UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Anatominin Neredeyse Kusursuz Cinayeti

09 Ağu 2012
doruk cansev

Beden, bize her açıdan problem yaratmayı sürdürüyor. Politik olarak bize ait ve umrumuzda (matter) olduğunu iddia edebiliriz onun ama yerini, kartezyen anlamda var olup olmadığını (matter) açıkçası pek kestiremiyoruz. Ruhtan bahsetmiyorum bile fakat ana eksen bedenken bilinç, koordinat düzleminin neresine denk düşüyor; mesela iradenin başlangıç noktası (orijin) nerede?

Sanal ortamlarda yarattığımız avatarlar gibi kişiliğimizi de verilere döküp depolayabilir miyiz? Body Worlds sergisini gezerken bir sürü şey öğrenmiş olabilirsiniz, ne var ki bir cevaba rastladığınızı sanmıyorum. Üstelik konunun çetrefilliği düşünülürse bu metin Body Worlds’ün açgözlü anatomik teşhirciliği karşısında bir yumurta kadar bile iddialı sayılmaz.

Kitap hakkında konuşmaya başlamadan önce bu yüzden bir tercihimi açıklamam gerekiyor. Ruh-beden ikileminde boğulmamak için “mevcut” kökünden türeyen “vücut”u öne sürüyorum. Yazının kalanında vücut bazen birinin, bazen öbürünün, kalan kullanımlarda da ikisinin ve belki daha fazlasının yerini tutacaktır.

Boileau-Narcejaz ikilisi 65’te yayınlamış olsa da Kafa Kol Bankası’nın bu kadar güncel olması bizi şaşırtmamalı. Organ nakli, şu sıralar biliyorsunuz özellikle yüz alanında tekrar popüler. Televizyonda Face/Off filminin defalarca dönüp de bizi her seferinde şaşırttığı yıllar çok uzak değilken üstelik. Hastaneler prestij peşinde koştururken olayı – yani insanların hayatını- magazin malzemesine çevirmekten çekinmiyor ve medya da pek meraklı şu “ameliyattan önce-sonra” haberciliğine. Böyle düşününce bir kara mizah asla geç kalmış sayılmaz. Organ-ik bir roman, belki şu an en çok ihtiyaç duyduğumuz stratejidir.

Anlatıcı bir çeşit özel dedektif ya da memur. Kitap boyunca Garric’in tanık oldukları karşısında son çare olarak cumhurbaşkanına göndermeyi planladığı mektubu okuyoruz. Umutsuzluğa düştüğündeyse bu fikrinden vazgeçip anlatısını kurguya çeviriyor, adalete çağrı olarak bir roman.

Garric’in polis müdürü tarafından dahil edildiği vaka aslına bakarsanız başlangıçta polisiye sayılmaz: Bilimsel bir deney sırasında -psikolojiyle arası iyi olduğu için- kahramanımızın hastaların ruh halini gözlemleyip onlara destek olması gerekiyor. Gerçi inanmak güç ya müdür bize yeni bir teknik kullanılarak insan vücudunun her bölgesinde başarılı bir nakil operasyonu gerçekleştirilebileceğini anlatıyor. Bu esnada işin cerrahi ve etik boyutundan ziyade hukuki engellerin üzerinde duruyor, sonuçta ellerindeki tek olası bağışçının idam mahkumu René Myrtil isimli bir suçlu olduğunu öğreniyoruz. Kafa dahil, Myrtil’in en azından altı yedi organı birilerinin hayatını kurtarmak veya kolaylaştırmak için kullanılabilecek. Müthiş bir şey tabii, toptan nakil bile mümkün! Yazarların bu alanda Fransa’nın saygınlığı vurgusunu yakalamalarının –hastaneleri hatırlarsak- başarılı bir öngörü olduğu söylenebilir. Müdür bunun askeri bir proje olduğunu belirttiğindeyse yazarlar yine haklı çıkıyor. Gaziler üstünde çalışılan protezler, performansı arttıracak eklentiler gibi zamanla günlük hayata geçiş yapan gelişmelerin en büyük sürükleyicisi ordu olmuştur.

Saksafonu kim çalıyor?

Kitaba ilham kaynağı olabilecek bir hikayeyi bilirsiniz: Muhtemelen Fransız İhtilali esnasında bir bilim adamı giyotine gönderilir. Bir arkadaşına da tembihlemiştir, kafası uçurulduktan sonra insanın kısa bir süre için de olsa işlevlerini yerine getirip getiremeyeceğini görmek için gözlem yapmak üzere. Rivayet edilir ki fedaimiz dört beş saniyeliğine gözlerini kırpmayı başarmıştır.

Şimdi, insani işlev de kısa süre de göreceli kavramlar olsa gerek ki aralarındaki çatlaklara kara mizah sızabiliyor işte. Yabancı bir organ vücutta zaten garip kaçar. Bayan Simone’a takılan erkek bacağı örneğin, yeterince absürt. Yahut zavallı Rahip Levire’i düşünün, bir caninin eliyle haç çıkarırken. Ayrıca bu elin hatıraları vardır değil mi, en basitinden parmak izini aratsanız işlediği cinayetler kişisel tarih olarak kaydedilmemiş midir belleğine? Boileau-Narcejac işi bir adım ileri taşıyarak bize bu elin – henüz cılız sayılmasına rağmen- iradesi de olabileceğini öneriyor. Bir çeşit bilinçaltı gibi. En belirgin semptomların kabuslar ve refleksler olması buna işaret ediyor. Bağışın bağlayıcılığı var yani. Sanat da yine dışavurum için ideal. Eskiden sıradan bir ressam olan Gaubrey’in yeni eliyle –ve bir ihtimal onun hafızasıyla- boyadığı agresif anti-kübist tablolar mesela. Farkında olmadan tuvale geçirdiği bir kıvrım Myrtil’in sevgilisine ait olamaz mı? Müstehcenliği bir yana, sahiden “sapık bir düşünceden” mi bahsediyoruz? Olabilir. Şu da var ama, eskisinden çok daha güçlü ciğerleriyle saksafon çalmaya başlayan Mousseron başarısını ve sorumluluğunu tamamen üstlenirken geçmişe kıyasla tek ayrımın ameliattan beri “kendilerini daha iyi tanımaları” olduğunu söylüyor. Bastırılmış olan baskın bir biçimde yüzeye çıkıyor yani, çok daha belirgin. Böyle etkileşmli bir mübadele ekonomisiyle düşünürsek “bir rahibin bile bilinçaltı” mevcuttur.

Ne var ki Kafa Kol Bankası hala muhterem bir kitap olarak okunabilir. Yedi kişi, daha klinikteyken “Yeniden Doğuş Derneği”ni (YDD) kuruyorlar çünkü. Yalnızlıktan doğan umutsuzluğa karşı bir reçete olarak cemaat, kurban edilen vücudu paylaşıyor. Adeta rahibin liderliğinde komünyön ayini tekrarlanıyor ve bu insanlar da “René’nin mezarı”. Sevgilisi Regine’den çalınan cenazeyi sürdürmekten başka bir şey yapmayan yürüyen kadavralar. Anlayacağınız, vejetaryanlar için bir kitap sayılmaz bu. Canlı bir otopsiye tanık oluyoruz resmen, kilisenin Rönesans sanatçılarına yasakladığı türden çok daha günahkarına hem de. Mekanizasyondan fazlası, ama küt diye yeri değiştirilen organlar düşünülünce vücudu bir arada tutan bağın kırılganlığına karşı da kesinlikle duyarsız. İşte Myrtil’in ekseninde oluşan bu ahir mikrokosmos “kendi çekim gücü içinde bir gezegenler topluluğu” gibi işliyor. Üstelik vücudun bu astronomisi tanrıya karşı, çünkü anlatıcıya bakacak olursak nihayetinde ölümü yenmeyi başarıyor...

Vakada Garric’i en çok zorlayan bilmece Jumauge ile başlayan intiharlar zincirinin gizemi. Arkasında bıraktığı günlüğe bakılırsa sıradan bir öğretmen olan Jumauge’ın dayanamadığı şey hayatı boyunca bastırdığı cinsel güdülerinin nakil işleminden sonra Myrtil’in doyumsuzluğu olarak karakterine işlemesi. Çünkü bu organlar bir enstrümandan fazlası, Myrtil’den yadigar kalan kendi doğaları var. Benzer bir uyumsuzluğu Marguerite Yourcenar’ın Doğu Öyküleri isimli kitabında da buluyoruz. Tıpkı Jumauge gibi Kusursuzluk Nilüferi Kali de tanrıça olarak İndra göğü altında “bir safirin içinde yaşar gibi”, yani cinsellikten arınmış bir şekilde hüküm sürüyordu. Güzelliğini kıskanan tanrıçalar boynunu vurduktan sonra Kali cehenneme düştü. Orada kafası bir fahişenin “iğrençliklerle dolu” bedenine yerleştirildi. Öyle ki Kali artık o arzulara kenetlenmişti. Hem istiyor hem istemiyordu, bir yandan acı çekerken öte yandan zevk almayı da sürdürüyordu. Meselin sonundaki Zen bilgeliğini burada harcamayalım, Jumauge’ın sancılı ruh halini daha iyi anlayabiliyorsak aktarılan kısım yeterli. İşte ya bu naklin vücutlarındaki sonuçlarına tepki olarak (“Sanki lanetliyiz!”) sırasıyla hayatlarına son verdi hastalar ya da Myrtil’in yok olma isteği metafizik bir biçimde hepsine bulaştı. En azından Garric’in o esnada bulabildiği açıklamalar bundan ibaret.

Dedektif romanlarının olmazsa olmazı paranoya bu noktada devreye giriyor. Kitap bittiğinde bile şeytani plan kuşkusundan fazlası kalmıyor elimizde fakat Garric’e inanırsak her şey Myrtil’in düzenlediği bir komploymuş. Memurumuz için şimşek, gruptan hayatta kalan son kişi olan Nerisse’i (kafa) ziyaret ederken çakıyor. Garric rahibin elini tanıyor ve sağ bacaktaki yara izini. Bu durumun tek bir anlamı olabilir elbette: Myrtil, gözleri önünde yeniden inşa edilmektedir!

Roland Barthes bir eserinde seni-seviyorum’a Lacan’dan yola çıkarak yaklaşıyor: Bir sözcük-tümce olarak seni-seviyorum her zaman gerçek’tir. Belli bir kullanımı olmadığı için tümcemsiyken haykırışı andıran aniliğiyle göstergeye göz kırpar. “Doyum söylenmez; ama konuşur ve seni-seviyorum der.”

Dolayısıyla Garric, René Myrtil’in sevgilisini teselli etmek için onun “Sizin kullandığınız anlamda öldü”ğünü ilan ederken çaresiz ve haklıdır. Bir sözcük-tümce olarak ölüm yalnızca “kullanılan anlamda” dile gelebilir. İsa’nın çarmıha gerildikten sonra göğe yükselmesinden “transfiguration” diye bahsedilir biliyorsunuz. İşte, ölümün tam da bu transfigüratifliği Myrtil- ve dolaylı olarak YDD- tarafından yenilgiye uğratılır. Dünya tarihinin en sıkı hapis kaçkınlarından biri vardır karşımızda. “Ölüm dürtüleri Eros uğultusu içinde sessizce çalışır.” cümlesiyse erkenliğiyle yanılmıştır. Geçerli olan, ölüm dürtülerinin titrek belirsizliğinden fırlayıveren yaşamdır. En karlı libidinal yatırım.

Sahi, Myrtil kim ve hangisi?

Bütün bu meziyetleri düşünüldüğünde Myrtil’in organlarını birbirinden kıskanan karakterlere şaşırmamak lazım. Güçlü ciğerler, yakışıklı bir surat, adaleli bacaklar... Mevcudiyete liyakat. Organlara Simone ile Eramble’ın evliliği bu anlamda bir tamamlanmaya hizmet ediyor nitekim. Mousseron rolüne iyice kaptırdığında “kendini Myrtil sanıyor. ‘Ben, ben, ben...’”. Hatta anlatıcı Garric bile muaf değil, mahkumun bedeniyle o da vaftiz ediliyor adeta. “Sanki Myrtil’in bir parçasını da bana takmışlardı.” Yazanın (Yazarları kastetmiyorum.), anlatıya nasıl dahil olduğuna dair bir açıklama. Kendisini kurban olarak görüyor Garric, bir roman başka türlü ayakta durabilirmiş gibi... İntiharların Myrtil’in işi olduğu kanıtlanamıyor belki, ama feda edilenin hakikat olduğu düşünülürse Garric’in sürgün edilerek ödediği bedel hafif kalıyor bile denebilir. Katilin yokluğu kusursuzluk için bir adım sayılsa da kurban bir leke olarak kurgunun –yani cinayetin- iskeletini oluşturuyor.

Sürekli dublaj

Bedenin ara vermeden değişebilen bir platform olarak modelleneceği zamanlar yakın. Tenimizi canlı dövmelerle donatabileceğiz. Harici bellekler, yaylı bacaklar, görüş mesafemizi inanılmaz boyutlara çıkarabilecek eklentiler tasarlanıyor ve biz daha şimdiden mimikler ile dublaj arasında kaybolurken cyber-punk dünyada kartezyen mantık iyice anlamsızlaşıyor. Semptomla hastalık, nedenle sonuç iç içe geçiştiğinde takipçi sandığımız ardıllar dürtü biçiminde öne çıkabiliyor. İşte, René Myrtil ölümünden sonra işlediği cinayetlerle hayatta kalarak post mortem’i bizim için bilim kurgu olmaktan çıkarıyor. Bir tasarı ya da projeye dönüştürmeden önce efsane. Tanrının –yeniden- doğumu. Şimdilik, kadavra olarak.

Kategori:

Re: Anatominin Neredeyse Kusursuz Cinayeti

Yazıyı büyük bir keyifle okudum. (Uzun zamandır böyle keyifli bir metin okumamıştım itiraf edeyim.) Deleuzeiyen dünyamızın beden-oluş demeyi sevdiği bu parçalılık hali uzun zamandır entelektüel ufkumuzun en çok tartışılan meselelerinden. YKY bu konunun popülerliği karşısında dayanamayıp iki ciltlik bir kitap da basmıştı (bkz.: Bedenin Tarihi).

Ancak meseleyi biraz sakin incelediğinizde, Doruk'un da kast ettiği gibi, konunun kökenlerinin geçmişe doğru epey uzadığını ve yeni bir terimceyle ele alınmasından başka gerçekten yeni bir ele alış biçiminin geliştirildiğini öne sürmek zor. Tartışma büyük oranda ticari bir alanda sürüyor sanki. Body Worlds sergisini gezdikten sonra siteye de not düşmüştüm: "İnsanın için de hâlâ insan mı?" diye (link). Konu bu saçmalıkta sağa sola çekilerek çok güzel sündürülüyor.

Konunun beni daha çok ilgilendiren kısmını ise Thomas Mann (daha 1940larda) Değişen Kafalar'da pek güzel yazmış.

NOT: Ben olsam yazının sonunda "dublaj" üzerinde değil "montaj" üzerinde dururdum. Wink


Re: Anatominin Neredeyse Kusursuz Cinayeti

Organların bir enstrümandan fazla olması ve onların bir doğaya sahip olmaları bana açıklanamaz bir durum gibi geliyor. Bir insan için bu türden bir çoğul olanak ve çeşitlilik durumu mümkün değil sanki. Söz konusu yeniden inşa süreci bilince değil de salt bedene yönelik bir inşa. Bir platform olarak modellenen bedenin kendisi. Bedenin nerede bittiği bilincin nerede başladığı ayrı bir tartışma konusu elbet.Yine de iradenin başlangıç noktasını beden dışında bir yerde aramak gerektiğini sanıyorum.


Re: Anatominin Neredeyse Kusursuz Cinayeti

Nursel dedi ki:
... iradenin başlangıç noktasını beden dışında bir yerde aramak gerektiğini sanıyorum.

Bu öneri epey idealist bir içeriğe sürükler sanırım bizi. Kant'ın hakkında konuşmamızı sonsuza dek ötelediği bir alan.


Re: Anatominin Neredeyse Kusursuz Cinayeti

Yazının bütünlüğü açısından montaj sahiden çok daha uygun, ama dublaj'ın biraz geç kalarak da olsa karakteristiğini taşıdığına inanıyorum. Dublajın görüntü ve ses uyumuyla (Senkronizasyon, yani bir noktada vücudun ve temsilin birliği.) oynaması, son derece yıkıcı sayılabilir.

Kitap, tıbben şimdilik imkansız görünen bir kurgu ve onun argümanları herhangi bir düzlemde savunmak açıkçası gerçekten zor. Yine de bu yazıdan yana bütün ümitlerimi kestikten sonra birkaç yerde daha, aradığım heterotopyaya şans tanıyan fikirlerle karşılaştım. Olur da yazı bir gün açığa çıkarsa diye not aldığım bir iki şeyi- daha sakin bir kafayla yorumlamak üzere- alıntılıyorum:

"İnsan bedeni pek çok değişime maruz kalabilir, buna rağmen cisimlerin izlenimlerini ya da izlerini aynen koruyabilir, dolayısıyla şeylerin imgelerini de koruyabilir." (Spinoza, Ethica, Duyguların Kökeni ve Doğası, II. Önkabul, sf. 151)

Bunu not alırken Jumauge'un resimlerini düşünmüştüm herhalde.

"Beden zihnin düşünmesine neden olamaz, aynı şekilde, zihin de bedenin hareket etmesine ya da hareketsiz kalmasına veya herhangi başka bir durumuna (eğer başka durumlar sözkonusuysa) neden olamaz." (aynı eser, aynı bölüm, II. Önerme, sf. 153)

"Şimdiye kadar hiç kimse bedenin neler yapabileceğini onlara göstermemiş, başka deyişle hiç kimse kendi deneyimleriyle bedenin zihinden hiçbir etki almadan, sadece cisimsel olarak düşünülen doğanın yasalarına bağlı olarak neler yapabileceğini ya da neler yapamayacağını henüz öğrenmemiş." (O önermeye düşülen nottan, sf 154)

Ayrıca ilerleyen cümlelerde uyurgezerlern uykularında sergiledikleri tuhaf davranışları, "bedenin sırf kendi doğasının yasalarından hareketle bile ne çok eylemde bulunabileceğini" ve zihnin bunlara olsa olsa şaşıp kalabileceğini göstermek için örnek veriyor. Daha ileride de sonra buraya aktarabileceğim bir özgür irade tartışması var.

Özellikle asıl derdim -platforma dönüştürerek ya da başka bir şekilde- beden'den kurtulmak olduğu için uygun bir alıntıya da Michel de Certeau'nun Gündelik Hayatın Keşfi isimli eserinde rastladım. Şöyle:

"... tüm bu sesleri, 'Ses' göstergesi, kendine özgü bir kültür- ya da daha büyük bir Öteki- altında birleştiren kurguyu da reddetmek gerekir." (sf. 238)

Saf sesi, artık her parçası farklı bir sistem tarafından belirlenmekte ve alımla, algılamayla da kodlandırılmakta olduğu için bulamayacağımızı söylerken Certeau bize bir çeşit "uğultu-beden"i tarif ediyor bana kalırsa. İzleri sürülebilir olsa da bu etkileşimlerin önünde sonunda yaptığı, aradığımız temelin altını oymak oluyor.

Vücut geliştirmecilerin kasların yapısında kasıtlı olarak yaptığı değişimleri bence Spinoza ile Certeau'nun perspektiflerinin üst üste kesiştirilebileceği bir çeşit paralaks olarak görmek mümkün. Bu bir nakil işlemi değil midir sonuçta, Oscar Pistorious -takılan parçalar protez de olsa- geçirdiği organ naklinden sonra "bedeninin maruz kaldığı değişimlerle" bir vücut geliştirmeciyi andırmaz mı? Bu protezlerin kendilerine ait bir bilincinden bahsedilemez mi?


Re: Anatominin Neredeyse Kusursuz Cinayeti

""
Şimdiye kadar hiç kimse bedenin neler yapabileceğini onlara göstermemiş, başka deyişle hiç kimse kendi deneyimleriyle bedenin zihinden hiçbir etki almadan, sadece cisimsel olarak düşünülen doğanın yasalarına bağlı olarak neler yapabileceğini ya da neler yapamayacağını henüz öğrenmemiş.

Bu not gerçekten çok ilginçmiş. Üstüne düşünmeli.


Re: Anatominin Neredeyse Kusursuz Cinayeti

""
"sadece cisimsel olarak düşünülen doğanın yasalarına bağlı olarak neler yapabileceğini"

Kavramı sanki akıl-zihin kavramlarının doğa yasalarının dışında çalışan, doğaötesi varlıklar olduğunu ima ediyor gibi geldi bana. Buradaki alıntıda net olmayan, daha ayrıntıyla belirlenmesi gereken bir şeyler olmalı diye düşünüyorum.

Genelde bütünün, parçaların toplamından daha fazla, daha öte bir şey olduğunu düşünürüz. Bir karınca, kendi başına değil de, koloninin içerisindeki organizasyona göre düşünüldüğünde, bir karıncadan fazlası birşey(ler)dir. Burada bedeni ve bedenin “kişilik” dediğimiz merkezi beyin olarak aldığımızda, “ben” dediğimiz her şeyin, beni tanımlayan tüm verilerin burası olduğunu kabul ederiz. Bunun yanında ben, aynı zamanda iki kola, bacağa, göze, kulağa, benzeri organların toplamıyım da. Bir kolun farklı, özel olması sadece onun benim kolum olmasıyla mümkün. Çünkü başkasının ayağına batan dikenin acısını duymuyorum.

Burada düşündüğümüz, bu “ben-benim ruhum, benliğim” den bedenimin diğer bölümlerine “yüklenmiş-bahşedilmiş” bir benlik bilinci, bir ruh-karakter olabilir mi. Organ naklinin ilk yaygınlaştığı zamanlarda, bir insanın öldükten sonra başka bir insana nakledilen organlarıyla bir şekilde yaşayacağı konuşuldu. Buradan, organın, bir şeklide beyinden bağımsız, bir ön tavır, davranış depolayıp depola(ya)madığı düşünülürse, istemsiz kas hareketlerinin ötesinde günümüzde bunun kanıtı sayılabilecek bilimsel bir veriye ulaşılmış değil. Katilin bıçak tutan kolunda, olimpiyat kısa mesafe rekortmeninin bacaklarında nasıl bir “ben”, “kişi” var olabilir.

Bunun yanında, insanın var oluşunun, sperm denilen bir pakete indirgendiğini var sayarsak, kolumuzda bir çeşit oluşumu durdurulmuş kalp, göz, kulak olduğu bir gerçek.

Konuyu epey dağıttım sanıyorum. Ama insan bedeni biz bilinmezler kuyusu.


Re: Anatominin Neredeyse Kusursuz Cinayeti

Alıntının yetersizliği konusunda kesinlikle haklısınız. Spinoza öyle bir yazmış ki onu yineleyebilmek için kitabındaki bütün tanımları, önkabulleri ve birbirini destekleyen önermeleri buraya taşımak gerekirdi.

Basit bir örnekten geleyim. Bir restoranda çalışıp hayatı boyunca köfte yoğurmuş birisini düşünelim. Şimdi bu kişinin elinde bazı kaslar buna göre gelişmiş, sinirlerin bir kısmı işlevini yitirirken gerekli olanları muhtemelen sivrilmiştir. Elin kemik yapısı ön kolu ve dirseği izleyerek bütün bedende değişikliklere, en basitinden kan akışında yeni düzenlemelere sebep olur ve sonuçta sırf kendi evrimi dışında bütün bunlardan aldığı geri dönüş bile onda muhtemelen bir etki bırakacaktır. İşte bu el, artık deneyimlerle "yoğrulmuş" bir tarihe ve dolayısıyla bilince sahiptir açıkça. Tuttuğu her şeyi yoğurmayacaktır elbette, fakat bir eğilim onun üstünde kodlanmıştır vs vs.

Asıl korkum bu tezi savunurken ırkçılığı meşrulaştıran yahut genetik bazı eğilimlerin varlığını-cezalandırılmasını savunan birtakım nörobiyoloji meraklılarıyla aynı yere savrulmak.


Re: Anatominin Neredeyse Kusursuz Cinayeti

"bu el, artık deneyimlerle "yoğrulmuş" bir tarihe ve dolayısıyla bilince sahiptir açıkça. Tuttuğu her şeyi yoğurmayacaktır elbette, fakat bir eğilim onun üstünde kodlanmıştır vs vs."

Yıllarca halterle uğraşmış bir kolun, başka birisine kusursuz olarak takıldığında, kolun halter demirini "deneyimle", "geçmişten gelen bir bilinçle" kavrayacağına nasıl inanabiliriz. Bildiğim sadece insan beyninin bir bölümünün, yanılmıyorsam sol yarısıydı, bedenin geçmişle ilgili verilerini depolayan bağlantıların olduğu yerdi. Bir tahta kolla, hücrelerden oluşmuş biyolojik kol arasındaki fark, diğerinin hücrelerden oluşması mıdır? Hücrede böyle bir düzenek yoksa bu nasıl olacak. Yuvarlak şekilde kesilmiş bir elma diskine, Blu-ray kayıt yapmaya çalışmak gibi geliyor bana bu.


Re: Anatominin Neredeyse Kusursuz Cinayeti

Aslında bu "kavrayacağına" dair bir inançtan çok "kavramış olduğuna" dair bir bilinç yalnızca. Bilim kurgu hizasında konuşmuyorum, oldukça romantik düşündüğüm bile söylenebilir.

Bir kolunuza dövme yapılmışsa yapılmıştır. O dövme silinmişse "yapılmış ve silinmiştir".

Son olarak, her şeye rağmen, deneyimin eğilime yol açacağı ya da en azından onu destekleyeceği gibi sorunlu bir fikri de kolay kolay kafamdan atamıyorum.


Re: Anatominin Neredeyse Kusursuz Cinayeti

Bedenin hareket etmesine ya da hareketsiz kalmasına neden olan zihin değilse nedir? Bedenin parçalarının merkezi bir mekanizma olmadan hareket ettiklerini düşünmek onlara bir nevi özerklik tanımaktır. Böylesine bir özerklik bana açıklanabilir gelmiyor. Uyurgezerlerin uykularında sergiledikleri tuhaf davranışları bedenin kendi doğasının yasalarından çok farklı bir zihinsel duruma bağlamak gerektiğini sanıyorum. Öte yandan tarihe ve bilince sahip olan zihnin kendisidir yoksa bedenin parçaları değildir.
İradenin başlangıç noktasını bedenin dışında bir yerde aramak gerektiğini söylerken bunun daha çok zihinsel bir süreç olduğuna dikkat çekmek istemiştim. Yoksa amacım sonuç itibariyle Tanrı fikrine ulaşmak değildi. Bununla beraber düşünce dışı bir nesnel gerçekliğin olup olmadığını tartışmalı bulduğum doğru.


Re: Anatominin Neredeyse Kusursuz Cinayeti

Sanırım "sorun düşünce içi bir nesnel gerçekliğin" da son derece tartışmalı olmasıyla ortaya çıkıyor. Alternatif model arayışlarının sponsoru da -absürd görünmelerine rağmen- yine bu zorluk.

Yine de o çok kızdığım nörobiyolog tayfasının bugüne kadar fenomen olarak ele alabildiğimiz şeyleri kimyasal etkinliklere dökme çabası takdire şayan ve aslına bakarsanız bedeni öne çıkararak zihnin sizin varsaydığınız hakimiyetini ilerleyen yıllarda sarsacak gibi.

O yönde herhangi bir gelişmeninse şu an mecburen kullandığımız sözcükleri anlamsızlaştırarak "vücudun birliği" türünde bir önermeyi destekleyeceğine hala inanıyorum.