UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Külâh

11 Tem 2010
Mehmet Sürücü

Aralık ayının ikinci haftası başlayan yağmurla, hava günden güne soğumuş, sonrasında da çocukların minik yüreklerinde bir sevinç fırtınası yaratarak kara çevirmişti. Zaman zaman hızını artırıp azaltarak, geceli gündüzlü yağmıştı. Her taraf bembeyaz bir örtüye, aşina oldukları sokaklar, çatılar, tarlalar, yamaçlar, tepeler alışılmadık bir yüze bürünmüştü.

Bordo kiremitli çatıların arasından, havada döne savrula yağan karın altında, ince, uzun boylu bir çocuk, iki yanında, taş ve tuğla evlerin yükseldiği dar sokakta yürüyordu. Düğmeleri iliklenmiş, el örgüsü, beyaz yün kazağının kirli yakalarını, soğuktan bir parça korunmak için yukarı kaldırmıştı. Bir eli cebinde, diğeriyle, dalgın dalgın, bir dal parçasını duvara sürterek yürüyordu. Sarı saçlarının taştığı siyah başlığının altından, bir çift, üşümüş, kıpkırmızı kulak memesi görünüyordu.

Sokağın dibine yığılmış meşe dallarının, tahta kapısı aralık avlunun kenarındaki sabanın, küçük bir serçenin bir an konup, kaybolup gittiği küfelerin üzerini incecik bir kar örtüsü kaplamıştı. Saçaklardan parlak, uzun buzlar sarkıyordu.

Çocuğun önünde duman rengi bir kedi, çekingen adımlarla, karın üzerinde incecik ayak izlerini ardında bırakarak yürüyordu. İzleri bozmaya kıyamadığı için ayakucuna basarak yürüdü bir süre. Sonra yoruldu. Kedi köşeden, Fiso’ların samanlığa doğru sapmış, kaybolup gitmişti. Elindeki sopayı duvardaki, her zamanki gizli oyuğuna yerleştirip sakladı. Köyün, ancak iki küfe sarılı bir atın geçebileceği darlıktaki sokağından, daha geniş yola çıkmadan önce köşede durakladı. Dönüp, oyuktan belli belirsiz ucu görünen sopaya baktı. Arap Kaptan’ın bakkal dükkânına doğru yürüdü.

İlkokul dördüncü sınıfa gidiyordu. Daha ilk yıl, öğretmenini bile hayretler içerisinde bırakarak, okuma yazmayı sökmüştü. Harflerin, sözcüklerin kafasının içerisinde yankılanan sesleriyle, gözlerinin önünde uçuşan kâğıtların üzerindeki şekiller döne, çarpışa, içindeki karmaşa bir düzene girmiş, o garip, böceğimsi çizgiler birbirlerinden ayırt edilip tanıdıklaşmıştı. Sonra her şey değişmiş, hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmamıştı. Bu anlatılması olanaksız değişimle kendini bambaşka bir açlığın içerisinde bulmuş, o günden sonra da okudukça bu içindeki açlık hissi hiç geçmemişti.

Okunacak şeylerin azlığı onu ayırım yapmadan bulduğu yazılı her şeyi okumaya yöneltmişti. Okulun dört raflı, bir kolunu açtığında diğer kenarına dokunabildiği tahta kitaplığındaki tüm romanları, masal kitaplarını, dergileri okudu. Balonlarla çıkılan dünya seyahatlerini, kutuplarda kurtları yıldıran kışlar yaşadı. Aya giden bir roketin içerisinde oksijensiz kaldı, esrarengiz ada’larda hayatta kalma uğraşı verdi. Tüm güzel şeyler gibi çabucak tükendi küçücük kitaplıktaki okunacaklar.

İçindeki bu yeni sızıyı nasıl dindirmeliydi? Köyde gazete hele hele kitap yok gibi bir şeydi. O yıllarda kasabaya ulaşım güçlüklerle sağlanabiliyordu. Kasabaya atla, katırla gidilebilen yollar ancak yazın açık oluyordu. Kasabaya gidenlere gazete ısmarlayan birkaç kişi dışında evlerde gazete bulunmazdı. Onlar da gazetelerini en değerli mücevherleriymiş gibi saklar, her sayfasını, her satırını okur, günlerce cebinde gezdirdikten sonra gönlünden koparsa, herkesin okuması için kahveye bırakırdı.

Çocukların girmesi yasak olduğundan, kahvedeki gazeteleri okuyamazdı. Bazı günler dedesi kahveden dönüşte, günlerce masaların üzerinde yuvarlanmış sigara ile birkaç yerinden delinmiş, buruşturulmuş, gazetelikten çıkmış birkaç kâğıt parçasını ona getirdiğinde sevinçten eli ayağına dolanırdı.

Deniz kıyısındaki küçük meydanlığın kenarında, beton kaidenin üzerinde, boyası solmuş Atatürk büstü, yosun kokulu denizin ötelerine, gökyüzüyle birleştiği belirsiz bir noktaya doğru bakıyordu. Çocuk büstün üzerindeki karları bir tahta parçasıyla temizledi. Büstün karşısındaki Rumlardan kalma iki katlı, taş binanın altındaki bakkal dükkânının açık olup olmadığına baktı. Dört gözlü penceresinin bir camı sökülmüş, üzerine paslı çivilerle ortası delik bir saç parçası çakılarak, ortasından, çatıya doğru bir soba borusu uzatılmıştı. Kenarından siyah suların süzüldüğü borudan inceden bir duman tütüyordu. Oraya doğru yürüdü.

Dükkânın çerçeveleri maviye boyalı, buğulanmış penceresinden, belli belirsiz, sigara ve soba dumanından sararmış duvarında, soluk birkaç futbol takımının posterleri, onların üstünde de yer yer çerçevesinin boyaları dökülmüş, Atatürk’ün gülümseyen bir portresi görünüyordu.

Bakkal dükkânın önünde, iki kalın kalasın üzerine yan yatırılmış, kapağının kenarı sızan gazla ıslanmış, tozlu, çelik kuşakları paslanmış bir varil vardı. Çocuk varilin kenarındaki kalasın üzerine oturdu. Sezdirmeden, alışkın, ne aradığını bilen gözlerle etrafını taradı. Dükkân kapısının önü, yendikten sonra atılmış, çiklet, bisküvi, gofret kâğıtlarıyla, portakal ve fıstık kabuklarıyla doluydu. Bilen gözler sonunda aradığını buldu. Az ileride, varilin dibindeki, yarısı kardan ıslanmış külâhı gördü. Yerinden fırlayıp aldı. Kıvrımını düzelterek kâğıdı koynuna soktu. İçeride, camları sinek pislikleriyle kararmış, pencerenin dibinde, gazete kâğıdından, koni şeklinde kıvrılarak, içine leblebi, fıstık, çekirdek koymak için yapılmış külâhlar gözüne ilişti. Onlara; aç tavuğun darı tanesine baktığı gibi imrenerek baktı.

İçeride muhtarın oğlu İsyo bir şeyler alıyordu. Ondan bir fayda gelmeyeceğini biliyordu. Çünkü o genellikle aldıklarını, elinde külâh, çıkarıp cebine koymadan, köyün sokaklarında dolaşıp, imrendirdiği çocukların gözlerindeki bakışlardan zevk alarak yemekten hoşlanırdı.

Köyün tek bakkalıydı Arap Kaptan. Yarımay adlı takasıyla, haftada bir gün, deniz çok dalgalı olmadıkça, kasabaya köylüleri alışverişe götürürdü. İşi olan köylüler, haftanın o gününde, sabah kuşluk vakti kalkıp takaya doluşur, saatler süren bir yolculuktan sonra Bandırma iskelesine inerlerdi. Kaptan, köylüler kasabaya dağıldıktan sonra, dükkânın eksiklerini, köylünün ısmarladığı üç - beş siparişin; en ucuzunu, sokak sokak, dükkânları dolaşarak arayıp bulur, hep sıkı bir pazarlıktan sonra satın alırdı. Olta, misina, ağ, mantar, kurşun gibi balık malzemelerinin yanında, okunmuş gazete de satan Boyacı Şükrü’den kiloyla gazete alırdı. Onları geceleri hamurla yapıştırıp külah yapar, şeker, fındık, fıstık gibi, dökme satılan şeyleri içine koyardı.

Dükkâna Arık İbram girdi. İki cebini de dolduracak kadar kabuklu fıstık alacağını adı gibi biliyordu. Fıstık yemeye bayılır, eline para geçtikçe başka yere harcamayı düşünmezdi. Birazdan elinde büyükçe bir külâhla dışarı çıktı. Dikkatle içindekileri cebine boşalttı, külâhı ayaklarının dibine, buruşturup attı. Çocuk, sağına soluna bakarak, kimsenin görmediğinden emin olunca, usulca yerdeki külahı aldı, buruşukluklarını dizinde düzelterek koynuna, diğerlerinin yanına koydu.

Biraz ötede, sarman kedinin, büyükçe bir kâğıt parçasıyla oynadığını gördü. Eline küçük bir taş alıp, kediye doğru yuvarladı. Ürken kedi gazete parçasını bırakarak, ilerideki duvarın üzerine çıkarken, yerden kâğıdı alıp, dizinin üzerinde düzeltip koynuna yerleştirdi.

Şimdi tenha bir yer bulmalıydı. Ganimetinin tadını kimsenin rahatsız etmeyeceği bir yerde çıkarmalıydı. Havanın kara çevirdiği ilk günler denizin kenarında öbek öbek biriken karı, denizin tuzu ve deli poyraz el ele verip eritmiş, yok etmişti. Sahilin ilerisine doğru yürüdü. Kumsalın bitimindeki büyükçe bir kayanın kuytusuna oturdu. Koynundan çıkardığı buruşuk kâğıtları, yer yer ıslak kayanın üzerine, ortasında kendine bir boşluk bırakacak şekilde dizmeye başladı. Boşluğa sırtüstü uzandı. Her yanı, elinin uzanabileceği her yer kâğıtlarla doluydu. Gözlerini kapattı. Avuç içlerini kâğıtların üzerinde gezdirdi. Avuçlarının ısındığını, yandığını hissetti. Gözlerini açtı. Gri gökyüzünde birkaç martı, anlamadığı bir dilden, anlamak istediği bir şeyler söylüyordu.

Elini rastgele uzatıp kâğıtlardan birisini aldı. Okumaya başladı.

10-Temmuz-2010

Kategori:

Re: Külâh

Elinize sağlık. Öyküdeki inandırıcı betimlemeler okuru kolayca öykünün içine çekiyor. Özellikle ilk 5 paragraf ("Okunacak şeylerin azlığı..." ile başlayan paragrafa kadarki bölüm) bu açıdan dikkate değer. Sonraki bölümlerde de mekân betimlemeleri bu yönüyle öne çıkarıyor öyküyü.

"Bu anlatılması olanaksız değişimle kendini bambaşka bir açlığın içerisinde bulmuş, o günden sonra da okudukça bu içindeki açlık hissi hiç geçmemişti." Burada sözü edilen açlığın okuma açlığı olduğunu anlıyoruz, ama çocuğun bu açlığı neden bu kadar derinden hissettiği sorusu biraz daha ayrıntılı bir cevabı hak ediyor diye düşünüyorum. Belki okuduğu bir şey, belki okuduğunu gördüğü ve özendiği birisi, belki iyi okuyan bir "kız arkadaş"... Bunların hiçbiri "açlık" diyebileceğimiz bir şeyi anlatmıyor aslında, farkındayım, ama adını bilmediğimiz çocuğun bu açlığının nasıl bir açlık olduğunun üzerinde durulmalıymış gibi geliyor bana.

Arık İbram'ı öyküde görünce bir ad bulmak konusunda açtığınız forum başlığını hatırladım, doğal olarak. Hem şaşırdım, hem de sevindim. Forumda üzerine ortaklaşa düşündüğümüz bir kişiyi öyküde görmek güzel bir deneyim oldu Smile

Arık İbram öyküde ismini bildiğimiz üç kişiden biri; diğer ikisi Arap Kaptan ve Boyacı Şükrü. Son ikisinin hikâyede ismen varolmaları yaptıkları işler anlatılarak temellendirilmiş. Fakat Arık İbram için aynı şeyi söyleyemiyoruz. Arık İbram hakkında da hikâyede görünmesini gerektirecek ölçüde bir şeyler bilmemizin iyi olacağı düşüncesindeyim.

Bir de, Arık İbram'ın adının duyulduğu halde öykü kişisinin adını bilmiyor olmamız beni düşündürdü. Meselâ "Dükkâna Arık İbram girdi." cümlesini okuduğumda, Arık İbram'ın öyküde anlatılan çocuk olduğunu düşündüm önce. Ama sonra öyle olmadığını anladım. "Çocuk, sağına soluna bakarak, kimsenin görmediğinden emin olunca, usulca yerdeki külahı aldı (...)". Bu nedenle, belki öyküdeki çocuğun da bir adının olmasının yazarın işini kolaylaştıracağını, anlatıma katkıda bulunacağını düşünüyorum.

""
Gri gökyüzünde birkaç martı, anlamadığı bir dilden, anlamak istediği bir şeyler söylüyordu.
Ne güzel bir ifade. Öykünün sonunu, etrafı kağıtlarla çevrili çocuğun mutluluğunu çok sevdim. Tekrar elinize sağlık Alkış


Re: Külâh

Betimlemeler benim de hemen dikkatimi çekti. Öyküyü bu yakınlarda okuyup yorumlarımı ileteceğim.


Re: Külâh

Makan tasvirlerinin yeraldığı ilk bölüm ve çocuğun küçük oyuğa dal parçasını bıraktığı ana kadar tasvirler, detaylar çok sürükleyici. Çocuğun gözü ile görmemizi sağlıyor.
Mekan ve nesnelerin içinden geçen çocuğun tanıklığı gibi.

Öykü içine giren karakterlerin ve çocuğunda anlatımlarında ise doğrudan bilgiye dayalı duyumsatış biraz beni duraksattı.
Neden duraksattı?

Zira okurken çocukla birlikte yürüyordum. Ama bilgi dolaylı cümleler çocukla birlikte yürümeme engel oldu sanki.Oysa zihnim hep çocuk eksenli takılı kaldı.
Peki "bilgi" vermesi yazarın karaktere ve duruma daha yakın kılmaz mı?
Ya da bilgi vermeyecekse ne daha yakın duyumsamamızı sağlar yazın dilinde?
Öykünüz dolaylı teknikle alakalı zihnim sorular üretti böylece.Düşündürttü.
Oldukça gerçekçi bir üslubu var öykü dilinizin.
Anlatmak istediği duygu eminim yaşanmışlıklardan ya da izlenimlerden süzülen değerler.Bu anlamda aslında realist dilin zor ama okuyucuyu hayat ile bağlarını, düşüncelerini yeniden yapılandırmasında ihmal edilen bir pencere gibi de geliyor günümüzde.
Bu anlamda emeğiniz ve çalışmalarınızı kutlarım.
Ellerinize sağlık.


Re: Külâh

Öykünüz beni çocukluğuma; çocukluğumun vadisine; vadimin yoksulluğuna; yoksul vadimin kağıda, yazıya susamışlığına götürdü. Ben de "külahlarla" başladım okumaya. Eskiden, çok eskiden; okunmuş Teksasları, Tom Miksleri bile bulamıyorken. Elinize, yüreğinize sağlık.


Re: Külâh

Öyküdeki betimlemeler, betimlenen mekâna dair küçücük ayrıntılar mekânı öyle tanıdık kıldı ki, sanki biz de öykü kişisiyle birlikte kedinin ayak izlerini bozmadan yürümeye çalıştık karda. Sürücü'nün ellerine sağlık.

Öykünün ismi bana nedense sözcüğün gerçek anlamıyla değil de mecaz anlamıyla kullanıldığını düşündürmüştü öyküye başlarken. Bir hileden vs. söz edilecekmiş gibi...

"Sabah kuşluk vakti"
"Eline para geçtikçe başka yere harcamayı düşünmezdi."

Bu tümce ve cümlede bir sorun olduğunu düşündüm.
Bir de,

"Elindeki sopayı duvardaki, her zamanki gizli oyuğuna yerleştirip sakladı. .... Dönüp oyuktan belli belirsiz ucu görünen sopaya baktı." Verilen bu ayrıntı sanki çocuğun birine hınç duyduğunu ve onunla kavga etmek için hazırlıklı dolaştığını düşündürdü. Bu çocuk neden bu sopayla dolaşıyor onu neden saklıyor merak ettim.


Re: Külâh

"sopa" o mekanlarda, o zamanlarda başkalarıyla ilgili bir kavram değil. kendi yanlızlığını maddeye, olana ulaştıran bir uzantı...


Re: Külâh

nesnelere sirayet etmiş ruh ve zaman..betimlemeleriniz bunu çağrıştırdı.


Re: Külâh

belki de nesneleri bile "kendine özgü" seçimlere uyarlama. kendi duyularının bir parçası olan kurumuş bir dut dalı, taştan bir duvara elin parmakları gibi uzanan bir dut dalı...


Re: Külâh

Öyküyü severek okudum ve okurken aklıma "Cennet Sinemaları" filmi geldi. Ya da "Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak". Onlardakine benzer bir aşk var öyküde, okuma aşkı. Bu aşkı çok iyi anlatmış Mehmet Sürücü. Ayrıca yaşamöyküsel bir öykü olduğu için (ben öyle olduğunu düşünüyorum), çok da değerli.
Betimlemeler için gereken övgüyü aldığınız için, üzerinden geçmeyeceğim Smile Sonsuz teşekküler.


Re: Külâh

Arkadaşlar öyküyü öyle güzel incelemişler ki, söyleyeceğim her şeyi de söylemişler; söylemeyi akıl edemeyeceğim ama katıldığım şeyleri de: Örneğin "Arık İbram öyküde ismini bildiğimiz üç kişiden biri; diğer ikisi Arap Kaptan ve Boyacı Şükrü. Son ikisinin hikâyede ismen varolmaları yaptıkları işler anlatılarak temellendirilmiş. Fakat Arık İbram için aynı şeyi söyleyemiyoruz. Arık İbram hakkında da hikâyede görünmesini gerektirecek ölçüde bir şeyler bilmemizin iyi olacağı düşüncesindeyim." Bu ayrıntı için Eren'e teşekkür ediyorum. "Arık İbram" niye Arık İbram?
Bilgi verme kısmının öyküyü eksilttiğini düşündüm, Zeyn'de kesintiye uğrattığından bahsetmiş benzer biçimde.
sonlarda,saklanılan sopanın çıkacağını düşünüyordum, çıkmadı. Elif gibi ben de sopayı merak ettim öykü ittiğinde, çocuğun takıntılı bir yanı olduğunu düşündürttü.
öyküyü okurken karın yağdığını, kedinin oradan geçtiğini duyumsadım, kese kağıdına gerçekten ulaşılmak istediğini hissettim, bu öyküde de bunların önemli olduğunu düşünüyorum,elinize sağlık.
Bitirmeden -bir itiraz mı demeliyim- "Onlara; aç tavuğun darı tanesine baktığı gibi imrenerek baktı." tavukların gözünde bir duygu görüldüğünü sanmıyorum, gözlerine aktım çünkü:Smile) Bunu başka bir ifadeyle dile getirseniz kanımca daha iyi olurdu.


Re: Külâh

Betimlemelerin fazlaca oluşu çok etkileyici olanlarını örtülüyor gibi.Birazda yorucu oluyor sanki?Kullandığınız dil ve detaylara bakışınız gerçekten iyi tebrikler.