UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Nezihe Meriç - Çalgıcı

08 Şub 2011
Cihan Başbuğ

MERİÇ, Nezihe.
"Çalgıcı",
Toplu Öyküler I (Bozbulanık,Topal Koşma, Menekşeli Bilinç),
İstanbul: Yapı Kredi Yayınları,
2005, s. 9-12.

İlk basım: 1953

Kategori:

Re: Nezihe Meriç - Çalgıcı

Öykü, durağa gelen adamın fiziksel özelliklerinin tasviriyle başlıyor. Bu başlangıç bana öyküyü üçüncü tekil şahıstan dinleyeceğimizi düşündürüyor. Ama sonra "Üşüyordu" diyor anlatıcı. Tanrı anlatıcının birden ortaya çıkıvermesi pek hoşuma gitmiyor, ne yalan söyleyeyim. Hemen sonra anlatım bir darbe daha alıyor: "Gençti ama çok yaşamış bir görünümü vardı." Bir anda yazar tembelleşiyor mu acaba diye düşünmeden edemiyorum. O çok yaşamış görünümü gözümde canlandırmaya çalışıyorum. Ama yazarın böyle söyleyivermesi de hoşuma gitmiyor. "Bakışları bıçak sırtı gibiydi," "Hava pisti." gibi betimleyici olmayan, tanrı anlatıcının kanaatini okura belletmeye çalışan cümleler de canımı sıkıyor sonra (mağazaların, apartmanların, ara sokakların ruhsuz olması da öyle).

Daha bir düzine cümle okumuştum ki okumaktan aldığım keyif hızla azaldı. Öyküyü okuyacağım okumasına, ama keşke bu kadar uzaklaştırmasaydı öykü beni kendinden.

Devam edelim...


Re: Nezihe Meriç - Çalgıcı

""
Böylece, bir yirmi dakika sonra bu iki adam -biri yükseköğrenim görmüş, dar gelirli, akıllı ve kötümser bir öğretmen; öbürü, yarı buçuk okul görmüş, iyi para kazanan, kısa akıllı, iyimser bir çalgıcı, rastlaştıkları caddeye dikey olan, başka bir caddede yürüyorlardı.

Bu cümleyle birlikte, öykünün zaten pek başarılı olmayan anlatımı iyice içinden çıkılmaz bir hâl alıyor. Anlatıcı bir anda "her şeyi" söyleyiveriyor. Bir fabl, ağustos böceğiyle karıncanın bir uyarlamasını okuyormuşum gibi hissetmeye başlıyorum.

Öykünün en sorunlu yanının anlatıcı olduğu düşüncesindeyim. Anlatıcı güzel anlatamıyor öyküyü. Oysa anlatabilse güzel bir öykü dinleyeceğiz. Ne tam fabl/masal dinliyoruz, ne bildiğimiz anlamda hikâye. Ortaya çıkan melez de göze, kulağa hitap etmiyor pek. Öykü anlatıcının gevezeliğine kurban gidiyor sanki.

"Cahil" iyimserliğinin, "okumuş" kötümserliğini tedavi ettiği bir öykü okuyoruz, ama keşke bu öyküyü bir de başka birisi yazsa, onun kaleminden okusak diye düşünmeden edemiyorum.


Re: Nezihe Meriç - Çalgıcı

İlk cümle, okuyucuyu öykünün içine sürüklüyor. Akşamüstü, iş çıkışı, eve dönüş, koşuşuturma, durağa gelen bir adam; karmaşa ve durağanlık bir arada veriliyor. Az sonra tanıtılacak olan öğretmen bu hareketliliği sakin görünüşüyle izliyor; aklında bin bir düşünce olduğu yansıtılıyor. Ağır, kasvetli bir hava ve havaya uyum sağlayan ufak tefek, genç ama çok yaşamış görünüşlü bir adam. Bu, "çok yaşamış" ifadesi beni rahatsız ediyor. Çevre betimlemeleri ve genç adamın görünüşüne dair ifadeler onda yeteri miktarda ağırlık oluşturuyor zaten. Yazarın "çok yaşamış görünümü" tanımlaması, okuyucunun gözüne sokmak gibi oluyor. Açıkçası biraz da öyküden uzaklaştırıyor. Geçmişini bilmediğimiz kahramana "Hadi canım, sen de!" diyesi geliyor insanın. Bir nebze, inandırıcılığını yitiriyor. Aynı şekilde, "Yüzünde bu anlama gelen bir solukluk var." ifadesi, gerekesiz. Yeterince bunalımlı bir ortam ve ortamla bütünleşmiş bir kahraman söz konusu zaten. "Biri yükseköğrenim görmüş dar gelirli..." diye devam eden kısımda da aynısı geçerli. Öykü, birinci tekil şahıs ağzından anlatılsa nasıl olurdu diye düşünmedim değil. Daha gerçekçi olur, okurken bu kadar duraksamazdım gibi geldi.

Babacan bir dille konuşan genç adam ("Etme oğlum!", "Yapışma kerata."), bezginliğe karşı dirençsiz; koluna girip kendisini sürüklercesine götüren çalgıcıya karşı gelmekle gelmemek arasında kalmış gözüküyor. Sonuç olarak çalgıcıya eşlik ediyor. Öykü boyunca zıtlıklar mevcut; kişilerin fiziki özelliklerinden ruh hallerine, yaşam koşullarından hayata bakışlarına kadar. Biri neşeli, diğeri mutsuz; biri umutlu, diğeri umutsuz. Öykü başlarında, öğretmenin bir an önce eve gitmek istediğini öğreniyoruz. Sonra çalgıcının eşliğinde yol uzuyor. Bir ara öğretmenin ağrıları dahi geçiyor. Ardından çalgıcı dolmuşa binip gidiyor, hayatına kaldığı yerden devam ediyor; öğretmen lekeli gökyüzünün altında yürümeye başlıyor. Çalgıcının hayatı devam ediyor da , öbürünü ki geriye sarıp duruyor sanki. Aklını kemiren düşünceler eşliğinde yürüyor, bu kez yağmurun yağışından hoşnut- belki de başka bir durağa ilerliyor, bilmiyoruz, nereye gidiyor?

Genç adamın, bezginliğe karşı dirençsiz olduğunu söylemiştim, koluna giren adam karşı koymayışını örnek göstererek. Öykü sonununda mutluluğa direnç göstermekte daha dirençli görüyoruz onu. Çalgıcı aklını çeliyor sözleriyle, bir bira, sosiler, Osman yolunu değiştirir gibi oluyor. Çalgıcının deyişiyle "Kibar takımı uğramaz" gerçek oluyor, genç adam vazgeçiyor. Sanki hayatı çalgıcı biliyor, yaşıyor da öğretmen izlemekle yetiniyor. İzledikleri acılanmasına yettiğinden o yaşamın içine girmeye çekiniyor. Yoksa ona da bir nebze çekici geliyor. Öykünün gidişatı sebebiyle bunu yadırgamamak da gerekiyor. Neşe, umut, hareket, canlılık, sohbet çalgıcıda; düşler ve düşünceler genç adamda. Bunula birlikte çalgıcıyı sözlerinden, anlattıklarından az çok tanısak da genç adam saklı kalıyor. Çalgıcı konuşsun diye öyküye konmuş sanki. Ne geçmişi var ne geleceği; bir tutam "şimdi"si var o da solgun, adeta küf kokuyor.

Öykü, tanrı anlatıcı kullanmak yerine birinci kişinin ağzından anlatılsaydı konuşmalar daha dengeli olurdu sanıyorum. Çünkü burada iki kahraman söz konusu. Öykünün isminden ve akışını yönlendirişinden çalgıcının önemi yadsınamaz. Ancak asıl kişiyi genç adam olarak görüyorum. Öykü bana bunu gösteriyor. Anlatıcı tercihi sebebiyle olsa gerek bir dengesizlik gözüme çarpıyor. Çalgıcının konuşmalarına bire bir tanık olurken, öğretmeninkini başkasından duyuyor gibiyiz. Öğretmen bir figür gibi öyküde can buluyor. Sanırım yanılıyorum, öykünün asıl kişisi çalgıcı. Demek istediğim, bu ikilemin gerçekleşmemesi gerektiği. Yazarın dil konusundaki özeni içeriğe de yansımış. Ancak paragrafsızlık beni yordu, bilinç akışı da kullanılmadığından, bölünebilirdi gibi geldi.

Öyküde, iyimser bir çalgıcının kötümser bir öğretmen üzerindeki etkisi anltılıyor. Biri yaşama sevinciyle doluyken diğeri sıkınyla dolu. Yabancılaşmanın ilk ayak sesleri uzaktan, 1950'lerden geliyor sanki. Genç, yalnız, sıkıntılı, umutsuz, karmaşık düşünce yapısına sahip, mutsuz bir adam ve hayat dolu, çözüm üreten, umudunu yitirmeyen, neşeli ve etrafa neşe saçan başka bir adamın karşılaşması kaleme alınmış. Aksaklıklarına rağmen unutmayacağım öykülerden biri. Öğretmenin, "yağmurun yağışından hoşnut" yürümeye başlaması umuda uyanışı simgeliyor. Nezihe Meriç, yine bir umut ışığı yakıyor.


Re: Nezihe Meriç - Çalgıcı

Ben de Büşra gibi anlatıcıdan rahatsız olmuştum. Öyküdeki öğretmen anlatıcının anlatıcı da yazarın hayaleti gibi gelmişti. Hayaletin hayaleti olan bir öykü kişisi de inandırıcı gelmemişti haliyle.

Büşra bir adım daha ileri gidip bir öneride bulunmuş: Tanrı anlatıcı yerine birinci tekil kişiden dinlesek nasıl olurdu öyküyü? Hiç fena fikir değil. Acaba bunu bir atölye çalışmasına dönüştürsek mi? Buyurun: "Çalgıcı'nın Anlatıcı Sorunu"


Re: Nezihe Meriç - Çalgıcı

Arkadaşlar öykünün tamamına baktığımızda 1950 sonrası Türk edebiyatının etkilendiği modernizmin etkisi görülmektedir.Öykününde 1952'de yazıldığını göz önüne alırsak modernizmin aynı anda birden çok anlatıcıya yer verme iç monologlar gibi özelliklerinden kaynaklandığını söyleyebiliriz Smile