakaltında, işe yaramaz, fazlalık olarak görüyorlar.

Köy kalabalık değil, seksen, doksan hane kadar. Üç kahvehanesi, bir camisi, bir de okulu var. Çocukluğumda yapılan bir iskelesi, iskelenin ardında geniş bir meydanı, meydanın kenarında hiç üşenmeyen, hep oluk dolusu akan çeşmesi, küfe sarılı bir beygirin ancak geçebileceği genişlikte sokakları, soğan zamanı her yanda mor kabukların uçuştuğu, Rumlardan kalma, kimi yerleri çökmüş, kimi yerleri ayakta kalma savaşı veren taş, tuğla, kiremit evleri, senenin her ayı koşturan insanları olan bir köy.

Burada doğdum. Herkesi tanırım, çocuklar, bazı gençler dışında. Onları da yüzlerine, hal ve tavırlarına bakarak bir sülaleye iliştirebiliyorum. Kasaba bana kalabalık, gürültülü, her yan beton, yeşilsiz, anlayışsız, soğuk, sıradan, sevgisiz gelmeye başladığında, köye gitme vaktinin geldiğini anlıyorum. Burası benim için bir anlamda kaçış, sığınma yeri.

Evdekiler, anam-babam seksenlerini geçti. Yine de koşturup duruyorlar. Daha çok da anam. İşin en yoğun olduğu zamanlarda yardıma gidiyorum. Yazın soğan, kışın da zeytin en yoğun, yorucu, yardıma gerek duyulan işler. Soğanın, sökülmesi, serilip kuruması, ayıklanıp taşınması, örülmesi gibi zahmetli, yorucu işleriyle uğraştık. Bütün gün, sabahın altısından, akşamın altısına, kurumuş ip gibi soğan sapları, irili ufaklı mor soğan bağlarıyla uğraşmak, bıktırıcı, sıkıcı bir iş. Sıcak bastırana kadar tarladan kurumuş soğanları ayıklayıp top yapıyoruz. Katıra sarılı küfelerle, dere boyundaki çardağa taşıyıp, yığıyoruz. Saat 10’a doğru kahvaltı. Yarım saatçik. Sonra anamla, dağ gibi görünen soğan yığınının başına oturuyoruz. Sara, bağlaya dizi yapıyoruz.

Yıllar önce toprakla bu tür ilişkilerimi koparmıştım. Nadiren elime bir çapa, bir kazma aldım. Aldığımda da çabucak yoruluyordum. Ellerim hemen su topluyor, küreğin, kazmanın sapını tutamaz oluyordum. Soğanı yıllar önce, çocukken örmüştüm. Elin yatkınlığı kayboluyor zamanla, ama eller, kollar unutmuyor örmeyi. Birkaç gün yaptığım dizilerden mor mor soğanlar gevşekçe, sarkıp salındı. Sonra düzeldi yavaş yavaş, hizaya, diziye, geldiler. Ardından bedende yorgunluk sızıları biriktikçe, anamın ördükleri gevşedi. Gün geçtikçe incecik kolları, bilekleri, damarlı elleri tutmaz oldu. Eski bir bez parçasını sardı bileğine. İpi sıkmaya çalışırken bükülüveren bileğine destek, bir fayda olur diye. Olmadı. Bırak, biraz ara ver, dinlen, dedim, Ben yaparım yapabildiğim kadar, dedim, para etmedi. Dinlemedi. Sabah namazında kalktı, gecelerin bir vakitlerine kadar çalıştı durdu. Sonra; sonrası daha zor günlerdi, gece yarısıyla kuşluk arası bir vakitte, derisi kasnağına, ipince, kurutulmuş bağırsaklarla gerili bir davul çıktı ortaya. Taş, tuğla duvarlı, dar sokakların arasına daldı. Ardıç tokmak, gergin teke derisine indikçe saçak altlarındaki kırlangıç yuvaları sarsıldı gümbürtüden, samanlıkların, viraneliklerin kuytularındaki örümcek ağları sallandı. Ramazan geldi. Oruca başladı.

****

Günler birbirleri üzeri, benzer işlerle, biriken bir yorgunlukla, bedenin her yanına gün be gün artarak dağılan bir sızıyla birlikte devrilir gider. O kadar benzer, sıradan, aynıdır ki her şey, hafıza yeri geldiğinde bir dizin oluşturmakta güçlük çeker. Akşama doğru yorulmuş, sıkılmışımdır çardağın altında soğan dizilemeden. Arada bir yaşlılıktan iyice bunamış dayım gelir çardağın dibine, Tevhide, ela ma dutu mıçka, der.(1) Ördüğü diziyi, ipini irice bir baş soğana birkaç kez dolayıp bırakır, kalkar yanına gider. Defalarca anlatır, neyse artık sorduğu, istediği. Anladım der yaşlı dayım, mor soğan kabuklarına, kesilmiş soğan saplarına basa basa gider, Usni’nin damını geçmeden unutur, döner tekrar gelir. Bir daha anlatır, Benim işim var, bu koca yığın soğan beni bekliyor, sen şimdi git sonra gel, der, gider. Oturur dizinin başına. Soğanları iki iki bağlarken, bir yandan, İyice fenaladı dayın, elinde sele, iki saat önce topladığı zeytini tekrar toplamaya gidip, zeytini boş, toplanmış görünce de, basıyor feryadı, Hırsız var! Zeytinimi çalmışlar, deyip deyip, dayımın halini anlatır titrek, üzüntülü bir sesle. Gözünden süzülen bir damla yaş görmekten korkup yüzüne bakmaya çekinirim. İpi hırsla dolandırırım soğanın sapından, ip sapı keser, mor bir baş soğan yere yuvarlanır.

Çardaklar yolun kıyısına sıralanmış. Rüzgâr eser, toz kalkar, arabalar geçer, patpatlar(2) geçer toz olur, soğanın kendisi zaten, kökü kabuğu toz toprak. Yüz göz, üst baş toz, toprak kesiliriz. Yığın biter. Örülen diziler düzgünce dizilip, sıralanır, yığın yapılır. Eğreti bir çalı süpürgesiyle dökülen, kopan saplar, kabuklar toparlanır, çuvallara doldurulup, tarlaya götürülüp, zeytinin, kirazın altına gübre olsun diye döküleceği gün için bir kenara yığılır.

Her yanım toz toprak içindedir. Ellerimde soğanın koyu moru, parmaklarımda, dizlerimde, sırtımda sızılı, ama öyle de bir tatlı yorgunluğu… Anamın zeytinyağından, kostikle kaynattığı sabunlar, yamuk yumuk, şekilsizdir, gözleri yakar, güzel kokar. Yıkanırım. Üzerimden simsiyah, mor sular dökülür, ince bir borudan akıp gider. Oturur, bir zaman müzik dinlerim. Ağrılar, sızılar azalmaz, artar daha da. Alt kattan anam seslenir. Yemek hazırdır. Yeriz, ne varsa artık. Çoğu, kahveye gitmeye üşenir, uzanır bir kitap alırım. Bir sayfa okurum, ikinci bir sayfa, üçüncüsü yok. Saat 10’u bulmadan sızıveririm.

****

Bu böyle sürüp gitti bir zaman. Sonra başladık hesaplamaya, Yarın da iki yük atarsak çardağın altına, sonrası gün bostanlıktaki iki sırayı toplarız, o da çıkar iki yük, sonrası kolay, geriye Kiprikadaki(3) ayıklananlardan kalanlar toplanır, ki onlar da bir yük ya tutar, ya tutmaz.

Yavaş yavaş ben de bir yandan, toparlanıp, köyden ayrılacağım günleri hesaplıyorum. Bir yandan da kentin o soğuk grisiyle, insan kalabalığı, apartmanlara, yapılara çökmüş soluk aldırmayan sıcak geliyor aklıma. Gitmek istemiyorum. İş bittiğinde, en azından birkaç gün kalır, denize gider, kıyıda kitap okur, bir iki bira içerim. Akşamüzerleri de bir sandal bulur, bir iki çapari yapar, mezgit istavrit tutar, gece bolca kitap, belki düzgün bir film, Bergman’dan, Kurosawa’dan ne bileyim, ne olursa işte, diye kuruyorum… Aklım yatıyor.

****

İşler iyice seyreliyor. Öğleden sonra, güneş yakıcılığını yitirince genişçe bir şemsiyeyle, bir iki kitap alıp kumsala iniyorum. Güneş batıya doğru alçaldıkça şemsiyeyi de kumda eğiyorum, gölgesi uzuyor. Kıyıya serilen, kedipatisivuruşlu dalgalara bakıyorum. İyi geliyor dalgalara bakmak. Martılar çift çift süzülüyor denize kanat teması yükseklikte. Burun başının çıkıntısında, ufak bir kayık voli koyverdi. Kayığı ağın içinde songaz koşturup, kıçta, güvertede zıplayarak gürültü yapıyorlar. Balık ürkecek, kaçacak, ağlara takılacak.

Köy de gürültülü, kalabalık, sıkıcı geliyor bir an. Sahilde benimkinin dışında tek şemsiye yok. Vadi boyunca uzanan tarlalarda insanlar, beygirler, katırlar, eşekler, köpekler bir yerlere gidip, bir yerlerden geliyorlar. Hoparlörden, daha önce kaydedilmiş ezan sesi duyulduğunda, sokak aralarından birkaç köpek pavulaması geliyor. Nereden düştüğü belirsiz bir şey geliyor aklıma; daha ıssız, daha, kimsenin olmadığı, köyün dışında, insanın hiç olmadığı veya az olduğu bir yere gitsem, dağ başında, eski, virane bir kulübeye, bir mısır tarlasının kenarındaki yüksek bir çardağa ? Çardağa serili eğrelti otlarına sırtüstü uzanıp...

Çadır bir anda yükseliveriyor bu düşüncelerin orta yerinde. Çadır? Evet! Issız, bir dağ başında, bir dere kenarında, yüksek çınarların dibinde, benden başka kimsenin olmadığı bir yerde çadır kurmak...

(1) Tevhide, ela ma dutu mıçka, Pomakça, Tevhide buraya kadar gelsene biraz.
(2) Patpat, Son yıllarda tarımsal alanlarda yaygın olarak kullanmaya başlanan, çok işlevli bir çeşit tekerlekli araç. Farklı şekillerde monte edilerek, hem taşıma yapılıp, hem de toprağın sürülmesinde kullanılabiliyor.
(2) Kiprika, Pomakça’da küçük köprü

Kategori:

Re: Soğan (Çadır 1)

Yıllardan sonra ilk kez ben de bu yaz, dağ başında bir su kenarına çulu serip günlerimi öyle geçirmek istedim. Uzak ve durgun birkaç gün iyi gelecekti yıpranmaya yüz tutmuş sinirlerime. Onun yerine ancak bir sabah Kaz Dağı'na tırmanmakla yetinmek zorunda kaldım. Bıraksalar akşama kadar otururdum bir kuytuda; ama mümkün olmadı. Yanımızda yeterli erzak yoktu, üstelik yürüyüş grubumuz geri dönmeye çok istekli görünüyordu. Oysa ne iyi olurdu doğayla baş başa kalabilmek.

"Çadır"ın ileriki bölümlerini merakla bekliyorum.


Re: Soğan (Çadır 1)

Gözüme takılanlar:

"Nadir zamanlarda" yerine "Nadiren" kullanılsa daha iyi olacak gibi hissediyorum.

""
Soğan; yıllar önce, çocukken örmüştüm, el alışkanlığı kayboluyor sonra sonra.

Bu ifadede bir anlatım bozukluğu var sanki. Belki konuşma diline yakınlığı yüzünden yadırgadım. Başka arkadaşlar ne der acaba?

""
İpi sıkmaya çalışırken bükülü veren bileğine destek, bir fayda olur diye.

""
İpi sıkmaya çalışırken bükülüveren bileğine destek, bir fayda olur diye.

""
derisi kasnağına, ip ince

""
derisi kasnağına, ipince


Re: Soğan (Çadır 1)

Eren'e teşekkür ederim. Vurguladığın yerleri düzeltmeye çalıştım.

"Soğan; yıllar önce, çocukken örmüştüm, el alışkanlığı kayboluyor sonra sonra." cümlesini de başka türlü bir şekle sokmaya çalıştım.