UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Deniz Üstü Konuşmalar

09 Ağu 2010
nevzatcaglartufekci

Akbük Yazıları

Akbük’te Temmuz ayının en sıcak günlerinden biriydi. Ağustos ayını karşılamak üzereydi. Havada hiçbir esinti yoktu. Yerdeki bitkilerde, sahil boyunca sıralanan okaliptus ağaçlarının dallarında bile hiçbir kıpırtı yoktu. Tüm canlılar, yakıcı ve bunaltan sıcağın etkisinden kurtulmak için kendilerini kuytu ve serin yerlere atmışlardı. Kavurucu sıcaktan dolayı, hiç kimse bulunduğu yerden kıpırdamak istemiyordu. Deniz hemen bir adım yakınlarında olmasına rağmen, o sıcakta denize girmeye çoğu kişi çekiniyordu. Mevsim normallerinin üzerinde seyreden sıcak için, deniz kenarında olmak bir avantaj sağlamıyordu, bazılarına...
Denize girmek, serinlemek isteyen özellikle daha genç yaşta olanlara karşı, çevresindekiler uyarıyordu:
- “Hava serinlesin ondan sonra, bu sıcakta, bu saatte denize girilmez.”
Çocuklarının, ısrarlı denize girme isteklerine, anne-babalar,
- “Olmaz, güneş tepeden daha aşağılara kaysın, ondan sonra” diyordu. Çocukların ısrarı, fayda etmiyordu. Anne-babalar, ‘bir bilen’ edasıyla, çocuklarının sağlığını düşünüyordu… Çocuklar çaresiz boyun eğiyorlardı, bu buyruğa…
Hava sıcaktı. Evin içinde klimayla serinlemeye çalışmak da fayda etmiyordu. Deniz iki adım ötede, bir koşumluk yerdeyken, evin içinde klimanın-vantilatörün karşısında terlemenin bir anlamı var mıydı? Deniz oradaydı, serinletmeye hazırdı herkesi... O, o sırada Akbük’te yaşayan, tüm yazlıkçıları/tatilcileri, evininin içinde bunalan herkesi serinlemeleri için, kucağını açmış bekliyordu…
Bu sıcakta evin içinde oturmanın bir açıklaması olabilir miydi? Deniz kenarında, denizle iç-içe bir durumdayken, klimayla serinlemeye çalışmak olur muydu? Bu akıllıca bir şey miydi? Denize uçmak, denize kavuşmak gerekiyordu. Eve kapanıp kalmayıp, üşengeçliği bırakıp, biran önce denize ulaşmalıydım… Evimdeki çatıdan, karşımdaki binaların eternit çıkmalarının üzerinden deniz biraz görünüyordu. Evimden, yürüyerek on dakikalık bir yerdeydi; deniz…
Deniz, bana el sallıyordu, “durma orada, gel buraya” der gibi. Tıpkı, özlemi duyulan, hasreti çekilen bir sevgili gibi; tüm güzelliği ve tüm serinliğiyle deniz oradaydı. Bir an önce, beni çağıran, tüm içtenliğiyle bana el sallayan bu sevgiliye, denizime kavuşmak geliyordu içimden.
Evimizin sevgili kedisi, geçen yıl Akbük Belediyesinin bir sosyal hizmeti olarak gezici veteriner kliniğinde kısırlaştırdığımız kedimiz “Mırri” bile sıcaktan bunalmış, evin en kuytu ve serin yerinde, sırtını yere vermiş, ayaklarını yukarıya doğru açmış, beyaz/pamuk gibi karın altı bölgesini olanca yumuşaklığı ile sergileyerek sere serpe yatıyordu. Kendisine uygun bir mayo bulsa, belki o da, denize girebilirdi…
Bu sıcakta serinlemenin yolu; insanın kendisini denizin kollarına bırakmasıydı. Ben de öyle yaptım. Kendimi denizin serinliğine bıraktım. Temmuz sıcağı, denizin suyunu da ılıtmıştı. Suda, insanı rahatlatan bir serinlik vardı. Bende, dışarıdaki terlemeyle karışık bunalma, burada bir rahatlamaya dönüşüvermişti...
Akbük’ün sahilleri çok geniş ve rahattı. İsteyen, istediği yerden denize girebiliyordu. Bazı yerlerde, deniz kenarlarını parselleyenlerin, yasakçı tavırlarının endişesi/tedirginliği, burada yoktu. Akbük, bu yönden rahat bir yerdi. Akbük sahillerinde, herkes özgürlüğün tadını çıkarabiliyordu. Akbük sahillerinin bu rahatlığından dolayı, çevre yerleşim birimlerinden çok sayıda insan, Akbük’ün denizine geliyordu. 60 kilometre uzaklıktan, Milas’tan bile buraya denize girmek için gelenler oluyordu. Hoş, son yıllarda pek çok Milaslı, Güllük ve Ören’in yanı sıra ikinci konutları için burayı seçiyordu. Bu ilgiden dolayı Akbük’te, bir Milas toplumu oluşmuştu. Akbük, Milaslıları çekiyordu...
Deniz ve su bana iyi gelmişti; rahatlatmıştım. Yavaştan yavaştan kıyıya paralel yüzmeye başladım. Açılamazdım, boyumu geçen yerlerde telaşlanıyordum. Kıyıya paralel ve boyumu aşmayan yerlerde yüzerken kendimi güvende ve rahat hissediyordum. Yorulduğumda, denizin içinde boy verdiğimde, ayağım yere değmeliydi. Değmese bile, kısa bir yüzmeden sonra iki ayağımın üzerinde durabileceğim bir yere ulaşabilmeliydim.
Akbük’ün sahili uzundu, her yerden denize girilebilirdi. Bazen Kumkent’in önünden, bazen Körfez Pizza’nın önünden bazen de Garden Restaurant’ın önünden, okaliptus ağaçlarının bir dantel gibi süslediği plajda giriyordum. Bu sefer Körfez Pizza’nın önünü tercih etmiştim.
Öğleden sonraydı. Güneşin yakıcılığı devam ediyordu. Güneş ışınlarından, denizin üzeri hafif dalganın da etkisiyle, kıvrım kıvrım bir beyazlık meydana getiriyordu. Yüzünüzü güneşin yönüne doğru çevirdiğiniz zaman, güneş ışınlarının deniz üzerindeki yansıması ve kırılmasından dolayı o tarafa doğru uzun süreli bakamaz; yüzünüzü hemen farklı yöne çevirmek zorunda kalırdınız.
Denizde az sayıda insan vardı. Kimi yüzüyor, kimi kafaları görünecek şekilde sohbet ediyorlardı. Ben kıyıya paralel yüzme konumumu devam ettiriyorum... Suda, sadece kafaları görünen iki genç sohbet ediyordu. Dikkat kesildim, konu anayasa değişikliği oylamasıydı. Birisi,
- “Bu anayasa oylaması, hükümetin kendi iktidarını sağlamlaştırması anlamına geliyor. Onun amacı HSYK ve Anayasa Mahkemesini ele geçirerek, iktidarının önündeki engelleri kaldırmak. Madem gerçekten demokrasiyi savunuyorlar, seçim barajını niye düşürmüyorlar, YÖK’ü neden kaldırmıyorlar? Geçmişte YÖK’e onlar da karşıydı” diyor. Karşısındaki kişi de,
- “12 Eylül Anayasasını değiştirmek bile büyük başarıdır. Bu değişiklikler yetmez ama şimdilik bunu yapmak bile demokrasi güçleri için bir kazançtır.”
- “Tüm partiler ve sivil toplum kuruluşları bir araya gelerek, bu anayasa tümden rafa kaldırıp, yeni ve demokratik bir anayasa yapmak mümkünken bu yapılmadı.”
- “Olsun, anayasa değişikliği bu haliyle bile olumlu bir adımdır. Şimdilik bu yapılsın. İleride yeni bir anayasa yapmanın yolları açılabilir.”
Tartışma, hararetli bir şekilde devam ediyor… Biraz daha onlara kulak misafiri olsam, bu konuda epey bilgileneceğim ama ben denizin keyfini çıkarmak istiyorum ve kıyıya paralel bir şekilde yüzmeme devam ediyorum. Biraz ileride iki kişi arasında şöyle bir konuşma geçiyor:
- “Abi sen hayvanlar âlemini izliyor musun?”
- “Hangi hayvanlar âlemi?”
- “Televizyon kanallarında gösterilen hayvanlar âlemi… Abi bu hayvanlar âlemi konusunda, bizim bilmediğimiz çok şey var. Bi izle bak, çok hoşuna gidecek, felaket bişey bu… Çok hayret edeceksin. Bu denizin içinde bile bizim bilmediğimiz ne yaratıklar, ne hayvanlar var kim bilir?”
- “Doğru haklısın. Ama buradaki evde benim çanağım yok, o Söke’de kaldı.”
- Abi mutlaka izlemelisin!”
- “Olur, izlerim.”
Sohbet devam ediyordu. Ben orada gene fazla takılmadım. Onların yanından geçerken, benim kulağıma kaçan, deniz suyu yerine, onların bu sözleriydi.
Ben biraz daha ileri gittikten sonra geri döndüm. Ben, yatay vaziyette deniz içinde, boyumu geçmeyen yerlerde yüzerek kulaç atıyordum. Denizin dalgaları biraz hızlanmış ve artmıştı. Ben ağzıma, burnuma su kaçmasın diye, başımı dalgaların üzerinde tutmaya çalışıyorum. Dalga benim yanıma gelirken, ben başımı yukarıya doğru kaldırıyor, deniz suyunu yutmaktan kurtarıyordum kendimi. Yine deniz içinde ayaküstü sohbetler oluyordu. Bir kadın bir erkek; karşılıklı olarak site aidatlarının yüksekliğinden ve site yönetiminin sitenin sorunlarına olan ilgisizliğinden söz ediyorlardı. Yine iki üniversite genci, IMF’den konuşuyor, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların, Türkiye gibi geri kalmış ülkeleri kendilerine bağımlı kıldığını gayet bilimsel bir şekilde tartışıyorlardı.
Denizin içi bir serbest kürsü veya özgürlük meydanı gibiydi. Belki karada konuşulmaya fırsat olmayan şeyler, denizin içinde konuşuluyordu. Deniz güzeldi. Güneş yavaş yavaş Didim’in üzerine doğru iniyordu. Gün batımının renkleri henüz oluşmamıştı. Bu renklerin oluşmasına, günbatımı kızıllığının denizin üzerinde belirmesine daha epey zaman vardı. Kıyıda insanlar uzanmış güneşliyor, kimi de kitap okuyordu. Çocuklar, kıyıda, kumdan kaleler ve havuzlar oluşturuyor, küçük kovaları ile minik havuzlarına su taşıyorlardı. Günün bu saatinde, kıyıda ve denizde yaşam devam ediyordu…
Ben denizden çıkarken;
- “Deniz, insanlara, karaya göre daha özgür bir ortam mı yaratıyor acaba” diye düşünüyordum kendi kendime…

nevzatcaglartufekci@yahoo.com.tr

Kategori:

Re: Deniz Üstü Konuşmalar

İnsanların denizdeki sohbetini öyküleştirme fikri çok güzel bence;ancak öyküleştirmenin daha arı bir metin üzerinden yapılması gerektiği kanısındayım. Zira
metnin giriş kısmının çok uzun tutulduğunu,aynı konu etrafında çok dönüldüğünü bunun okuru yorduğunu düşünüyorum.
Gözüme takılan anlatım bozuklukları oldu, bazılarını buraya aldım:

""
Ağustos ayını karşılamak üzereydi.
Cümlenin bir ögesi eksik:Kim/ne karşılamak üzereydi?
""
Denize girmek, serinlemek isteyen özellikle daha genç yaşta olanlara karşı, çevresindekiler uyarıyordu:

""
Deniz iki adım ötede, bir koşumluk yerdeyken

""
Bende, dışarıdaki terlemeyle karışık bunalma, burada bir rahatlamaya dönüşüvermişti...

""
Deniz ve su bana iyi gelmişti; rahatlatmıştım.

Şimdilik bunları yazayım.

Nevzat Çağlar Tüfekçi'ye paylaşımı için teşekkürler.


Re: Deniz Üstü Konuşmalar

""
Deniz hemen bir adım yakınlarında olmasına rağmen, o sıcakta denize girmeye çoğu kişi çekiniyordu.

Bu cümle biraz sorunlu göründü bana. Sanırım cümlenin girişinde bir ara cümle kullanılması bu sorunu yaratmış. Bir nesne eksikliği var gibi duruyor. Özne olarak kullanılan “çoğu kişi”, onların “yakınlarında olmasına rağmen”deki nesneliği tamamlamıyor. Böyle birkaç örnek daha var öyküde. Acaba yazar farklı bir deyiş biçimimi yakalamaya çalışıyor diye düşündüm. Ama yine de tam anlamıyla istenilen başarılmış gibi gelmedi bana. Sanki cümle şöyle olsa daha iyi olacak:

""
O sıcakta, deniz hemen bir adım yakınlarında olmasına rağmen, çoğu kişi denize girmeye çekiniyordu.

Aşağıdaki cümlede de benzer bir sıkıntı var:

""
Denize girmek, serinlemek isteyen özellikle daha genç yaşta olanlara karşı, çevresindekiler uyarıyordu

""
Mevsim normallerinin üzerinde seyreden sıcak

Haberler gibi kokan bu cümle öykünün dokusunu zedeliyor.

""
O, o sırada Akbük’te yaşayan, tüm yazlıkçıları/tatilcileri, evininin içinde bunalan herkesi serinlemeleri için, kucağını açmış bekliyordu…

Kısa öykünün en belirleyici kuralı, anlatacağını kısacık bir alanda, ancak olmazsa olmaz verileri kullanarak anlatması. Bu yüzden bir sözcük bile çıkartılamayacak yapıya gelene kadar öykücüyü uğraştırması önemli. Yukarıdaki cümle bana şunu düşündürüyor: Yer adı olarak Akbük belirtilmese de, örneğin Marmaris dense bu öyküde bir şey değişir miydi? Mekânlar ancak belirli kişileştirmeler, alegoriler ya da öyküye bağlı tarihsel belirlenimler varsa anlam taşıyabiliyor. Nevzat Bey bunun üzerinde özellikle durmalı bence. Akbük bu öyküde ne yapıyor? Neyi simgeliyor? Olmasa, öykü bir şey kaybedecek mi?

Öykünün en önemli tartışması bu bence. Nevzat Bey’in Akbük üzerine tarihsel araştırmaları olduğunu da bildiğim için üzerinde bu kadar duruyorum. Aslında bu çalışmalar sırasında karşısına çıkan malzemeyi kullanmayı denese. Onları öyküleştirse ya da kendi yaşantısıyla kesşimleri içinde öyküsüne Akbük’ün tarihi girse hedeflediği şeye çok rahat ulaşacak. Çalışma disipliniyle buna kısa zamanda ulaşabilecğeini düşünüyorum.

Üzerinde durulabilecek birkaç hata:

""
Deniz kenarında, denizle iç-içe bir durumdayken, klimayla serinlemeye çalışmak olur muydu?

Bu cümlede anlatılan tekrar edilmiş.

""
…özlemi duyulan, hasreti çekilen…

Aynı anlamdalar, biri yeğlenmeli.

""
Ben, yatay vaziyette deniz içinde, boyumu geçmeyen yerlerde yüzerek kulaç atıyordum.

Tekrar…

""
Yine iki üniversite genci, IMF’den konuşuyor, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların, Türkiye gibi geri kalmış ülkeleri kendilerine bağımlı kıldığını gayet bilimsel bir şekilde tartışıyorlardı.

“Bilimsel bir biçimde tartışmak” ifadesi bana biraz baştan savma geldi. “Deney mi yapıyorlar ya da birbirlerine belge mi gösteriyorlar?” sorusu yöneltilebilir bu cümleye.

""
“Deniz, insanlara, karaya göre daha özgür bir ortam mı yaratıyor acaba” diye düşünüyordum kendi kendime…

Bu son cümle aslında öykünün muradı gibi geldi bana. Ama edebi bir metnin ilk kuralı olarak, “Söyleme, göster!” ilkesini başa koyarsak burada yanlış bir yola sapıldığını görebiliriz. Anlatıcı ve duydukları arasındaki tezatlık bize zaten bu duyguyu veriyor/ vermeli. Genellikle bu duygunun yeteri kadar işlenemediği düşünüldüğünde böyle bir yönteme başvuruluyor. Bu da olduğundan daha acemi, başarısız gösteriyor öyküyü.

Bu öyküde ise bunun sebebinin daha çok anlatıcıyı tanımamamız olduğunu düşünüyorum. Evini, hatta kedisinin ne zaman kısırlaştırıldığını bile bildiğimiz (bu bilgi de bir yere bağlanmadığı için gereksiz bir ayrıntı olarak duruyor öyküde) anlatıcı hakkında aslında o kadar da çok şey bilmiyoruz. O denizde kendini doğayla birlikte bir çeşit özgürlük ortamında duyumsarken biz onunla yarenlik edemiyoruz bu yüzden.

Uzun Hikâye’de de incelediğimiz, Nevzat Bey’in öyküsüyle tematik benzerliği olan Haldun Taner’in “Gülerek Ölmek” öyküsü mutlaka okunmalı bence.

Ellerinize sağlık.


Re: Deniz Üstü Konuşmalar

Öyküye tekrar döndüğümde özellikle değinmek istediğim noktaya Barış Acar değinmiş:

""
Yer adı olarak Akbük belirtilmese de, örneğin Marmaris dense bu öyküde bir şey değişir miydi?

Bu sorunun yanıtı"değişmezdi"dir kanımca. Öte yandan bu öyküye Akbük girmeli mi, sorusunu öykünün muradını dikkate alarak yanıtlarsak daha doğru olur diye düşünüyorum.

Eklemek istediğim son şey:

""
Ben biraz daha ileri gittikten sonra geri döndüm. Ben, yatay vaziyette deniz içinde, boyumu geçmeyen yerlerde yüzerek kulaç atıyordum. Denizin dalgaları biraz hızlanmış ve artmıştı. Ben ağzıma, burnuma su kaçmasın diye, başımı dalgaların üzerinde tutmaya çalışıyorum. Dalga benim yanıma gelirken, ben başımı yukarıya doğru kaldırıyor, deniz suyunu yutmaktan kurtarıyordum kendimi.
Öykünün,yaratılan bu gerilimle bu noktadan itibaren başka bir mecraya akacağını düşündüm. Bu bölüm metinde azıcık kopukluk yaratmış gibi geldi bana,onlar konuşurken, öykü kişimizin oradaki durumunu anlatan bu bölüm metne daha iyi bağlanabilir mi diye düşünüyorum.

Denizde geçen, denize dokunan hikâyeler hep ilgimi çekmiştir,gene ilgiyle okudum.
Ellerinize sağlık.


Re: Deniz Üstü Konuşmalar

Barış Acar ve Nurten Öztürk'e, eleştirileri için teşekkür ederim. Yeni öykülerimde, bu uyarıları dikkate alacağım. Sevgilerimle...