UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Bodur Minarenin Ötesinden

10 Ağu 2008
Barış Acar

Arkadaşlar,

ilk atölye ödevimizin Yusuf Atılgan boylarından olması sanırım çok garip kaçmayacaktır. Okuduğumuz öykülerin hemen hepsi üzerine çok şey söylemeye, yeniden düşünmeye ve kurgulanmaya değer olduğu halde içlerinden birinin yazma ediminde karakterleri düşünebilmek açısından atölye katılımcasına fazlasıyla imkân sunduğunu düşünüyorum.

"Bodur Minareden Öte" öyküsünün kahramanı iki kişilik bir aşkı tek başına yaşarken okurun içinde bir ukte kalıyor ister istemez. Acaba, diyor acımasız okur, "yazı makinesinin düğmelerine basmaktan bükük parmaklı kadın" nasıl duydu bu öyküyü? Neler hissetti o vapur yolculuklarında, bodur minareye kadar olan takiplerde, beklemelerde? "Kırk yıllık karısının adını unutan adam"a aşık mıydı gerçekten? Yoksa alay mı etti onunla, işsizliğinde bir iş miydi onun kendini bekleyişi? Yoksa bütün bu sırladıklarım zırvaydı da başka bir olay mı vardı bizim tek yanlı gördüğümüz öykünün altında?

Bodur Minareden Öte'yi yeniden yazmayı öneriyorum. Bu kez karşı taraftan, kadının ağzından; hodri meydan!

Kategori:

Re: Bodur Minarenin Ötesinden

Bu ödev için iddialıyım arkadaşlar. Bundan böyle, ödülleri kimseciklere kaptırmayacağım. Şu da bir gerçek tabii, atelye arkadaşlarımın miskin mi miskin oluşları bir nebze kolaylaştıracak işimi. Aha bakın, var mı ses soluk bir Nurten Öztürk'ten, efendime söyleyeyim, Aykut'tan. Aksakal, ödev konusunda kaytarmaya çalışıyor! Kendi gözlerimle okudum yazdığı iletiyi. Narincir, eminim şimdi horul horul uyuyor.
Eren'e verilen ödülün aynısını istiyorum ve alacağım. Utangaç Boxing Good Alkış Crazy


Re: Bodur Minarenin Ötesinden

sen yaz, ben keyifle okuyayım yazdıklarını.
evet yazmak konusunda kaytarıyorum ancak yazılınları okumak konusunda çalışkanım valla billa :roll:


Re: Bodur Minarenin Ötesinden

Odev verildiginden beri 1 hafta oldu. Ancak toparlayip bir seyler yazabildim. Sizin guclu kollariniza birakiyorum. Boxing

""
"Kiz, kimdi o aksamki adam?"
"Hangi adam?"
"Hangi adam olacak canim, dun aksam vapurda sana bakip duran adam." Onune konan cayi kendine dogru cekerken soylemisti bunu. Sekeri tuttugu eliyle vapuru gosterirmis gibi iskele tarafini isaret ediyordu. Dinleyenlerden aradaki duvarlari, binalari asip, iskeleyi gormelerini isteyen bir hali vardi.
"Daha neler?"
"Karsi siradaki adam yok muydu? Hani su hasta gibi olan?"
"Eee?"
"Yol boyunca sana bakip durdu?"
"Sen de yol boyu adama bakip durdun herhalde? Nereden biliyorsun adamin bana bakip durdugunu?"
"Ilahi Sevim, seninki de laf yani. Bakti, diyorum iste adam sana."
"Ne yapayim canim baktiysa? Ben fark etmedim bile."
"Aman, sana da soz soylemeye gelmiyor." Cay kasigini bardagin kenarina hafifce vurup cay tabaginin kenarina birakmisti. Gozleriyle odada iki cift laflayacak konu ariyordu. Bu konusmanin bittigine sevinmistim. Neden caycinin yaninda sormustu bunu? Yine eglence mi ariyordu kendine? Belki de dikkat etmedi, onemsemedi o kadar. Vapurdaki adamin gozleri sararmisti. Her an yere yatip titremeye baslayabilirmis gibi duruyordu. Gozlerini oynatacak mecali yoktu, Cigdem'e biraksak karasevdali yapacakti adami. Iyi kizdir Cigdem, ne zaman bir yardima ihtiyac duysam iki eli kanda olsa yetisir. Bir iki yas buyuk olmasi onu bana karsi sorumlu kiliyormus gibi davranir. Gucenmem ben de, iyi niyetlidir hep.

Aksam vapurda tekrar gordum onu. Herhalde son anda yetismisti. Ayaktaydi. Soyle bir baktim, dunkune gore daha iyi gorunuyordu, yine de ayakta kalmasina uzuldum. Insan bir gunde iyilesivermezdi ki. Demek ki o da bu yakada calisiyordu. Bu hinca hinc vapurdaki neredeyse her yuz tanidik geliyordu da onunki tanidik gelmiyordu. Belki de ise yeni baslamisti. Yoksa bunca aydir vapurda gorup durdugum bir surati unutacak degildim. Yine goz ucuyla bana bakiyordu. Ben de hala bakiyor mu diye kollamaktan alamiyordum kendimi. Yere bakiyordum. Gozlerim bazen ayaklarina kayiyordu, ayakkabilarina. Ayakkabilar beni huzunlendirirdi. Bana bakiyor, bir sey soylemek istiyorlarmis gibi gelirdi. Onun ayakkabilari da bakiyorlardi. Yeni boyanmislardi ve bakiyorlardi iste. Benim soylemek istediklerini anlayamamam miydi onlari bu kadar uzen?

Cigdem koluyla durtup basiyla kalkmami isaret etmese belki o ayakkabilar gidene kadar dalgin dalgin bakip bunlari dusunmeye devam edecektim. Kendime geldim. Kaldirimlari adimlarken yuregimde ayakkabilarin agirligini duyuyordum.

Vapurdan indikten sonra camiye kadar arkamdan yuruyor, tam ben bizim sokaga girmesinden kaygilanmaya basladigim zaman birakiyordu pesimi. Caminin orada. Ilk gunlerde endiselendim. Sevincli bir yuzle, yanima yaklasmadan beni eve kadar birakmasi o kadar rahatsiz etmedi sonralari. Biraz guven de duydum hatta. Birinin yuregine dusmus olmanin anlasilmaz hafifligi oluyordu icimde. Neden sonra ayakkabilari geliyordu aklima.

Neyse ki Cigdem bekledigim kadar ustunde durmuyordu. Belki de ilk gun verdigim tatsiz tepkiden sonra pek eglenceli bulmuyordu bu konuyu. Ne kadar da nese doluydu, gulecek bir seyler bulmakta hic zorlanmiyordu. Sade onun basina mi gelirdi bu kadar komik olay? Yasantisinin icinden neseli olani cikartmayi iyi biliyordu o. Hep boyle keyifli olmasa bu kadar umutlu olabilir miydi, diye soruyordum bazen kendime? Belki de umutlu oldugu icin keyifliydi hep. Babasi oyle zamansiz gocmese girerdi hukuk fakultesine. Elindekiyle yetinmez, istedigine ulasmaya calisirdi. Gidemeyince uzulmemis miydi? Uzulmustu uzulmesine ya, kusmemisti. Necla Abla gibi o dosyalarin tozunu bir omur yutmazdi. Yeni kapilar, yeni yollar arardi kendine. Benim gibi degildi. Daha kac ay olmustu baslayali ise; caycinin bayat caylarini bosvermeye, Kemal'in munasebetsiz sakalarina kulak asmamaya alisiyordum. Usul usul, oldugum yerin seklini aliyordum. Icindeki ayaga alisan, zamanla onun seklini alan ayakkabilar gibi.

Her aksam beni izlemesi gonlumu oksuyordu. Vapurda artik ilk gunlerdeki gibi uzun uzun bakmiyordu. Baktigini bildigimi biliyordu. Daha seyrek, uzaktan, ince ince bakiyordu. Sabah vapurunda gormuyordum. Belli ki daha erken gidiyordu ise. Ne is yapardi acaba? Yuzunde oteki insanlarda gordugum yilginligi gormuyordum. Hep boyle miydi, yoksa simdi ben varim diye mi oyle umutlu bakiyordu? Gozleri koyu kahverengiydi. Genis bir alni vardi. Daha bu yasinda sacina kulaklarinin ustunden ak dusmeye mi baslamisti? Kac yasindaydi? O da alismis miydi yaptigi ise, oturdugu koltuga? Diyelim evlensek; aksamlari evde boyle isildayacak miydi gozleri? Yoksa basi onunde, bir hayal kirikligini mi tasimaya baslayacakti omuzlarinda?

O pazar Sibel'e giderken onu kosede bekler gorunce duraksadim ilkin. O saatte orada olmasina tesaduf denemezdi. Ne kadar zamandir bekliyordu acaba? Bu takip hep boyle surer miydi? Daha kac hafta, kac ay, kac yil ayni kaldirimlari asindiracaktik? Ben onde o arkada ikimizin de ne oldugunu bilmedigimiz bir sirri paylasarak rahat bir tempoda yuruyorduk. Ben yarini dusunuyordum, sonrasini. O belki simdi kalcalarima bakip kaytan dusler kuruyordu. Gun gelip konusmak isteyecek miydi, yoksa bir gun baska birini gorup onun pesine mi dusecekti boyle? Zaman, kaldirimin karo taslari gibi kayiyordu altimdan. Ben onun ayakkabilarini ve Necla Abla'yi dusunuyordum. On yil sonra nerede ne yapiyor olacaktim? O dalginlikla kuruyemisciye ugrayip kuru uzum almayi da unutmustum. Sibel cok severdi kuru uzumu. Sibeller'in evinin merdivenlerine tirmanirken soyle bir donup baktim. Koseden bana bakiyordu. Gozleri guluyordu.

Once Sibel'e soyleyip soylememekte tereddut ettim. O pesime dustugunden beri icim rahat degildi. Adamdan korkmuyordum korkmasina, sessiz, cekingendi. "Birak pesimi," desem birakirdi. Sibel kahvelerimizi getirince o sormadan anlatmaya basladim.
"Gecen hafta ne oldu biliyor musun?"
"Ne oldu?"
"Sali gunu is donusu vapurda adamin birisi bizim karsi siraya oturmus, yolculuk boyunca bana bakmis. Ertesi gun Cigdem soyledi. Guya dalga gececekti benimle."
"Eee?"
Anlattim olan biteni. O da heyecanla dinledi. Laf atmalar falan hep olup dururdu da boyle gunlerce takip edip hicbir sey demeyenine pek rastlamazdik.
"Ne olacak simdi," diye sordu.
"Ben de bilmiyorum. Boyle pesimde dolasir herhalde bir sure. Canı sıkılınca da bırakıp gider. Isin kotu yani ayni vapurdayiz. Kolay kolay birakmayabilir yani."
"Kemal'e soylesene, o da seninle ayni vapurda geliyor Alsancak'a. Ceksin bir koseye konussun."
"Zarari yok simdilik. Durduk yere kendimizi milletin agzina dusurmeyelim. Uzaktan uzaktan bakiyor. Ama ben ne dusundum biliyor musun?"
"Ne dusundun?"
"Acaba, diyorum, bir yuksek okula mi gitsem? Yasim da fazla gecmeden birinin sinavina girsem. Sinavsiz alan bolumler bile varmis. Birinden birine girerim herhalde."
"Tamam da bunun adamla ne ilgisi var?"
"Haa... Yok... Yok adamla bir ilgisi. Yani bunu da gecen hafta dusundum. Ondan soyleyeyim dedim."
"Masallah sende haber cok!"
"Ne dersin?"
"Hangi bolume gideceksin?"
"Bilmem. Hukuga girmek zormus, diyorlar. Daha mutevazı bir yerler vardir elbet."

Sibel de sevindi yuksek okula gitme istegime. Yolcu ederken,
"Ankara soguktur, usursun, sana bir atki oreyim sonbahara kadar. Bayrama geldiginde alirsin." diyordu.
"Bakalim, daha kesin bir sey yok, annemlerle de konusayim." dedim.

Sonra o cumartesi gunu vapurdan inerken yaklasti bana. Vapurun kiyiya yanasmasini beklerken onu yanimda buldum. Belki vapur soyle bir sallasa eli elime degecekti. Orada elini tutuvermek istedim. Elini tutup gogsume bastiracak, bastiracaktim. Sonra? Sonrasi bosluktu. Sonrasi kapinin onunde duran iki cift ayakkabiydi. Sonra iki adim yana cekildim. Yoksa her sey bozulacakti. O gunun aksaminda kesin karar verdim gitmeye. Daha fazla bekleyemeyecektim. Genis bir ufuk olsun istiyordum onumde. Gittikce gitmek istesin insan. Işıga, mutluluga dogru arşınlasın sokakları. Iki yaka arasına sıkışmış bir vapur gibi işten eve evden işe gidip gelmesin. Her ne yapiyorsa alistigi icin degil, oyle istedigi icin yapsin. Butun bunlari bana dusunduren, istemese de hayatimin yonunu degistiren o adama gonul borcu duyuyordum. Sonraki gunlerde her gordugumde heyecanla doluyordum. Gidip sarilmak, sevincimi paylasmak istiyordum. Her an bir sey soyleyecekmis gibi duran gozlerinden opmek istiyordum. Ama biliyordum benim soylediklerime sevinmeyecegini, suratini dokecegini, basi onunde sabirla dinleyip ona yonelen elimi yumusakca tutup kucagima koyacagini.

Aradan iki hafta gecti. En zoru ona gonderecegim notu hazirlamakti. Uzun uzun anlatmali miydim onunla yasadiklarimizi? Uzmek istemiyordum onu. Ayakkabilarina kizsin istemiyordum. Baska seyler yazmaliydim, onu mutlu edecek, umut verecek seyler. Belki baskasinda bulacakti bende aradigini. Soyle yazdim: "Bana, sen olmasan goremeyecegim guzellikleri gosterdin. O guzelliklerin yasamaya devam etmesini istiyorum. O yuzden bu sehirden gidiyorum. Biliyorum ki sen de kendinde yasatacaksin onlari. Belki baskalariyla. Belki benimle oldugundan daha guzel." Begenmedim yazdigimi. Herhalde sasirip kalirdi bunu okuyunca. "Ne guzelligi, elimi bile tutmadin," derdi icinden.

Gece boyunca yazip yazip sildim. Sabah penceremin onundeki ciceklerin arasindan suzulen gunese uyandim. Coskuyla kalemi kagidi alip yazmaya basladim: "Bir gun boynuna sarilivermekten kendimi tutamayacagim; guvenemiyorum artik. Her seyin bozulmamasi icin tek cikar yol var: Buradan gitmek. Ben de onu yapiyorum; bir yuksek okula girmek icin bugun baska bir kente gidiyorum." Boyle olmaliydi ona gonderecegim not. Ozan'i yanima cagirip tembihledim. Saat tam 3'te kosede bekleyen adama verecekti notu. Kahvaltidan sonra ciktim evden. Babamin yeni aldigi ayakkabilari ayagima gecirip sokaga indim.


Re: Bodur Minarenin Ötesinden

Vallahi, elif'i bekle bekle ben de sıkıldım. En iyisini yaptın yayımlamakla. Ben de tutamayacağım yakında kendimi. Bir sonunu getirebilsem. Smile


Re: Bodur Minarenin Ötesinden

""
Ama ben ne dusundum biliyor musun?"
"Ne dusundun?"
"Acaba, diyorum, bir yuksek okula mi gitsem? Yasim da fazla gecmeden birinin sinavina girsem. Sinavsiz alan bolumler bile varmis. Birinden birine girerim herhalde."
"Tamam da bunun adamla ne ilgisi var?"
"Haa... Yok... Yok adamla bir ilgisi. Yani bunu da gecen hafta dusundum. Ondan soyleyeyim dedim."

Öykünün aslına uyma ya da , orada anlatılan bir ayrıntıya değinme kaygısıyla yazılmış, yukarıya alıntıladığım bölüm bu kadar zorlama olmasaymış, geri kalanı bence çok çok çok güzel olmuş. Eren'in ellerine sağlık.
Barış'a not: Bi sonunu getirebilsem. demiş. İşte ben de ona uğraşıyorum.
Bak beni nasıl da kamçılıyorlar. On bilemediniz on beş dakikaya forumdadır öykü.


Re: Bodur Minarenin Ötesinden

""
Taş Duvarın Berisinde
İki aya yakındır evdeydi kocam. Şef olarak çalıştığı şantiyede kaza geçirmiş, bacağını kırmıştı. Sol bacağı alçıdaydı. Bütün gün eve hapsolmaktan sıkıldığını, benim işten dönüş saatimi iple çektiğini söylüyordu. Onunla ilgilenmemi istiyordu. Yastığımı düzelt, koltuk değneğimi ver, su getir türünden şeyler değildi istedikleri. İstiyordu ki, oturup onunla eskilerden konuşayım, ona nasıl aşık olduğumu anlatayım, anımsamaktan ve anlatmaktan büyük keyif aldığımız ortak anılarımızdan söz edeyim. Sırf, bana anlattırmak için sanki kendisi hatırlamıyormuş gibi, falanca olay ne zaman olmuştu, filanca da mı o zaman olmuştu diye soruyordu. Bahsettiği olayları dün gibi hatırlıyordum. Oyununa gelmemek için hatırlamıyorum, diyordum. Anlatınca ya da dinleyince o duyguları yeniden yaşayabileceğimizi umuyordu. Bunu neden yapıyordu, anlamıyordum. Zira, artık onun eskisi gibi beni aşkla sevmediğini biliyordum. Başka bir kadının adını fısıldamıştı kulağıma sevişirken. Benden önceki ilişkilerini anlatmıştı bana. Yepyeni bir addı fısıldadığı. Kim bu kadın, sevgilin mi? Sen bana n’apıyorsun, benim bedenimi kullanıp başka biriyle seviştiğini mi hayal ediyorsun, diyordum. Kaskatı kesiliyordu. İlk kez görüyormuş gibi bakıyordu yüzüme. Öyle korkuyordum ki! İnkâr etmeye kalkışıyordu. Ben öyle birini tanımıyorum, ben öyle bir şey fısıldamadım, diyordu. Yine de, başka bir kadının adını andığı o geceden sonra onunla yatmadım.
Uğursuz kaza, diyordu. Bacağını kullanamaması bir yana, çalıştığı şirketin uygulamasına öfkeleniyordu. Kazadan sonra ücretinde kesinti olmuştu. Bu nedenle çalışıyordum ben. Kocamın bir arkadaşının dükkânında çalışıyordum. İşe geç kalışlarıma surat asan, kocamın hatrını sayan bir patronum vardı. Kocam için üzülüyordum ama beri yandan şöyle düşünüyordum. Eğer o kaza olmasaydı ben çalışamayacaktım. Arada bir alış-veriş yapmak için çıktığım günleri saymazsam, bütün gün evde olacaktım. Belki o pasajın önünden bile geçmeyecektim. Onunla karşılaşmayacaktım.
Çalıştığım pasajın girişinde fark etmiştim onu ilk. Sabah saatleriydi. Motosikletinin üzerinde oturmuş, başını öne eğmiş sigara içiyordu. Arkası dönüktü. Beni görmesi imkânsızdı. Tanıyordum onu. Evet, orada, motosikletinin üzerinde öylece oturup sigara içen, yüzünü görmediğim bu adamı tanıyordum. Sanki orada olduğumu, baktığımı biliyormuş gibi başını geriye çevirip doğrudan bana, gözlerimin içine içine gülümseyerek baktı. Kalbimin durduğunu sandım. Serseri ruhlu bu adamın, bir gün izimi süreceğini, beni bulacağını hayal bile edemezdim. Yılmaz’dı adı.
İlk o gün çıkardım alyansımı. Çıkarıp çantama attım. Akşam iş çıkışı küçük bir kamyonet park etmişti onun motosikletiyle durduğu yere. Ertesi sabah gelmedi, daha ertesi sabah da. Günlerce, iştahsız, isteksiz gidip geldim işten eve, evden işe. Tırnaklarını düzelttiğim, nasırlarını temizlediğim, kıllarını yolduğum kadınların daha önce beni güldüren gevezelikleri şimdi çekilmez geliyordu. Gözümün önünden gitmiyordu Yılmazın gülüşü. Nasıl da ısrarlı, nasıl da kararlıydı bakışları. Sürekli onu düşünüyordum. Onunla konuşmayı öyle istiyordum ki… Üzerinde o blucin pantolonun, gömleğin, motosikletine oturmuş pasajın önünde beni bekliyor ol, n’olur, n’olur, n’olur diyordum. Müşterilerimin, ah, çok acıttın! çığlıklarıyla kendime geliyordum.
Kocam hastaydı. Son yedi aydır tedavi görüyordu ama aslında birkaç yıl önce başlamıştı sorunları. Kendine ait bir dünya kurmuştu kafasında ve kurduğu bu dünyayı bana da dayatıyordu. Neyi nasıl düşüneceğime bile o karar vermek istiyordu. Olup biten her şeyi şüpheyle karşılıyor, hangi konudan söz edersek edelim, söylediğim her şeyi didik didik kurcalıyor, neden öyle değil de böyle düşündüğümü soruyor, beni kendi düşüncelerinin doğruluğuna inanmam için ikna etmeye çalıyordu, hatta buna zorluyordu. Aklımdan geçen her şeyi bilmek istiyor; her davranışımı, yaptığım, söylediğim her şeyi sorguluyordu. Kimi zaman kanepeye çöküyor, başını ellerinin arasına alıp çocuk gibi hıçkırarak ağlıyordu. Böyle anlarda öyle acıyordum ki ona. Önüne çömeliyor, sımsıkı kenetlenmiş parmaklarını saçlarını yolmadan birbirinden ayırmaya çalışıyordum. Parmakları çözülünce, cansız elleri omuzlarıma düşüyordu. Kendi kendine konuşur gibi, para bulmalıyım bir yerlerden diye mırıldanıyordu. Affet beni, diyordu, bacağımı kırdığım için beni affet… Yavaş yavaş kendine çekip sımsıkı sarılıyordu bana. Hıçkırıklarımız birbirine karışıyordu. Kafamın içi allak bullak oluyordu o zaman. Ayrılmamız olanaksızmış gibi geliyordu. Annemin söyledikleri geliyordu aklıma. Aranızdaki yaş farkı n’olacak, deyişi, ileride sorun olacak bu, deyişi. Her şey düzelecek, diyordu o, her şey yoluna girecek. İşimin başına döner dönmez tedaviye yeniden başlayacağız, n’olur biraz daha sabret bi tanem, diyordu, beni terk etme. Terapi ücreti, ilaçlar… durum böyleyken karşılayamıyorum. Sonra, başa dönüyorduk, yeniden zırvalamaya başlıyordu. Soru bombardımanına tutuyordu beni. Niye geç geldin, nereye uğradın, ne konuştun, ne zaman gördün, sonra bir daha gördün mü, siz konuşurken yanınızda biri var mıydı… Bu gereksiz sorulara nasıl cevap verilir, diyordum. Verdiğim cevaplara da inanmıyordu.
İlaç kullandığı dönemde, kendisine verilen o ağır ilaçları bana da içirmeye, kendisi uyuşup yaşamdan koparken, benim ruhumu, bedenimi de uyuşturmaya, evde onun isteklerini yerine getiren bir makineye dönüştürmeye çalışıyordu beni. Bu ilaçların ancak kendisi için faydalı olacağını söylediğimde annemin ölümünde aldığım haplardan bir farkı olmadığını söylüyordu. Evet, diyordum, o ilaçlar yüzünden annem için ağlayamadım bile ben. Uyuşmuş gövdemi gezdirdim evin içine sana yemek pişirmeye devam etmek için. Hapları, çayımın, kahvemin içine atarken yakalamıştım onu. İstediğin kadar uğraş, diyordum, beni bu evde tutamayacaksın.
Artık dayanamıyordum. Onunla cebelleşmek, bu sorunlarla boğuşmak istemiyordum. Huzur istiyordum ben. Bunu ona da söylüyordum, iyileşmek için kendisinin de biraz çaba harcaması gerektiğini, hasta olduğu için onu yüzüstü bırakıp gidemediğimi, ama bunun böyle sürmeyeceğini, ilişkimizde artık aşka dair hiçbir şey kalmadığını, birbirimizin yanında huzur bulamadığımızı, yollarımızı ayırmamız gerektiğini… Israrla reddediyordu. Çileden çıkıyordum. Tartışmamızın sonunda, neye yarayacaksa bu, alyansımı çıkarıyor, fırlatıp atıyordum bir tarafa. Dizlerinin üstünde gezinerek arayıp buluyor, ağlayarak dizlerime kapanıyor, ellerimi öpüyor, alyansı parmağıma yeniden geçiriyordu. Çok üsteledim, biliyorum, diyordu, seni kaybetmekten korkuyorum, ne yapacağımı bilmiyorum, diyordu. Bazen, hasta olmadığını, onu bırakıp gitmemi engellemek için böyle davrandığını düşünüyordum.
Öğretmenimdi. Öğrencisiyle duygusal bir ilişki yaşadığı gerekçesiyle mesleğinden uzaklaştırılmıştı. Liseyi bitirmeme bir ay kala konuşup karar vermiştik. Bu bir iki ay içinde olup bitmişti her şey. Evlenmiştik. Annem karşı çıkmıştı ama bileklerimi kesmeyi göze almıştım ben. Annem bir yüksek okul bitirmemi istiyordu. Sürekli aynı şeyi söylüyordu, okumalısın. Ablam, Ankara’da okuyordu. Vazgeçmemi, okumamı öğütleyen mektuplar yolluyordu bana, bölümde tanıştığı erkek arkadaşının kasklı fotoğraflarının yanında.
Yine yoktu. İşten çıkıp keyifsiz keyifsiz iskeleye yürüdüm. Artık, işin de, yürümenin de, vapurun da, köpüklü dalgaları izlemenin de tadı kalmamıştı. Yine de bir simit aldım. Vapur kalabalık değildi. Korkuluğa yaslanıp martılar için simit attım denize. Öyle sıkıcı geldi ki bu bana, parçaları büyük büyük koparıp çabucak bitirdim simidi. Arkamı dönüp boş sıra bakındım. Aynı saatlerde bindiğimiz için hemen her yolculukta karşılaşıp lafladığımız bir iki kişi olurdu vapurda. Yine vardı. Beni görünce yanlarına çağırdılar. Gitmedim. Kimseyle konuşmak istemiyordum. Kimsenin anlattıklarını duymak istemiyordum. Tamamen boş bir sıra gördüm, oraya oturdum. Çığlık atmamak için zor tuttum kendimi! Oradaydı! Vapurun parmaklıklarına yaslanmış sigara içiyordu. Daha önce yaptığı gibi, başını geriye çevirip gözlerimin içine içine gülümsedi. Kalbim duracak sandım. Ona olan aşkımdan şüphe duymadığı nasıl da yansıyordu bakışlarına. Öyle emindi ki kendinden. Rüzgâr hızlandıkça oradan oraya savrulan, gözlerinin önüne düşen saçlarını geri atmaya çalışıyordu. Belli ki saçlarını yıkamayalı çok olmuştu, iplik ipliktiler, mattılar. Suyu akmayan, odalarına küçük bidonların yerleştirildiği üçüncü sınıf bir otelde kaldığını düşündüm. Öğrenmek istediğim öyle çok şey vardı ki… İzimi nasıl bulduğunu, bugüne kadar nerede olduğunu… Yanıma gelir, oturur diye umuyordum. Bir tedirginliği vardı. Gülümsese de bakışlarından anlayabiliyordum bunu. Bakışlarından, şimdi değil, şimdi gelemem, dediğini anlıyordum. İki insanın konuşarak anlatamadığı pek çok şeyi biz, onca zamandan sonra bile, bakışlarımızla anlatmayı becerebiliyorduk. İçinden geçenleri hiç konuşmadan da anlatabildiği bir iletişim kurabiliyordu insan. Yılmaz’ın biraz uzağında bir adamın durduğunu, Yılmaz’a kaçamak bakışlar attığını fark ettim. O da ayaktaydı. Kimi yerlerinde belirgin lekeler olan bej bir pardösü vardı üzerinde. Rüzgâr pardösünün eteklerini kaldırınca belindeki tabancayı gördüm. Korkudan kaskatı kesildim. Bu yüzden gelmemişti yanıma demek. Vapur iskeleye yanaşırken Yılmaz, gülümsüyordu. Başıyla, inmemi işaret ediyordu. yerimden kalkıp herkesle birlikte ben de kapıya doğru ilerledim. Yılmaz, gözleriyle izliyordu beni. Korkma, her şey yolunda, yarın yine burada olacağım, diyordu.
Hemen eve gitmek istemedim. Demir yolunu geçtikten sonra eve değil, arkadaşımın oturduğu sokağa yöneldim. O, benden sonraki vapura kalıyordu. Henüz eve gelmediğini bildiğimden, İş Bankası deposunun köşesinde bekledim. İçim kıpır kıpırdı. Yıllardır kendime bile itiraf edemediğim gizli sevdam çıkagelmişti.
Eve döndüm. Kapıdan girmeden önce alyansımı taktım. İçeri girdiğimde kocam koltuk değneğine dayanmış, boşta kalan eliyle yemek masasının üzerini siliyordu. Yine sorular sormaya başladı. Saatin kaç olduğunu, niye geç kaldığımı… Elimdeki küçük poşeti ona doğru uzattım. Eteklerimi almaya gittim dedim. Yalan değildi. Arkadaşımın terzi olduğunu o da biliyordu. Sipariş ettiğim iki eteği dikmiş, gelmişken eteklerini de al demişti.
İkisi erkek, biri kız, tanımadığım üç arkadaş benim arkamdan çıkmışlardı vapura. Yanımda yürüyor, konuşup gülüşüyorlardı. Üçer şişe bira içtiklerini anlatıyorlardı bana. Vapura yetişeceğim diye koştururken denize düşen kadını görüp görmediğimi soruyor, kadınla ilgili şakalar yapıyorlardı. Ben, çoğunca onları dinlemiyor, Yılmaz’ı arıyordum. Söz verdiği gibi, vapurdaydı. Hem de aynı yerde korkuluğa yaslanmış duruyordu. Bu defa arkası dönük değildi, yürüdüğüm yol boyunca tepeden tırnağa süzerek, gülümseyerek beni izledi. Bakışlarındaki kararlığı görebiliyordum. Hazır olduğunda seni buradan götüreceğim, diyordu. Sevinçle gülümseyip başımı eğdim. Pardösülü adam da oradaydı. Göz göze gelmemiştik onunla hiç, ama bakışlarındaki o korkunç, o tehditkâr anlamı sezebiliyordum. Boş sıralardan birine doğru bu neşeli arkadaşlarla sürüklendim. Yılmaz, oturduğumuz sıranın arkasında kalmıştı. Onu göremiyordum. Yanımdakiler gülüşerek bir şeyler anlatıyor, ben de, başımı eğmiş, çaresiz, onları dinliyordum. İşte tam o an fark ettim onu. Karşı sırada oturan bir adam, belli belirsiz gülümseyerek bana bakıyordu. Gözlerimi kaçırdım. Yanımdakilerle konuşup az sonra yeniden baktım. Gözlerini hiç ayırmıyordu benden. Bakışında, belli belirsiz gülümsemesinde bir sinsilik vardı. Bak, nasıl da yakaladım seni, der gibiydi. Yanımdakilerle vedalaşıp inmek için kapıya doğru yürürken, Yılmaz’ı aradı gözlerim. Arkamdaki kalabalık engel oluyordu onu görmeme.
Taşlı sokağa girdiğimde fark ettim, peşimden geliyordu. Sokak boyunca hızlı hızlı yürüdüm. Yanından geçtiğim vitrin camlarında görüyordum onu. Kocam mı taktı bu adamı peşime diye geçirdim içimden. Arabalarla dolu alanı, demir yolunu geçtim. Hâlâ peşimde miydi bilmiyordum, dönüp bakamıyordum. Ya kocam izlettirmiyorsa, ya başka bir maksatla geliyorsa peşimden diye düşündüm. Adımlarım hızlandıkça bir birine dolaşıyordu. Sakin ol, diyordum kendi kendime, korktuğunu belli edersen bu ona cesaret verir. Sokağı dönüp eski minareyi geçince yavaşladım. Olduğu yere mıhlanmış, hiçbir yere kıpırdayamayan bu eski minareyi kendime benzetirdim. Yanımda tanıdık biri varmış gibi güç aldım ondan. İyice yavaşladım. Artık, bana yetişsin istiyordum. Yaklaştığı an birden dönüp önüne dikilecektim. Ne istiyorsun, niye izliyorsun beni, diyecektim, kocam mı istiyor, o mu söylüyor beni takip etmeni… Top oynayan çocukların arasından geçerken toptan sakınıyormuş gibi yapıp başımı geriye çevirdim, yoktu. Çocukların top oynadıkları arsayı geçip yokuşu tırmandım. Gecekonduların bittiği yerde hem toprak yol, hem yokuş bitiyordu. Düzlüğe çıkınca aşağı yola baktım. Elleri ceplerinde, sağa sola bakmadan, yavaş yavaş yürüyordu. Sonraki akşam, daha sonraki akşam, günlerce vapurdan minareye kadar izledi beni. Arkadaşımın evine giderken de geliyordu peşimden. Taş duvarın bitimindeki sokağın köşesinde durup ben içeri girene kadar bekliyordu. Üzerinde aynı kıyafetlerle, aynı yerde, aynı sinsi gülümseyişle bana bakıyordu. Bunu arkadaşıma anlattığımda inanmamıştı ama adamı gösterinde korkudan dili tutuldu.
Demek kocam buralara kadar vardırdı işi diyordum. Peşime adam taktığını, beni izlettirdiğini düşündükçe ondan nefret ediyordum. Bir şeyler yapmalıydım. Nerede buluşuyorlardı, gündüz ben işteyken eve geliyordu belki de. Belki de koltuk değneklerine ihtiyacı kalmamıştı kocamın, onlarsız yürüyebiliyordu artık. Belki dışarıda bir yerde buluşuyorlardı. İşten çıktıktan sonra ne yapıyorum, nereye gidiyorum, kiminle konuşuyorum sinsi gülüşlü adamla buluşup hepsini öğreniyor, diyordum. Ben de onu izleyip kocamla buluştukları an suçüstü yakalayacaktım ikisini. Tedavin için gereken ilaç paranı bu muhbirlere mi veriyorsun. Daha başka adamın var mı, kimleri taktın peşime, bakkalda, manavda da var mı adamların. Yoksa iskeledeki kırmızı burunlu, solak adam da muhbirin mi diye haykıracaktım yüzüne.
Günlerdir yaptığı gibi, yine, vapurdan minareye kadar izledi beni. Anlaşmaları böyle herhalde, diyordum. Minarenin önüne gelince fazladan bir tek adım bile atmıyor, geri dönüyordu. Çocukların top oynadığı arsada, kenarda bekledim biraz. Geri dönüp uzak bir mesafeden onu izlemeye başladım. Mahalleden çıktık. Tren yolu boyunca yirmi dakika yürüdü. Sonra içeriye, Yenişehir Hastanesi tarafına doğru yürümeye başladı. Hava kararmıştı. Geri dönmekle peşinden gitmek arasında kararsız kaldım. Kocamla buluştuklarını görmek istiyordum. Devam ettim. Sokak lambaları olmayan, dar bir yolda yürüdük. Yolun sonunda büyük binaların arasında bodur kalmış sarı badanalı, tek katlı, bahçesiz bir evin önünde durdu. Ayağıyla yeri eşeledi bir süre. Kocamı bekliyor, diye düşündüm. Buluşmak için niye burayı seçmişler ki, diye geçirdim içimden. Başını havaya kaldırıp gökyüzünü seyretti. Ben de baktım gökyüzüne. Bir sigara yaktı. Yeniden yeri eşelemeye başladı. Sigarasını bitirince atıp eve doğru yürüdü. Yokuşun başında durup minareden geri dönüşünü izlerken gördüğüm adam değildi sanki bu. Kapıdan içeri girerken kamburu çıkmış, büzüşmüş, küçülmüştü. Kapı gıcırdayarak kapandı. Etrafa baktım. Bu sokağı, bu evi aklımda tutmaya yarayacak bir görüntü aradım. Büyük binaların arasında tek başına kalmış bu evin kendisinden başka işaret yoktu. Geri dönerken otobüse bindim.
Gitmeyeceksin, diyordu kocam, dün neden geç geldiğini söylemedin, bu tatil gününde nereye gideceksin… Sorularını cevaplamadım. Sadece, yakında göreceksin, dedim. Peşime taktığın adamın peşine düştüm dememek için zor tuttum kendimi. Beni engellemek için sayıp döktüklerine aldırmadan sabah erkenden çıktım evden. Adamın yaşadığı evin epeyce uzağında bir binanın bahçe duvarını siper edip onun çıkmasını uzun bir süre bekledim. On bire doğru, başka bir adam çıktı önce. Ondan hemen sonra sinsi gülüşlü göründü kapıda. Yolun sonuna kadar yürümesini bekleyip peşine düştüm. İskele meydanına çıktı. Bir yerlere yetişme telaşı olmadan, başı yerde, etrafına bakınmadan yürüyordu. Bir ara, durup ayakkabılarını boyattı. Bir çay bahçesine oturup çay içti. Yanına bir çocuk yaklaştı. Koltuğunun altındaki tomardan bir gazete çekip adama uzattı. İstemedi. Kocamla bu çay bahçesinde buluşacaklar diyordum ki, adam oradan da kalktı. Deniz kıyısında oturup balık tutanları izlemeye koyuldu. Avareydi bu adam. Onu orada bırakıp eve döndüm. Aynı akşam, arkadaşıma giderken yine bekliyordu beni sıvasız taş duvarın önünde.
Ertesi sabah aynı bahçe duvarının arkasında bekledim. Yine, aynı adam sinsi gülüşlüden önce çıktı kapıdan, sonra da o. Sağına soluna bakmadan başı önde yürüyordu. Çok geriden izliyordum ama öyle çok yol yürümüştük ki, öyle yorulmuştum ki istesem de yetişemezdim. Bulvarı geçtik. Benim gücüm kalmamıştı ama o, sokakları, caddeleri aynı hızla kat ediyordu. Alsancak Gar’ına geldik. Otobüsle en fazla on, on beş dakika sürecek bu yolu niye yürüyordu bu adam, diyordum. Gardan içeri girdi. Kapıda biraz bekleyip kalabalık bir grubun arasına karıştım, grupla birlikte içeri girdim. Birini arıyor gibiydi. Bilet gişesinin bulunduğu yere gidip sırada bekleyenlerin arasına girdim. Boş boş geziniyor, birini arıyormuş gibi etrafına bakınmaya devam ediyordu. Kocamla burada buluşuyorlar diye düşündüm. Ama hayır. Elinde bavuluyla çıkış kapısına yürüyen bir adamın yanına gidip onunla bir şeyler konuştu. Sonra valizi alıp adamın ardı sıra yürümeye başladı. Gözlerime inanamıyordum. Şehri terk edip etmeyeceğimi öğrenmek için adamı gara yolluyor olabilir miydi kocam. Nasıl bu kadar aptal olabilir, diyordum. Şehirden çıkmanın tek yolu bu gar değildi ki! Sonra, o, bavul taşırken ben çoktan yola çıkmış olmaz mıydım… Kocam, bu kadar ahmakça bir şey yapmış olamaz, yoksa ben de mi deliriyorum, diyordum. Çünkü, eğer bu adamı buraya kocam gönderdiyse, bu aptallığı yaptıysa daha başka şeyler de yapabilirdi. Kocamın Yılmaz’ı öldürdüğü bir senaryo yazıyordum kafamda ve durmadan aynı görüntüleri izleyip duruyordum. Bunları, bu saçmalıkları düşündüğüme göre ben de aklımı oynatıyor olmalıyım diyordum. Başım dönüyordu. Nerede olduğumu, ne yöne gideceğimi bilmiyordum.
Kendimi cendereye sıkıştırılmış gibi hissediyordum. Yılmaz’la konuşmanın bir yolunu bulmalıyım, diyordum. Sinsi gülüşlü bu adam peşimdeyken nasıl olacak bu, diyordum. Sonra, Yılmaz da izleniyordu. Sinsi bakışlı adam beni onunla yan yana hiç görmedi ki, diyordum. Yılmaz’dan bahsetmiş olamaz kocama. O adamı kocam takmış olamaz Yılmaz’ın peşine. Yılmaz’ın kendisiyle ilgili bir mesele olmalı, diyordum. Belki polistir o adam. Dilenci, şarapçı, satıcı kılığına girdikleri çokça söylenirdi. Yılmaz bir örgüt üyesidir belki de, diyordum. Geceleri uyuyamıyordum. Aynı şeyleri yeniden yeniden düşünüyordum. Ylmaz’a bir şey olmasından öyle korkuyordum ki. Sinsi gülüşlü adamın yaşadığı ev, saatlerce onun peşinde dolaştığım yerler… Kabuslar görüyordum, sinsi gülüşlü adamın girdiği saatçiyi, kocamın Yılmaz’ı bıçakladığını, gardaki kalabalığın Yılmaz’la beni çepeçevre kuşattıklarını, gittikçe daralan çemberin içinden kurtulmak için oradan oraya koşturup durduğumuzu, Yılmaz’ın peşindeki silahlı adamın kocamı vurduğunu, annemi… Kan ter içinde uyanıyordum. Çoktan odama gelmiş bana su içirmeye çalışan kocamın kolları arasında buluyordum kendimi. Birileri ölecekmiş gibi dehşete kapılıyordum. Annem yaşasaydı ne düşünürdü, diye soruyordum kendime. Ah, onun vereceği yanıtı biliyordum, sen, okumalısın. Ylmaz’la gidemezdim. Onu tehlikeye atamazdım. Kocamın ona zarar vermesine göz yumamazdım. Yılmaz’a bir not yazmaya karar verdim: Pazar akşamüzeri taş duvarın önün gel.
13.15 vapurundaydım. Yanımda yine vapurdan tanıdığım birileri vardı. Onlarla konuşursam Yılmaz’a bakmam, Yılmaz’ın da orada olduğunu sinsi gülüşlü adama hissettirmem diye düşünüyordum. Oradaydı! Pardösülü adam da… Bu defa sigara içmiyordu. Canı sıkkın gibiydi. Sanki yanıma gelip bana bir şey söylemek istiyordu da buna cesaret edemiyor gibiydi. Etmesin, diyordum. Kocama haber ulaştıran bu adam peşimdeyken gelmesin. Sinsi gülüşlü adamla göz göze geldik. Elime bakıyordu. Sanki alyansımı parmağımdan çıkarmayı unutmuşum da o da buna bakıyormuş gibi birden irkildim. Bu mümkün değildi. Yine de elimi yanağımdan çekip kucağıma koydum ve diğer elimle parmağımı kontrol ettim. Yüzük parmağımda değildi. Her gün sabah evden çıkar çıkmaz alyansımı çantama atıyor, akşam eve girmeden az önce takıyordum. Yılmaz’ın bu alyansı görmesini istemiyordum. Ona evli olduğumu ben anlatacaktım.
Ona bütün hikâyemi anlatacaktım. Küçük bir şehirde yaşıyorduk biz. Kocamın tedavisi için geldik bu şehre. O da beni sevmiyor aslında artık. Suçluluk duygusu onunkisi. Bana, evlendikten sonra üniversite okuyabileceğim vaadinde bulunmuştu. Ekonomik koşullar ve daha başka pek çok şey buna izin vermedi. Ve işte evliliğimizin dördüncü yılında bitiverdi aşk. Hâlâ evli oluşumun, ondan ayrılmayışımın tek nedeni şu anda bunu kaldıramayacak kadar hasta olmasıdır. Başka ne bilmek istersin, her şeyi her şeyi anlatayım sana. Birileri sana zarar verecek diye nasıl kaygılandığımı, gözlerimin içine böyle gülümseyerek bakmakla bana nasıl büyük bir mutluluk verdiğini, gelmediğin, seni vapurda görmediğim zamanlar nasıl kahrolduğumu… Sana senin nasıl uyuduğunu anlatayım istersen, seninle ilgili öyle çok şey düşlüyorum ki, nasıl öfkelendiğini, nasıl kahkaha attığını, nasıl yalan söylediğini, tanık olmuşum gibi, bütün bu hallerini gözümün önüne getirebiliyorum, diyecektim.
Yazdığım notu avucumda tutuyordum. Sinsi gülüşlü adam bana bakmaya devam ediyordu. Ben de ona baktım. Boşuna ümitlenme, istediği bilgileri kocama asla götüremeyeceksin diye söylendim içimden. İskeleye yanaştığımızda, kalabalıkla birlikte ben de ilerlemeye başladım. Yılmaz’ın arkamdan geldiğini biliyordum. Yılmaz’ı ve beni izleyen o iki adamı kollarken bir elimi arkama götürüp notu Yılmaz’ın avucuna tutuşturmaya hazırlanıyordum. Sinsi gülüşlü adam gelip sağ yanıma durdu. Öyle yakınıma gelmişti ki, korkudan kâğıdı düşürdüm. Kağıdı görüp görmediğini anlamak için dönüp adama baktım. Anlamamıştı. Sonra Yılmaz’a kaçamak bir bakış attım. Düşen kağıdı görmüş, kendisine ait olduğunu anlamıştı. Gülümsüyordu. Vapurdan inmeye çalışan yüzlerce insan ayağı onu ezip sürüklemeden Yılmaz kağıdı yerden alır diye umdum.
Pazar sabahı kocamla büyük bir kavga etmiştim. Her şeyi haykırmıştım yüzüne. Hasta olmadığı halde, salt ben onu bırakmayayım diye hastaymış gibi numara yaptığını, koltuk değneklerini de mahsus kullandığını, peşime taktığı adamdan haberdar olduğumu… Kapıyı kilitlemiş neredeyse bütün gün odadan dışarı çıkmamıştım. Akşamüzeriydi. Vapurda verdiğim notu okuduysa gelmiş olmalı, diye düşündüm. Bitkindim. Bir not daha yazıp gecekonduların arasından aşağıya indim. Orada, sıvasız taş duvara yaslanmış, beni beklediğini biliyordum. Çocukların top oynadıkları arsaya varınca, kenardan kenardan yürüdüm. Minarenin önüne gelince durdum. Başımı uzatıp yola baktım. Oradaydı! Üzerinde blucin pantolonu, gömleği, motosikletine oturmuş beni bekliyordu. Silahlı adamda oradaydı, onun biraz uzağında. Sinsi gülüşlü adam da oradaydı onların en sağında. Hemen çektim kendimi. Arsada oynayan küçük bir çocuğa seslenip yanıma çağırdım. Ne dediğimi iyice anlasın diye yavaş yavaş, tane tane konuştum. Yolun karşısındaki taş duvarın önündeki adamları görüyor musun, dedim. Bak, solda motosikletli biri var, gördün mü, bu kâğıdı o motosikletli ağabeye vereceksin. Öteki iki adam sana bir şey soracak olursa onlarla sakın konuşma. Kâğıdı ver ve hemen geri dön, dedim. Çocuk tarif ettiğim yere baktı. Sonra bana dönüp ama abla, orada bir tane adam var, dedi. Başka kimse yok. İstersen yine de kağıdı götürürüm. Kağıt elimden düşerken hemen arkamda kocamın sesini işittim. Hadi bir tanem, diyordu, hadi gel, evimize gidelim. Bir eliyle koltuk değneğine tutunuyor, diğer eliyle kolumu okşuyordu.

Elif Çınar
Ağustos, 2008


Re: Bodur Minarenin Ötesinden

elif cinar dedi ki:
""
Ama ben ne dusundum biliyor musun?"
"Ne dusundun?"
"Acaba, diyorum, bir yuksek okula mi gitsem? Yasim da fazla gecmeden birinin sinavina girsem. Sinavsiz alan bolumler bile varmis. Birinden birine girerim herhalde."
"Tamam da bunun adamla ne ilgisi var?"
"Haa... Yok... Yok adamla bir ilgisi. Yani bunu da gecen hafta dusundum. Ondan soyleyeyim dedim."

Öykünün aslına uyma ya da , orada anlatılan bir ayrıntıya değinme kaygısıyla yazılmış, yukarıya alıntıladığım bölüm bu kadar zorlama olmasaymış, geri kalanı bence çok çok çok güzel olmuş. Eren'in ellerine sağlık.

Yazarken bir kronoloji problemi yasadim. Elif'in bu yorumu bana soz konusu problemi cozememis oldugumu gosteriyor (onun soylediklerinin yani sira). Bu acidan tekrar bakmam gerekecek. Yok mu artiran?


Re: Bodur Minarenin Ötesinden

"Taş Duvarın Berisinde"yi okudum. Ellerine saglik Elif. "Bodur Minareden Ote"nin kahramaninin oykuye bu kadar gec girmesinin oykuyu okuyusum uzerinde etkili oldugunu dusunuyorum. Ama kizcagazin kala kala o "hasta"ya kalmis olmasi uzdu beni. Ben, gercekten gider belki, diye dusunuyordum. Notu Yilmaz'a gonderemese de gider. Bir kez daha okumak istiyorum. Bakalim...

Okurken gozume ilisen yazim yanlislarini -ya da bana ifade bozuklugu gibi gelen seyleri- da asagiya kopyaliyorum.

""
Zira, artık onun eskisi gibi beni aşkla sevmediğini biliyordum.

Zira, artık onun beni eskisi gibi aşkla sevmediğini biliyordum.
""

Gözümün önünden gitmiyordu Yılmazın gülüşü.

Gözümün önünden gitmiyordu Yılmaz'ın gülüşü.
""

Uyuşmuş gövdemi gezdirdim evin içine sana yemek pişirmeye devam etmek için.

Uyuşmuş gövdemi gezdirdim evin içinde sana yemek pişirmeye devam etmek için.
""

yerimden kalkıp herkesle birlikte ben de kapıya doğru ilerledim.

Yerimden kalkıp herkesle birlikte ben de kapıya doğru ilerledim.
""

Silahlı adamda oradaydı, onun biraz uzağında.

Silahlı adam da oradaydı, onun biraz uzağında.


Re: Bodur Minarenin Ötesinden

Eren sağ olsun, hemen okumuş öyküyü de eleştiri bileM yazmış. Yazım yanlışlarıyla ilgili eleştirilerini dosyadaki metinde düzelttim. Tekrar teşekkürler Eren'e. Yeğenime okutmuştum. O okurken güldü, onun eleştirisi doğrultusunda düzelte yapmıştım, Eren'in eleştirilerinden anlaşılan o ki, biraz fazla düzeltmişim.
Bi de, Bodur Minareden Öte'deki mektup bu öykünün sonunda da olacaktı. Taş Duvarın Ötesinde öyküsü için önemliydi. Eklemeyi unutmuşum. Siz okurken mektupda yazılanlar öykünün sonunda varmış gibi düşünün istedim. Artık, mektubu kendi dosyama eklerim.


Re: Bodur Minarenin Ötesinden

elif cinar dedi ki:
Eren sağ olsun, hemen okumuş öyküyü de eleştiri bileM yazmış. Yazım yanlışlarıyla ilgili eleştirilerini dosyadaki metinde düzelttim. Tekrar teşekkürler Eren'e. Yeğenime okutmuştum. O okurken güldü, onun eleştirisi doğrultusunda düzelte yapmıştım, Eren'in eleştirilerinden anlaşılan o ki, biraz fazla düzeltmişim.
Bi de, Bodur Minareden Öte'deki mektup bu öykünün sonunda da olacaktı. Taş Duvarın Ötesinde öyküsü için önemliydi. Eklemeyi unutmuşum. Siz okurken mektupda yazılanlar öykünün sonunda varmış gibi düşünün istedim. Artık, mektubu kendi dosyama eklerim.

Benim soylediklerimi bir elestiriden cok "Bodur Minareden Ote" oykusunde tanimlanan cerceveyi tamamlamaya calisan bir cabaya girismis baska birisinin o cercevenin gorunmeyen tarafiyla ilgili naif beklentileri olarak degerlendirmek gerek. Yoksa, elbette, oyku kisisinin oykuye gec girmesi de kiz cagizin ayni "hasta"ya kalmasi da o cerceveyi tamamlayan bakis acisinin inisiyatifinde. Ben, eger elestirecek bir yan bulabilirsem, elestirimi ikinci okumamdan sonraya saklamak istiyorum. Hem yegen begendiyse ben zaten ucuncu pozisyonuna dusmus oluyorum. O yegenle tanismis miydim ben? Deniz miydi adi?


Re: Bodur Minarenin Ötesinden

Eren, metin hakkındaki ilk akla gelen düşücelerini yazmış, diye düzelteyim o zaman. Deniz, değil, ablası okudu, güldü, aslında dalga geçti demeliydim. Deniz, öykü okunurken sıkıldı, öykünün yarısında odayı terk etti, dondurma yemeyi öyküye tercih etti.


Re: Bodur Minarenin Ötesinden

elif cinar dedi ki:
Eren, metin hakkındaki ilk akla gelen düşücelerini yazmış, diye düzelteyim o zaman.
Hah, iste, bunu diyemedim, karistirdim da karistirdim.


Re: Bodur Minarenin Ötesinden

Ben eren'in öyküsünü okudum ancak. Onunla ilgili eleştirilerimi de (ilk aklıma gelenleri mi yoksa) yarın yazacağım. Olur mu?


Re: Bodur Minarenin Ötesinden

barisacar dedi ki:
Ben eren'in öyküsünü okudum ancak. Onunla ilgili eleştirilerimi de (ilk aklıma gelenleri mi yoksa) yarın yazacağım. Olur mu?

Olur.


Re: Bodur Minarenin Ötesinden

Ben Elif'in öyküsünü okudum öncelikle, çünkü atelye çalışmama başlayıp, çalışmayı bitirebilirsem adı:"yüksek taş duvarın çok berisi" olacak. Belki yardımı olur diye okudum.

Tekrar okumam gerekir,yeterince toparlayamadım. ilk okumada bana yanlışlıkmış gibi gelen bölümü iletiyorum. Alıntı,öykünün akış mantığına terse düşüyor.Daha doğrusu kahramanın mantığına. Kahramanın, içinde bulunduğu duygu durumunda, kocasının, şehri terk edip etmeyeceğini öğrenmek için adamı başka bir yere değil de gara yolluyor, olmasını normal karşılaması gerekir. Aşağıdaki gibi olursa paranoyasından kısmne sıyrılmış oluyor.

"Gözlerime inanamıyordum. Şehri terk edip etmeyeceğimi öğrenmek için adamı gara yolluyor olabilir miydi kocam. Nasıl bu kadar aptal olabilir, diyordum. Şehirden çıkmanın tek yolu bu gar değildi ki! Sonra, o, bavul taşırken ben çoktan yola çıkmış olmaz mıydım… Kocam, bu kadar ahmakça bir şey yapmış olamaz, yoksa ben de mi deliriyorum, diyordum. Çünkü, eğer bu adamı buraya kocam gönderdiyse, bu aptallığı yaptıysa daha başka şeyler de yapabilirdi.

"Kocamın Yılmaz’ı öldürdüğü bir senaryo yazıyordum kafamda ve durmadan aynı görüntüleri izleyip duruyordum. Bunları, bu saçmalıkları düşündüğüme göre ben de aklımı oynatıyor olmalıyım diyordum." Burada iyice çıkıyor duygu durumundan. Daha sonra aynı şeyleri düşünecekmiyim bilmiyorum, aklımdayken değerlendirmeni istedim.
Kadın için üzüldüm.
Eline sağlık Elif hanım.


eren'in öyküsü için eleştiri

""
Onune konan cayi kendine dogru cekerken soylemisti bunu. Sekeri tuttugu eliyle vapuru gosterirmis gibi iskele tarafini isaret ediyordu. Dinleyenlerden aradaki duvarlari, binalari asip, iskeleyi gormelerini isteyen bir hali vardi.

Eren’in diyaloglarını çok başarılı bulduğumu, kişilerini konuştururken yazarın kendi sesini hiç duyurmadan arkada öylece yitip gittiğini, bunun edebiyatta çok zor ulaşılan bir yetenek olduğunu daha önce söylemiştim kendisine (Belki bu kadar detaylandırmamıştım ama tam oldu şimdi). Yukarıdaki diyalog sonrası jestlerin anlatımıyla bu konuda yeni bir adım atıyor bence. Diyaloğu yazarın anlatışıyla bütünleştiriyor. Bence bunun üzerine gitmeli. Edebiyat dünyamızı bunca suskun/ içten konuşan tip sarmışken, bunun değerli olduğunu düşünüyorum.

""
Cay kasigini bardagin kenarina hafifce vurup cay tabaginin kenarina birakmisti. Gozleriyle odada iki cift laflayacak konu ariyordu. Bu konusmanin bittigine sevinmistim.

Jestleri yakalayan gözlemciden iç konuşmaya geçişi çok başarılı buldum.

""
Gozlerim bazen ayaklarina kayiyordu, ayakkabilarina. Ayakkabilar beni huzunlendirirdi. Bana bakiyor, bir sey soylemek istiyorlarmis gibi gelirdi.

Eren’in ayakkabı üzerine yoğunlaştığı bu bölümü girişi yeni yazdığında okumuştum. Yeni halinde eskisini değiştirmiş. Bence ayakkabıların neden onu hüzünlendirdiği noktasını biraz kaçırmışız sanki. Benim daha önceki eleştirim yalnızca sözcük seçimineydi.

Üstelik eren’in “ayakkabı”yı seçmesinin tesadüf olmadığını düşünüyorum. Ne de olsa Atılgan “yere kalım kalın basan”lara, “insanların çift ayaklı” oluşuna dertlenen bir yazar. Yazarın izini iyi sürmüş diye düşündüm.

""
Yuzunde oteki insanlarda gordugum yilginligi gormuyordum.

Adamın yüzünün her gün evden çıkışları, intihar düşüncesi vb. hesaba katıldığında yılgın olmaya devam edeceğini düşünüyorum. Kızla buluşmaya gelmesinin sevinci de olsa “diğer insanlar gibi yılgın değil” saptaması biraz aşırı geldi bana Atılgan tiplemesi için.

""
Ben yarini dusunuyordum, sonrasini. O belki simdi kalcalarima bakip kaytan dusler kuruyordu.

Kadın ve erkek düşünüşü arasındaki ayrılık üzerinde duran eğlenceli bir anlatım olmuş burası.

***

Genel olarak başarılı bir cevap öyküsü olmuş eren’in öyküsü (adı yok hala sanırım öykünün). Özellikle adamın başlarda “hastalık” sahibi olması çok hoşuma gitti benim. Keşke adamın günden güne iyileşmesi ve bunun kızın sevincine dönüşmesini de okusaydık diye düşündüm.

Üniversite kısmına sıçrama, elif’in de söylediği gibi, biraz hızlı olmuş. Keşke burada adam ve kızın duyguları üzerine biraz konuşsalardı.

Kızın yazdığı onlarca farklı not olması ve bunlardan ilkini bizim okumamız ama adamın bunu hiçbir zaman bilememesi esprisi müthiş güzel olmuş. Ana öyküye hınzır bir ekleme yapmış eren. Bu tip çalışmalarda, görünmeyen kısımlarda olan bitenin canlandırılmasının çok fazla olanak sağlayacağını harika bir örnekle gösteriyor bize.

Kızın arkadaşlarıyla ilişkisi biraz zayıf kalmış gibi geldi öte yandan. Biz nasıl Atılgan’ın kişisinin abisini, yengesini, karısını, dıdısını hepsini tek tek tanıdıysak (ki Atılgan’ın bu konuda en başarılı öyküsü olduğunu düşünüyorum bu öykünün), Sibel ve Çiğdem’e ait detaylar üzerinde de daha çok durulabilirdi. Böylece kızın kimliğine ilişkin daha çok ipucu elde edebilirdik. Yeri gelmişken bu kimliğin de biraz zayıf bırakıldığını düşünüyorum eren tarafından (sanırım en olumsuz eleştirim bu).

""
Yoksa bunca aydir vapurda gorup durdugum bir surati unutacak degildim.

Bunca aydır nereye gidip geldi bu kızcağız. Her gün teyzesine yemek taşıyan bir kırmızı başlıklı mı yoksa bir işi gücü var mı, anlamadım. Ailesinin durumu ne, bir anda okula gidivermeyi hangi sosyal koşullar altında düşünüyor? Daha önce niye gitmeyi düşünmemiş (okuldan mezun olunca yani)? Üniversite için duyduğu yeni şeyler heyecanı da biraz yavan ve inandırıcılıktan uzak geldi bana bu yüzden.

Bu yönüyle sadece adam için yaşayan bir tip olarak kalmış eren’in karakteri.

Ellerine sağlık erenciğim; büyük bir keyifle okudum öykünü. Good

Şimdi sıra geldi elif’e!

NOT: Eleştirideki gecikme için özür. Kendi öyküm sarpa sardı da iyice.
:roll:


Re: Bodur Minarenin Ötesinden

elif, öykünü az önce okudum. Sanırım önce sindirmeliyim. Tüylerim hâlâ diken diken.
Flowers


Re: Bodur Minarenin Ötesinden

Elif'e ve Baris'a gorusleri ve elestirileri icin tesekkur ederim. Umarim yakinda baska arkadaslar da oykude gordukleri eksikleri (ya da kisaca oykuyle ilgili dusuncelerini) paylasirlar. Bir bu bir de "Sozcuk"ten "Oyku"ye bolumunde yazdigim var elestiriler isiginda duzenlenmesi gereken. Okuldaki gibi olmuyor burada. Odevi verip kurtulamiyor insan. O kadar yerinde elestiriler geliyor ki, duzeltme, degistirme ihtiyaci hissediyor. Ama benim tembellestigim yer de burasi. Zamaninda "yarim birakmayacagim oykuye baslamam bile," deyisim bundandir. Bakalim ne kadar zamanda toparlayabilecegim bu iki odevi. Hocalarin en istekli ogrencilerden birine biraz musamaha gostermesini talep ediyor olabilirim, emin degilim Islık Ama soz, yazilan oykulerle ilgili dusuncelerimi elimden geldigince cabuk aktaracagim foruma.


Re: Bodur Minarenin Ötesinden

Eren'in öyküsü üzerine;

Ne güzel diyaloglar yazıyorsun eren, bayıldım girişteki konuşmalara, sanki yanda çay içerken kulak misafiri oldum Çiğdem'le Sevim'e.

""
elif cinar yazdı:

Ama ben ne dusundum biliyor musun?"
"Ne dusundun?"
"Acaba, diyorum, bir yuksek okula mi gitsem? Yasim da fazla gecmeden birinin sinavina girsem. Sinavsiz alan bolumler bile varmis. Birinden birine girerim herhalde."
"Tamam da bunun adamla ne ilgisi var?"
"Haa... Yok... Yok adamla bir ilgisi. Yani bunu da gecen hafta dusundum. Ondan soyleyeyim dedim."

Öykünün aslına uyma ya da , orada anlatılan bir ayrıntıya değinme kaygısıyla yazılmış, yukarıya alıntıladığım bölüm bu kadar zorlama olmasaymış, geri kalanı bence çok çok çok güzel olmuş. Eren'in ellerine sağlık.

yüksek olkula gitme kararını burada öğrenmiş olmak sanki zorlama gibi olabilir gerçekten ancak ben;

""
O gunun aksaminda kesin karar verdim gitmeye. Daha fazla bekleyemeyecektim. Genis bir ufuk olsun istiyordum onumde. Gittikce gitmek istesin insan. Işıga, mutluluga dogru arşınlasın sokakları. Iki yaka arasına sıkışmış bir vapur gibi işten eve evden işe gidip gelmesin. Her ne yapiyorsa alistigi icin degil, oyle istedigi icin yapsin. Butun bunlari bana dusunduren, istemese de hayatimin yonunu degistiren o adama gonul borcu duyuyordum. Sonraki gunlerde her gordugumde heyecanla doluyordum. Gidip sarilmak, sevincimi paylasmak istiyordum. Her an bir sey soyleyecekmis gibi duran gozlerinden opmek istiyordum. Ama biliyordum benim soylediklerime sevinmeyecegini, suratini dokecegini, basi onunde sabirla dinleyip ona yonelen elimi yumusakca tutup kucagima koyacagini.

bölümünü okuduğumda; diğer erkeklerden faklılığıyla, kızın yaşamakta olduğu hayatta bir arıza, bozulma yaratarak başka bir yaşantının arzulanmasına vesile olduğunu arkadaşına anlatamayacağını ya da onun anlayamayacağını düşünüp bu sebeplede geçiştirmiş olabileceğini düşündüm.

son olarak;
eren, öykü kişisini kurgularken bodur minareden öte'deki aylak'ın(bu sıfat ona yakıştı mı aşık mı demeliydim?) vapurda görüp peşine takıldığı kız hakkında yanıllmamış olduğuna güvenmiş. Çünkü Sevim, tıpkı öyküdeki gibi sakin, uysal ve sevgi dolu.

ellerine sağlık, keyifle okudum.


Re: Bodur Minarenin Ötesinden eren'e

RTFM

""
"Sekeri tuttugu eliyle vapuru gosterirmis gibi iskele tarafini isaret ediyordu. Dinleyenlerden aradaki duvarlari, binalari asip, iskeleyi gormelerini isteyen bir hali vardi."
ifade çok güzel geldi bana, herhalde en iyi böyle anlatılır.

""
"Gozleriyle odada iki cift laflayacak konu ariyordu."
Bu ifade sorunlu geldi bana.

""
Gozlerim bazen ayaklarina kayiyordu, ayakkabilarina. Ayakkabilar beni huzunlendirirdi. Bana bakiyor, bir sey soylemek istiyorlarmis gibi gelirdi. Onun ayakkabilari da bakiyorlardi. Yeni boyanmislardi ve bakiyorlardi iste. Benim soylemek istediklerini anlayamamam miydi onlari bu kadar uzen?
Ayakkabılara dair bişeyler söylemek gerek gibi... nasıl üzgün göründüklerine dair.

""
"Usul usul, oldugum yerin seklini aliyordum. Icindeki ayaga alisan, zamanla onun seklini alan ayakkabilar gibi."

öyküde "ayakkabıları" güçlendiren bir ifade ve oldukça etkileyici. Gidişi haklı gösterebilecek güzel bir nedenin de kolayca tanımlanmasına olanak sağlıyor:
""
"Sonra o cumartesi gunu vapurdan inerken yaklasti bana. Vapurun kiyiya yanasmasini beklerken onu yanimda buldum. Belki vapur soyle bir sallasa eli elime degecekti. Orada elini tutuvermek istedim. Elini tutup gogsume bastiracak, bastiracaktim. Sonra? Sonrasi bosluktu. Sonrasi kapinin onunde duran iki cift ayakkabiydi.Sonra iki adim yana cekildim. Yoksa her sey bozulacakti. O gunun aksaminda kesin karar verdim gitmeye."

"

""
"Ama ben ne dusundum biliyor musun?"
"Ne dusundun?"
"Acaba, diyorum, bir yuksek okula mi gitsem? Yasim da fazla gecmeden birinin sinavina girsem." Sinavsiz alan bolumler bile varmis. Birinden birine girerim herhalde."
"Tamam da bunun adamla ne ilgisi var?"
"Haa... Yok... Yok adamla bir ilgisi. Yani bunu da gecen hafta dusundum. Ondan soyleyeyim dedim."
"Masallah sende haber cok!"
"Ne dersin?"
"Hangi bolume gideceksin?"
"Bilmem. Hukuga girmek zormus, diyorlar. Daha mutevazı bir yerler vardir elbet."
Bu bölüme dair yapılan eleştirilere aynen katılıyorum. belki "ama" denmeden direk giriş yapılsa daha iyi ama bize ve öyküdeki kişilere söylenen gerekçeler gerçekçi olmalı.
""
Babamin yeni aldigi ayakkabilari ayagima gecirip sokaga indim.

Şu durumda kahramanın ayakkabılarını kendinin almasını beklerdim şahsen.
eren eline sağlık. Zevkle okudum. Özellikle Vapurdan iniş bölümünü heyecanla okudum, zira merak etmiştim acaba kız ne hissetmiştir? Tam karşılık olmuş ve inandırıcı. :


Re: Bodur Minarenin Ötesinden

Elif'in öyküsü üzerine;

Yaratıtğı karakter ve beklentilerin dışında gelişen kurgusu karşısında yaşadığım şoku ve peşinden duyduğum hayranlığı üzerimden attığımda öyküyü tekrar okuyacağım.

Şimdilik söyleyebileceğim şey, Elif bu öyküyle "bir olayda kaç kişi varsa o kadar da hikaye vardır" savını çok güzel desteklemiş doğrusu.

Hatta, okuyucuyu da hikayenin bir parçası/ kişisi kabul edersek, bu öyküde okuyucuya da ayrı bir algı kapısı sonuna kadar açılmış, ancak;

""
Ne dediğimi iyice anlasın diye yavaş yavaş, tane tane konuştum. Yolun karşısındaki taş duvarın önündeki adamları görüyor musun, dedim. Bak, solda motosikletli biri var, gördün mü, bu kâğıdı o motosikletli ağabeye vereceksin. Öteki iki adam sana bir şey soracak olursa onlarla sakın konuşma. Kâğıdı ver ve hemen geri dön, dedim. Çocuk tarif ettiğim yere baktı. Sonra bana dönüp ama abla, orada bir tane adam var, dedi. Başka kimse yok. İstersen yine de kağıdı götürürüm.

bölümünde kadının da her şeyi yanlış anladığını okuyucuya deklare ederek o kapı okuyucunun suratına çarpmış, okuyucu hikayenin dışına itelemiş (Kendimi itelenmiş hissettim).

Bu bölüm öyküyü zayıflatıyor demiyorum ama ben bu açıklamanın yer almamasını, en azından bu kadar alenen ifade edilmemesini kendi adıma yeğlerdim. Galiba bazı okuyucuların da o mektubun 'kadının Yılmaz'ına' ulaştırabildiğini sanmasını istedim.Kimilerinin buna inanmaya ihtiyacı olabilir.

Öykünün genel olarak beni etkilediğini kalemine bir kez daha hayran bıraktığını tekrarlamalıyım. Alkış


Re: Bodur Minarenin Ötesinden

"Tas Duvarin Berisinde"yi bir kez daha okudum. Ilk okudugumda anlamadigimi dusundugum yerler vardi. Simdi fark ediyorum ki atlamisim o okuyusumda. Simdi pek cok sey yerine oturdu. Kizcagizin gunduz dusleri gormesi, okuru da buna inandirmassi, ustelik okurum zaman zaman "Bu iste bir tuhaflik var, ama ne" diye kuskuya dusmesine zemin hazirlanmis olmasi, buna ragmen en sonda cocuk "Abla orada sadece bir adam bekliyor" diyene kadar bu anlasilmazligin surdurulebilmis olmasi guzel. Abla ucmus Smile

Bu ikinci okuyusumda gozume carpan bazi baska noktalari daha paylasayim istedim. Belki o bizim goremedigimiz dosyada baska degisikliklere vesile olurlar Wink

""
Bacağını kullanamaması bir yana, çalıştığı şirketin uygulamasına öfkeleniyordu. Kazadan sonra ücretinde kesinti olmuştu.

Adamin ofkesi sirketin "uygulamasi" yerine patrona, suratsiz muhasebe mudurune ya da dogrudan sirkete yonelse daha iyi hissedecegim (simdi elde mendil agliyorum, inanmazsiniz).
""
Günlerce, iştahsız, isteksiz gidip geldim işten eve, evden işe.

Sanki evden ise gidislerinde "belki bugun gorebilirim" umudu olurmus gibi geldi bana. Boyle zamanlarda insan olmayacagini bildigine bile umut baglar, gozlerini diker, bekler diye dusunurum.
""
Kocam hastaydı. Son yedi aydır tedavi görüyordu ama aslında birkaç yıl önce başlamıştı sorunları.

Burada bir zaman kaymasi var gibi hissettim ilk okudugumda. Sonra sozu edilen hastaligin psikolojik oldugunu anlayinca gecti o his. Yine de burada yasananlarin ("Affet beni, diyordu, bacağımı kırdığım için beni affet…" ve "İstediğin kadar uğraş, diyordum, beni bu evde tutamayacaksın.") tam olarak bacak kirildiktan ne kadar sonra gerceklestigini anlayamiyorum. Tam da Yilmaz'la karsilastigi donemde mi, ondan sonra mi yoksa ondan once mi? Belki de o kadar onemli degil ne zaman oldugu...
""
Korkuluğa yaslanıp martılar için simit attım denize.

Simiti denize degil de martilara dogru atmak daha keyiflidir. Martilar havada yakalar simit parcasini ve uzaklasirlar hemen arkasinda simiti paylasmayi uman bir grup martiyla. Atan da onlarin bu gosterisini keyifle izler.
""
Yolun sonunda büyük binaların arasında bodur kalmış sarı badanalı, tek katlı, bahçesiz bir evin önünde durdu.

"Bodur" ifadesinin takip edilenin (Bodur Minareden Ote'de ve Tas Duvarin Berisinde'de) vardigi noktayla baglantili kullanimi hosuma gitti. Bu simetriyi sevdim.
""
Büyük binaların arasında tek başına kalmış bu evin kendisinden başka işaret yoktu.

Smile

Tekrar ellerine saglik. Ikinci kez severek okudum. Alkış

Not: "Bodur Minareden Ote"de adi verilmeyen ancak "Tas Duvarin Berisinde"de Alsancak Gari oldugu aciklanan garin neye benzedigini arastirdim. Simdilerde hangi trenler ugruyor, pek bilmiyorum, ama Turkiye'nin ilk demiryolu olan Izmir-Aydin demiryolunun bir ucu bu garmis. Internet'te bir de fotografini buldum:

alsancak_gari.jpg

Re: Bodur Minarenin Ötesinden

Baris'in oykusunu de hala bekliyoruz sanirim. Devlet buna bir sey yapmasi lazim.


Re: Bodur Minarenin Ötesinden

Eren kızacak ama başladığımdan bu yana çok yol kat edemedim öyküde. Birkaç farklı gelişim yazdım, sonra beğenmeyip hepsini sildim.

Hiç değilse giriş kısmını aktarayım da buraya, ileride yazmak için itici güç olsun yeniden.

""
Servili Minarenin Bekçisi

Ortancalara su vermekten geliyorum yine. Bu yaz iyice saldılar kendilerini. Bir başka oldular. Artık sevmiyorlar bu evi, beni, yalnızlığımı. Bana inat olsun diye iyice küçülüyorlar git gide daralan pencerenin önünde. Daha dün gibi hatırlıyorum; ilk geldiklerinde, doğduğum memleketten kopup, bu büyük şehre, bu iklime, bu eve yeni taşınmıştık daha. Babamın kucağında allı yeşilli, öyle her yana doğru yayılmak isteği içinde, masum, küçümen girmişlerdi kapıdan içeri. Bir çığlık bacağına sarılıvermiştim babamın. Bıyığı gürdü o zamanlar. Kocaman bir gülüşle dalgalanan bıyıklardan bıraktılardı anamın kucağına kendilerini ortancalar. Onlar kadar parlak, onlar kadar sevinçli olayım istemiştim ben de. Çok küçüktüm daha. Anam sokağa bakan odanın penceresine yerleştirdi onları. Sabah güneşi alsınlar, benim gibi, benim kadar güzel olsunlar diye. Öyle dediydi. Derken gelişip serpildi ortancalar. Kapladılar koca pencereyi. Anam her sene ne kadar budarsa, öteki sene daha bir gür fışkın verdiler. Her geçen sene arttırdı çiçeklerini küçücük saksının içinde. Her geçen sene babamın bıyığına yeni aklar düşürdü. Anamın kamburu çıktı bir pencereye bir avluya, bir pazara bir gündeliğe gidip gelmekten. Ortancalar inatla büyüdüler, güzelleştiler. Oysa şimdi, bu çopur yüzlü mahallenin, duvarları paslanmış saçlarla, oyuk oyuk sivilcelerle kaplanmış evlerin, çapaklı balkonların arasında ezilip gittiler.

Servili minarenin bekçisi diyorlardı babama. Fabrikadan atılınca uzun zaman işsiz kalmış, neden sonra ancak bunu bulabilmişti. Çok eskilerden kalma, tuğlalarındaki çinileri dökülmüş yıkık dökük bir binaydı servili minare dedikleri. Hemen yanında minareden daha büyük bir servi dikiliydi. Rüzgârlı havalarda servi olanca gücüyle savrulurken minareye toslardı da millet yıkılacağını söylerdi bir gün.


Re: Bodur Minarenin Ötesinden

Elif'in öyküsünü sevme nedenim, her şeyden önce, verilen bir ödevde olsa, kendi öyküsünün atmosferini kurarken etraftaki engellerden, sınırlamalardan, tahmin edilebilirlikten bunca rahat sıyrılması. Bodur Minareden Öte'yi alıyor. Oradaki sınırlarmaları görüyor ama onları bir çırpıda, doğallıkla ikinci plandaki sorunlar haline getiriyor. Her şeyden önce anlatmak istediği şey var Elif'in önünde. Onu anlatmak için ne gerekiyorsa yapacak. Bu yüzden herhangi bir sınırlama onun için çok bir şey ifade etmiyor. Doğrudan karakterin gözlerinin içine bakıyor Elif ve onun ne demek istediğini anlıyor. Bırakıyor her şeyi ve rahat adımlarla karakteri takip ediyor. Onun kendisini götürmesini bekliyor. Bu konuda çok azimli ve sabırlı. Sonunda da karakteri yazarını istediği durağa kadar getiriyor, helalleşip ayrılıyorlar sanki.

Öykünün gerçeklik ve sanrı dozunu çok sevdim. Gerçeklik, Atılgan'ın öyküsündeki atmosferi çok iyi takip etmesinden kaynaklanıyordu. Onun öyküsünde adamın kızı bıraktığı yerden yokuşu tırmandırıp, çocukların top oynadığı sahanın tepesinden adamı izletmesi başka nasıl açıklanabilir.

Sanrı durumu ilmek ilmek örülürken; adamın bacağını kırması öyküsüyle iki hastalığın okurun kafasında iç içe girmesinin sağlanması, adamın sorgulamalarından tutunda ağlamalarına kadar her şeyin öykünün sonuyla birlikte yepyeni bir anlama bürünüvermesi muhteşemdi.

Tam ve doğru anlayıp anlamadığımdan emin olamadım ama, bir yandan bana sanki adamın başından geçmiş eski maceraların (ya da bir maceranın) kadının üzerinde yarattığı etkinin sonuçları gibi de geldi kadının bu hale gelmesi. Kafasında Yılmaz'ı yaratması, onu sokak sokak dolaştırması...

Ee, sıra artık nurten öztürk'e geldi sanki: Bekliyoruz. RTFM

NOT: Ödev bir ayını doldurmak üzere. Yeni ödev için ben kolları sıvadım. Thumb Up


Re: Bodur Minarenin Ötesinden

Elif'in öyküsünü tekrar okudum eleştirilerim konusunda ilk okuduğum gibi düşünüyorum. Ben ilk hızlı başladıdımdıdı çalışmaya,sona geldim tıkandım, ilk bıraktığım gibi kaldı. Olmazsa yarın kaldığı gibi yüklerim, affınıza sığınarak.


Re: Bodur Minarenin Ötesinden

Barış çalışmasını tamamlarsa çok iyi olacak zannımca. Asıl öykü ile nasıl bir bağlantı kuracak bilmiyorum ama yaşlılık ve yalnızlık üzerine çok etkileyci ve sahici bir başlangıç olmuş kanımca.


Re: Bodur Minarenin Ötesinden

Tamam, kanınca ve zannınca öyle olacak da öykün nerede? :twisted:


Re: Bodur Minarenin Ötesinden

Barış'ın öyküsü üzerine birşeyler yazmak için öykünün tamamlanmasını beklemiştim, ancak öykünün devamının gelmesi bir hayli gecikecek gibi görünüyor.
Öyküde ortancalar üzerine kurulan görsel ifadeler diğer öğelerinde anlatımını güçlendirmiş;

""
Babamın kucağında allı yeşilli, öyle her yana doğru yayılmak isteği içinde, masum, küçümen girmişlerdi kapıdan içeri. Bir çığlık bacağına sarılıvermiştim babamın. Bıyığı gürdü o zamanlar. Kocaman bir gülüşle dalgalanan bıyıklardan bıraktılardı anamın kucağına kendilerini ortancalar.

yine ortancaların varlığıyla olup bitmekte olan sevimsiz şeyleri ortancaların varlığıyla dengelemeye çalışmış;

""
Anamın kamburu çıktı bir pencereye bir avluya, bir pazara bir gündeliğe gidip gelmekten. Ortancalar inatla büyüdüler, güzelleştiler.

Aynı görevi minarenin yanında uzayıp giden serviye de yüklüyor. Muhtemelen olağandan kısa olması dolayısıyla "bodur minare" olarak adlandırılan bu minareyi yanındaki bir ağaçla serviyle niteliyor. Servi ince ve yüksek bir ağaç olduğu için minare olduğundan da kısa görünecektir ve daha da bodur olacaktır ama o yine de "servili minare" olmuş bu öyküde.

""
Çok eskilerden kalma, tuğlalarındaki çinileri dökülmüş yıkık dökük bir binaydı servili minare dedikleri. Hemen yanında minareden daha büyük bir servi dikiliydi.


Re: Bodur Minarenin Ötesinden

Aslında bu kadar zaman geçtiğine göre daha "tam" bir çalışma vermeliydim ama yapamadım. Ödevimi böyle veriyorum. Çok ara vermişim geri dönemedim çalışmanın içine.

Minare
İskeleden denize doğru yürürken, nedense kasabadaki demiryolu geliyor aklıma. Sonra uçsuz bucaksızlık. Raylar dağın eteğinden çıkıp dümdüz ovaya gidiyordu, burası dağın eteğinden denize. Deniz dümdüz mü? Akşamları eve dönüşte rayların üzerinden karşıya geçerken, tam da tren yaklaşmışken,, ayağım demirlerin arasına sıkışsın istiyordum. O gittiği için değil, gitmeden once de bunu sık sık istedim. Ayağımda topuklu ayakkabı varken ayakkabılarımı aralara soka soka yürüyordum. Topuğum sıkışsa, sıkışsa da ayağımı çıkarıp kaçamasam. Ya da o tuhaf sesi -“guuk” mu diyor, “düüüt” mü?- duymasam, gelip arkadan çarpıverse tren. Ama şimdi ayağım takılır, tökezlerim diye korkuyorum. Deniz olmaz, korkarım karanlık derinlikten. Belki bir kere suya girip yüzmüş,azıcık dalmış olsaydım kolay olurdu.
Kaza olsa kimse fazlaca üzülmez diye düşünüyordum, her şey daha kolay olur. Gerçi kim üzülürdü ki? Geldiğimden bu yana sadece ilk gün gözlerime bakarak merakla kocamı soran, ondan beri bir kez olsun konuşurken yüzüme bakmamış olan ağabeyim mi? Yoksa iri, memelerini, hoplata hoplata dolaşıp, ağabeyimin sevdiği yemekleri yaparken, bulaşığı köpürte köpürte yıkarken, kolundan çok kıçını sallayarak toz alırken bana “ kadın olsaydın da kocana sahip çıksaydın” a getirerek kadın olmanın inceliklerini anlatmaya çalışan, geldiğimin üçüncü gününden bu yana ütü yapmaktan soğumuş, her ütü yapışımda bi kucak çamaşırı “sana zahmet”diyerek önüme yığan yengem mi? Gene de kaza olsa daha iyiydi. Diğer türlü, annem hayattaysa üzülürdü, üzülür müydü? Mutlaka üzülürdü, Üzüleceğeine gore, hatırlamadığım zamnlarda beni kucağına yatırıp sevmiş olmalı. Saçlarımı örüp “büyüdüğünde kızımı zengine değil sevdiğine vereceğim” demiş olmalı. Öyle demeli. Adı da “ Huriser” olmalı, duyduğumdan beri unutmadım:Huriser! Tam anne adı.
Vapurlar ne tuhaf düdük çalıyor, ergen martılar gibi.. Martılar ergen oluyor mu? Olsa bence böyle bağırır,erkek ergen martılar:cırlak cırlak. İnsanın dikkatini dağıtıyor,kendisiyle başbaşa kalmasını engelliyor.
Dolmuşuna ilk binişimdi. Iki haftadır hep yaptığım gibi, olmayacağını bildiğim iş görüşmelerinden birine gidiyordum. O kadar beklemiştim ki sıkılmıştım bu defa binmeliyim deyip, iki elimi sallayarak kendimi acil bir biçimde gelen dolmuşun önüne atmıştım, işe yaramıştı.Gülümseyerek durmuştu, bir deliyi idare eder gibi gülümsemişti, tatlı bir deliyi. Gülümseyişinde bir başkalık vardı, bir derinlik…İçime işlemişti gülümseyişi. İnerken plakasına bakmış aklıma yazmıştım. O da arkamdan mı bakmıştı ne, sanki plakayı iyice göreyim diye de yavaştan almıştı. Yengem fısıltılı iken bile gürültülü sesiyle ağabeyime ne diyordu” Dul kadınla yaşlı adam bir başka eve sığmazmış. N’olacak bu kızın hali?” Ben dul muyum şimdi? Sığmaz mı, sığdırılmaz mı? “Sığmaz” derken bunu mu demek istiyordu? Gelişimin üçüncü haftasında daha ilk görüşümde bir dolmuşçunun plakasını almış duraklarda onu takip ediyordum. Erkenden çıkıp bazen üç-dört durak ileri yürüyor, dakikalarca hatta saatlerce bekliyordum. Bir bilseler günümün çoğunu onunla gidip gelmek için harcadığımı. Yengem ne kadar haklıymış,”sığmaz” darken. Sığmıyorum.
Sabahın sekiziydi. Bir önceki gibi durağın biraz gerisinde durup onu kolladım, plakayı görünce hızla fırladım. Sabahın sıkışıklığında nasıl olduysa oturabildim hem de en öne, itile itile gidip oturuvermişim. Parayı uzatırken, eline değilde yüzüne baktım bu defa, o bakmadı.benden yana hiç. Uzun kaşları, traşlı yüzü, giyimi, uzağa bakan gözleri, …Diğer dolmuş şoförlerine benzemiyor. Bozuklukları başparmağıyla eline yayarken “ neresi” dedi. “Neresi hanfendi” yada “Neresi abla”değil, “Neresi?” artık beni tanıyor, üstelik yüzüme bakamıyor. (Bu, kendimizden gizli tanışıklık ikimizi de tedirgin ediyor nedense.) Bi an duraksadım,neresiydi? Elimde evden çıkarken her gün elime tutuşturduğum adres kağıdına, iyice buruşmuş olan kağıda öylesine bakıp aceleyle, son durak, dedim. Yol boyu dalmışım gibi yapıp onu inceledim. Ayakkabıları spor tarzda yeni, henüz ayağının şeklini almamış güzel bir kahve rengi. Iyi diyorum içimden ayakkabı zevki güzel, (bir erkeğin ayakkabı sı pis ve zevksizse ondan uzak durmalı). Elleri ince, uzun ama kadın eli gibi değil etsiz.damarlı, İçi kuruluktan kavlamış derileri beyaz pul pul olmuş. Belli ki hiç krem sürmemiş eline. Vitesi elinin içiyle ileri iterken parmak bitimindeki nasırları iyice ortaya,çıkıyor sarı,sarı. elindeki çizgiler derin, keskin; çıplak sarp kayalıkları andırıyor,elinin içi, tutmak istesen tutamazsın sanki, kayıverir elinden. Ama yüzünde yok öyle derin çizgiler. . Vites değiştirmediği zamanlar elini yana sarkıtıyor. Öyle boş.avuç içi bana dönük. Ben de sarkıtsam mı elimi acaba? İnerken, iyi günler, dedim, cevap vermedi mi, ben mi duymadım.
Öbür gündü, dolmuşu yakaladım. Bu defa öncekilerin aksine durağın arkasında saklanmadım, kuyruğun en önündeydim. Önümde durur durmaz, heyecan birden hücum etti bedenime. Beceriksizce, tökezleyerek çıktım üç merdiveni. Önce aceleyle öne , sonra, aynı aceleyle, arkaya yürüdüm, bu arada çantamı kurcalıyor,etrafımdakilerden yerli yersiz özür diliyordum. Ufak bir frenle elimdekiler yere saçıldı.herkes yerden bişeyler toplarken, o aynadan bakıyor olmalı. Yüzüm kıpkırmızı. Bu fren gelinmeyen iki günün hesabı mıydı ne?
Akşam dönerken bilerek kaçırdım dolmuşu,sabah da. Yarın da kaçırırım. Belki öbür gün de… Kaçırmasam ne olacak ki? Onunla evlenip mutlu mesut bir yuva mı kuracağız? Belki bir yuva kurarız. Dolmuşun arkasına “mutluyuz” yada “evleniyoruz” diye yazarız. Şöyle bir dolaşırız mahallede. Birkaç gün yada birkaç ay merakla bekleriz akşamları, Ben onun nasıl uyuduğunu merak ederim, sabah kalktığında alacağı gürbüz hali. Çalışmam artık, o istemez çalışmamı. Akşama kadar onu beklerim, yemek yaparım, bulaşık,çamaşır, haftasonu akraba ziyaretleri; gitmeler,gelmeler. Onun akrabaları önceleri istemez beni, -kimbilir niye ayrılmış kocasından, gencecik oğlanı aldı- sonar alışırlar. Öğretmen oluşum hoşlarına gider, çocuklarının ödevlerini sorarlar, dertlerini anlatırlar.Sonra da çocuk yaparız benim yaşım geçmeden, olsun diye acele ederiz.Hem gittikçe suskunlaşan eve neşe olur, diye. Sonra ne olur bilmiyorum; ama artık o, şikayet etmeye başlar, ben, der, bana, der. Bir kap yemek, iki gülen göz yeter der, bunu çok görme bana,der. Ben? Bana neyin yeteceği kimsenin konusu olmaz, benim bile. belki bu yüzden istesem de gülümseyemem. Gitmek isterim. Yorgun argın kapıyı açarken gene “nasıl gitti bu gün görüşmeler, olumlu bir sonuç var mı” sorusunun ağırlığı çöküyor üzerime. Hiç bir zaman olumlu bir sonuç olmayacağını bildiğimden olsa gerek, bu soru beni pek rahatsız ediyor. Gerçi cevabım hazır:”bakalım, net bişey yok şimdilik; ama en kısa zamanda…”