UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Külâh 2

02 Kas 2012
Mehmet Sürücü

Senenin son günleriydi. Kemal Öğretmen “Yeni bir yıla gireceğiz birkaç gün sonra.” demişti. Eski seneyi bırakıp, başka, daha yeni bir seneye başlıyormuşuz. Babama sordum nedenini, “Öğretmene sor, o daha doğrusunu bilir” dedi. Pencere dibinde oturan Hüseyin, dersin ortasında, bağıra bağıra dışarıda kar yağdığını söyleyince dersi bırakıp, pencereden karın yağışına baktık. Herkes çığlık attı, sevindi. En çok da Ali’yle ikimiz sevindik. Okul çıkışı hemen kapanlarımızı alıp, tarlalara, kuş tutmaya çıkacaktık. Böyle toprağın karla örtüldüğü zamanlarda kuşlar daha çok tutuluyorlardı.

Dersten sonra kapanları torbaya doldurup, çizmelerimizi giydik. Tarlalara gittik. Ama tarlalarda kar çok değildi. Yeteri kadar örtülü değildi toprak. Çapalarla kapanlara yer açıp, üzerini yine toprakla örtüp, bıraktık. Yarın öğlen gelip toplayacaktık kapanları.

Bütün gece yağmış. Sokak, evimizin çatısı, uzaktaki tepeler, her taraf karla örtülüydü. Sabah okula zar-zor gittik. Çizmelerimizin içi kar doldu, eriyince ayaklarımız ıslandı. Sınıfta sobada kuruttuk çoraplarımızı. Kimin ayağı daha çok kokuyor, yarışı yaptık. Nurtin’in en çok kokuyordu. O kazandı. Babası çobandı. Ondanmış.

Öğlen paydosunda Ali’yle kapanlara bakmaya gittik. Zor yürüdük tarlalarda. Birkaç kez karla kaplı hendeklere, çukurlara düştük. Ali düşünce ben, ben düşünce Ali güldü. Kapanların üzeri hep karla örtülmüş, zor bulduk. Birkaç tanesini de bulamadık. İki Karakuş, üç de Guşe yakalanmış. Çok sevindik. Ne kadar acele etsek de okula geç kaldık. Öğretmen kızdı.

""
“Kar bütün gece yağdı. Bambaşka bir güzellik. Sokallar sanki gün ağarmış gibi aydınlıktı, birkaç kez uyanıp, dışarı baktığımda. Sabah kahvaltı yaparken arada bir pencereden baktım. Karla örtülmüş çatıların arasından, havada dönesavrula yağan karın altında, ince, uzun boylu bir çocuk, iki yanında, taş ve tuğla evlerin yükseldiği dar sokakta yürüyordu. Düğmeleri iliklenmiş, el örgüsü, beyaz yün kazağının kirli yakalarını, soğuktan bir parça korunmak için yukarı kaldırmıştı. Bir eli cebinde, diğeriyle, dalgın dalgın, bir dal parçasını duvara sürterek yürüyordu. Sarı saçlarının taştığı siyah başlığının altından, bir çift, üşümüş, kıpkırmızı kulak memesi görünüyordu. Yürüyüşünü İsmail’in yürüyüşüne benzettim.

Sokağın dibine yığılmış meşe dallarının, tahta kapısı aralık avluyu, duvar dibindeki küfelerin üzerini incecik bir kar örtüsü kaplamıştı. Küçük bir kuş, duvara dayalı sabanın üzerine bir anlığına konup, uçup gitti. Saçaklardan incecik buzlar sarkıyordu.

Çocuğun önünde bir kedi vardı. Bir süre kedinin ardında, herhelde oyun olsun diye, ayakuçlarına basarak yürüdü. Kedi bir samanlığın aralık kapısında kayboldu. Sokağın sonunda elindeki sopayı duvardaki bir oyuğa yerleştirip sakladı. Köşede durakladı, dönüp, belli belirsiz ucu görünen sopaya baktı. O zaman tanıdım; İsmail’di. Çantamı, paltomu alıp çıktım.”

Anam evden çıkarken tembihledi, “Paltonu, kapüşonunu açmayasın, yerler kaygan, basarken kolla.” Biliyoz heralde. Çocuk muyum ben? Bilmiyo sanki. Yumuşak karın üzerine basıp yürümek çok güzel. Önümde duman rengi bir kedi peyda oldu. Basmaya korkan ayaklarla, beyaz karın üzerinde daha beyaz izler bırakarak yürüyor. Ona da anası zamanında, çocukken, böyle yürümesini tembihlemiş sanki. Ardından, izleri bozmamak için ayakucuma basarak yürüdüm bir süre. Karda zordu. Yoruldu ayakuçlarım. Kedi köşede, Fiso’ların samanlığa sapıp, kayboldu. Sihirli sopamı duvardaki, her zamanki gizli oyuğuma sakladım. Yine duvarın arasındaki örümcek korkuttu beni. Belki, sabah sabah uyandırdım diye o da korkmuştur. Ana yola çıkmadan önce ardımdaki yola baktım. Arkamdaki ayak izlerim bembayazdı. Duvardaki sopamın hafifçe dışarı taşan ucuna karlar birikmişti bile.

Arap Bakkal’ın dükkânının önünden geçtim. Kapı önündeki karlar kenara kürenmişti. Duvara dayalı gaz varillerinin üzerindeki karları süpürüyordu. Bana manalı baktı. Korktum.

""
“Bu sene kış yaman geçecek. Haftalardır yağmurla karışık karayel sokak aralarındaki taşları sarsıyor. Kara döneceği belliydi son birkaç gün. Hava biraz fırsat verirse, varillerdeki gazları bütünlemeli. Yarıdan aşaa indiler. Kara kışta gazsız lambalarla otururulmaz. İsmail göründü sokak köşesinden. Bakalım ileriye, duvarın kuytusuna sıkıştırdığım gazete parçalarını görecek mi? Bu çocukta iş var. Okuyacak. Kurtulacak bu çukurdan. Nerede üzerinde harf olan bir kağıt görse çekine çekine kapıyor. Okuyor bir kuytuya çekilip. Kaç kere gizli gizli kahvenin çöplerini karıştırıp, içinden eski gazete parçalarını aldığına şahit oldum. Ne istedim, ne istedim Rabbım, böyle bir evladım olsun. Değil, bırak böyle bir çocuğu, nasıl olursa olsun. Bir evladım olaydı! Çok istedik. Çok istedik Raime’yle. Ama kısmet işte. Olmayınca, olmuyor. Dükkanın önünde adımları daha da hızlanıyor. Bir parça çekiniyor benden. İçeri gireyim. Camdan, görünmeden bakayım. Bakalım ne yapacak? Duvarın yanından geçerken gazeteleri gördü. Durakladı. Etrafı kolladı göz ucuyla. Sonra bir el hareketiyle tomarı koltuğunun altına sıkıştırdı. Koşmaya başladı. Düşecek. Düşüp bir yanını kıracak. İki parça gazete için.”

Dörde gidiyorum. Daha ilk yıl okuma-yazmayı söktürdüm. Kemal Öğretmen bile hayretler içinde kaldı. Harf dedikleri her biri başka bir böceğe benzer şeylerin, bir de sesleri vardı. Sese çevirmek lazımdı. Kâğıttaki bir yaratıkçık, ben onlara öyle diyorum, “Be”, bir başkası, “E”, daha bir başkası “Ke” diye sese dönüşüyordu olurken. Baştan çok zor, karışık geldi bana. Sonra o yaratıkçıkları seslerine birer iple bağladım. Bir tek kendimin görebildiğim iplerle. Sonrası kolaydı. Bir zaman kafamın içerisinde bunların sesleri yankılanırken, gözlerimin önünde kâğıtların üzerindeki şeyler döne, karışa uçuştu.

Sonra her şey değişti. Hani renkli bir cam parçasını koyarsın ya gözünün önüne, nasıl başka bir renk olur bütün gördüklerin, öyle oldu. Ama daha sonra. Önceleri kolay değildi.

Sınıfta bir kitaplık vardı. Masallar, hikâyeler, dergiler, romanlar. Önceleri okumaya çalıştığımda anlayamadım ne dediklerini, ne anlattıklarını. Resimli olanlar daha kolay, daha anlaşılırdı. Yavaş yavaş hepsini okuyup bitirdim. Beğendiklerimi birkeç defa okudum.

""
“İlk İbrahim söktürdü okumayı. İçinde harflere, alfabeye, kelimelere karşı nedeni belirsiz bir yatkınlık var gibiydi. Diğer çocuklar harfleri birbirine ulamaya çalışırken, onun basit kelimelerin ötesine geçtiğini sonradan fark ettim. Belki nasıl olduğunu kendisi de anlamadan okuyabildiğini fark etti. Fazla üstüne gitmeden, yönlendirmeden, uzaktan izlemeye koyuldum. Diğer çocuklar bahçede, sokak aralarında koşturup, oynarken o sınıfın köşesindeki kitaplığın etrafından ayrılmıyordu. Okuyordu. Okumaktan da öte, kendini kaptırarak okuyor, bundan zevk alıyordu. Bilmiyordu ki garibim, ondan sonra da hiçbir şey, bir daha eskisi gibi olmayacaktı onun için. Bu tanımlayamayacağı, anlatılması olanaksız değişimle kendini bir okuma açlığının içerisinde buldu. Bende de benzeri şeyler olmuştu. Oradan biliyorum.”

Okulda, okunacak şeylerin azlığı onu ayırım yapmadan bulduğu yazılı her şeyi okumaya yöneltti. Okulun dört raflı, bir kolunu açtığında diğer kenarına dokunabildiği tahta kitaplığındaki tüm romanları, masal kitaplarını, dergileri okudu, bitirdi. Küçük kitaplıkta okunacak bir şey kalmadığını ne zaman kabullendi, bilemiyorum. Bir gün, eskisi gibi kitaplıkta zaman geçirmediğini fark ettim."

Kitaplar beni buradan, beni sokaklarında samanlar uçuşup, uyuşuk kediler dolaşan köyden alıp götürüyor. Balonlarla dünyayı dolaşıp, kutuplarda kurtları yıldıran kışlar yaşıyorum. Aya giden bir roketin içerisinde oksijensiz kalıyorum. Esrarengiz Ada’larda peşimde mızraklarıyla vahşiler, hayatta kalma savaşı veriyorum. Yapacak bir şey yoktu. Okulda okunacak bir şey kalmayınca, kavedeki gazeteleri, bakkal dükkânındaki külahları, kâğıt torbaları kollamaya başladım.

""
“Burası yokluk yeri. Her şeyin kıt olduğu yer. Kasabaya ulaşım güçlüklerle, maşakatlerle. Beygirle, katırla gidilebilen yollar ancak yazın açık. Kasabaya gidenlere gazete ısmarlayan birkaç kişi dışında evlerde gazete bulunmaz. Onlar da gazetelerini en değerli mücevherleriymiş gibi saklar, her sayfasını, her satırını okur, günlerce cebinde gezdirdikten sonra gönlünden koparsa, herkesin okuması için kahveye bırakır.

Başlarda İsmail’in neden olur olmaz zamanlarda kavenin etrafında dolaştığına bir sebep yakıştıramadım. Sonra sonra gözlerinin masalardaki, kıyıda köşedeki gazetelerde olduğunu anladım. Çocukların kahveye girmesi pek hoş karşılanmaz köyde. Yine dolanırken etrafta, çağırdım bir gün. Oturttum Nevzat Efendi’nin yanına. Okuması yoktu. İsmail’in eline tutuşturdum gazeteyi. “Oku. Oku da Nevzat dayı dinlesin ne oluyor, bitiyor memlekette” dedim. Sevinçle, kesik, duraksamalarla okumaya başladı. Nevzat Efendi hafif öne eğdi başını. Kulağının arkasına avuç içini dayayıp, “Haaa!”, “Yaaa!”, “Allah allah, demek öyle” lerle okunanı dinlemeye başladı. Çocuğun dili kuruyup soluğu dalgalanınca, bıraktırıdım okumayı. Şekerli bir oralet verip, gönderdim evine. Ondan sonra da bazı günler dedesi kahveden dönerken, koltuğunun altına birkaç eski gazete sıkıştırıp, torununa vermesini tembihlemeye başladım.”

Deniz kıyısındaki iskeleden denize baktım. Koca dalgalar iskelenin ayaklarına vuruyordu. Ayaklarına yapışmış, kat kat midyelere acıdım. Bir yandan dalgalar, bir yandan soğuk. Arap Bakkalın pencereden uzattığı soba borusundan gri bir duman çıkıyor. Gürül gürüldür şimdi sobası. Böyle, yanları kızıla, kora kesmişken daha bir neşeli durur. Belli ettirmemeye çalışır. En iyisi gidip oralarda oyalanmak.

Dükkânın buğulanmış penceresinden içeri baktım. Arap Bakkal sırtını nohut çuvalına dayamış, ayaklarını sobaya uzatmış sigara içiyor. Ardındaki isli duvarda bizim takımın kocaman posteriyle kalpaklı, Atatürk’ün gülümseyen resmi var. Bir gün kaveci Selim dayı bana; “Atatürk de macır. Bizim gibi Selanikli.” demişti. “Macır ne demek, Selanik nerede?” diye sormuştum. Uzun uzun susup, gözleri sulanınca, kimse istemediği halde çay dodurmaya gitmişti.

Dükkânın önünde, üzerine gaz varilleri yatırılmış kalasa oturdum. Elimdeki dal parçasıyla toprağı eşelerken, göz ucuyla etrafa bakındım. Arap bakkal içeride bir şeyler yapıyordu. Dükkân kapısının önü, yendikten sonra atılmış, çiklet, bisküvüt, gofret kâğıtlarıyla, portakal, fıstık kabuklarıyla doluydu. Bana yaramaz. Az ileride, varilin dibindeki, yarısı kardan ıslanmış külâhı gördüm. Fırlayıp aldım. Kıvrımlarını düzelterek kâğıdı koynuma, diğerlerinin yanına soktum. İçeride, pencerenin dibinde, gazete kâğıdından, iç içe geçmiş külâhları gördüm. Kim bilir üzerlerinde ne yazılar, ne tuhaf, görülmedik resimler vardı.

İçeri muhtarın oğlu İsyo girdi. Ondan hayır gelmez. Çünkü o genede aldıklarını, cebine koymadan, külahı elinde, sokaklarda dolaşıp, çocukları imrendirmekten hoşlanırdı. Bir sefer bile yere attığı külahı alıp okuyamadım. Fehmi Kaptan geldi, kapıda durakladı. İsyo’nun çıkmasını bekledi. Bafra alacak. iki paket.

""
“Bu çukurun tek kaptanı olmak kolay mı? Senelerdir külüstür bir takayla, Yarımay’la, haftada bir gün, deniz çok dalgalı, kara kış olmadıkça, kasabaya köylüleri alışverişe götürüm. Kasabada işi olan köylüler, sabah kuşluk vakti kalkıp takaya doluşur. Saatler süren yolculuktan sonra Bandırma iskelesine dökülürler. Hepsine işleri bitince motora gelmelerini, geç kalmamalarını tembihlerim. Onlar kasabaya dağıldıktan sonra, Arap bakkalın dükkânın eksiklerini, ısmarlanan birkaç şeyin, en ucuzunu, sokak sokak, dükkânları dolaşarak arayıp bulurum. Sıkı sıkı pazarlık etmeden almam. Arastada, Boyacı Şükrü asker arkadaşımdır. Ahpabımdır. Hatırımız vardır. Daracık bir dükkânda, misina, naylon ip, parça ağ, mantar, kurşun gibi balık malzemeleri satar. Bana da ucuz yollu okunmuş, eski gazeta ayrır. Gazetalar dükkân için. Geceleri hamurla yapıştırıp külah yapar arabın hanımı. Şeker, fındık, fıstık gibi şeyle koymaya. En son, ikindiyi kıldıktan sonra, Şükrü Efendi orta bi kave yapar. İçtikten sonra malzemelerimi yüklenip, iskeleye, takaya gelirim.”

Hah! Tamam! Dükkâna Fiso girdi. Şimdi iki cebini de dolduracak kadar kabuklu fıstık alacak. Kabuklu fıstık, başka şey bilmez. Elinde büyükçe bir külâhla dışarı çıktı. Dikkatle içindekileri cebine boşalttı, külâhı ayaklarının dibine, buruşturup attı. Sağıma soluma bakınarak, kimsenin görmediğinden emin olunca, usulca yerdeki külahı aldım. Buruşukluklarını dizimde düzelterek koynuma soktum. Biraz daha bakınırsam, bu günkü yükümü yaparım. Duvarın dibindeki kedinin yuvarlayıp oynadığı buruşturulmuş parçayı da alıp düzelttim…

Şimdi tenha bir yer bulmalı. Kimsenin ilişmeyeceği bir yerde bu ganimetin tadını çıkarmalı.

İleride, koyun tepeyle birleştiği yer kuytu olur. Dedenizin kenarındaki üzerindeki karlar erimiş kayalara doğru yürüdüm. Büyükçe bir kayanın kuytusuna oturdum. Koynumdan çıkardığım buruşuk gazeta parçalarını kayanın üzerine, ortasında kendime bir boşluk bırakacak şekilde dizdim. Boşluğa sırtüstü uzandım. Her yanım, elinin uzanabileceği her yer okunacak kâğıtlarla doluydu. Gözlerimi kapattım. Avuç içlerimi kâğıtların üzerinde gezdirdim. Avuçlarım harflerden ısındı, yandı.

Gözlerimi açmadan, rastgele birisini okumaya başladım.

Gökyüzünde bembeyaz martılar birikti, birikti…

Kategori:

Re: Külah 2

Külâh ilk Temmuz 2010'da burada "insan içine" çıktı. Sonra aradan iki yıl geçti. Tekrar okuduğumda yeniden yazmaya çalışmaktan kendimi alamadım. Belki iki "hali" arasında olup biten "bana olan"dı. Belki birkaç yıl sonra bu halini didikliyor olacağım. Bunun (didiklemenin) bir yerde bitmesi gerektiğine inanıyorum. Ama bunu yapmak kolay mı?

Yıllar önce, kendisine saygı duyduğum, sevdiğim resim öğretmenimi, Bandırma'da atölyesinde resim yaparken izleme mutluluğuna erişmiştim. Darmadağın bir yerde, kendini yeryüzünden silişi, teypteki "red türkleri", boya kokuları, sohbetin koyu, şarap kıvamı...

"Benim yaptığım resim hiç bitmiyor. yıllar sonra ble, başka bir yerde gördüğüm bir tablomun bir yerine, bir fırça dokunuşunu, bir renk eklentisini yapmak geçiyor içimden." demişti.