Yunus'un konuşmaları, bir yetişkinin konuşmaları gibi değilde bir çocuğukiler gibi sanki.
""
"Ölsün isterse," diye bağırdı. "Biricik atımız ölsün. Sonra da derisini yüzsünler. Leşini de köpeklere atsınlar. Kargalar da yesin. Kurtlar da yesin."
""
Alçak tavanlı, dar kepenklerle örtülü dükkânların ve Ermeni yapısı sessiz evlerin arasından hızla yürüdüm. (...) Deliklerine ufak niyet taşlarının yapıştırıldığı 'uzun duvar'ın çevresini dolandım. Tepesi kırık, gülünç, şemsiyeli bir minare. Onun yanı başında mescti yıkıntısı. Eski bir çınar, karanlıkta, yapraksız dallarını çoğaltıyordu. Yıkıntıya girdim. Orada yıkıntının içinde nasılsa sağlam kalmış küçük bir odada amcamı buldum. İsli bir tavan. Yerde yalnızca eski bir hasır. Duvarlarda dolaplar, kitaplar ve eski zaman çalgıları. Köşede yamalı bir hırkanın altında kırmızı sakallı bir dünya kaçkını yatıyordu. (...) Yunus amcam kalın, eski bir kitap okuyordu -hep onu okurdu, bir çalgıcının anlattığı öyküler- mum ışığında, mırıldanarak.
Bu paragrafta anlatılanlara sinmiş bir "kutsal"lık geliyor kulağıma. Öykünün geneline hakim olan ağır hava (ölüm) burada başka bir boyut kazanıyor gibi. 'Uzun duvar' ve dilek taşları Kudüs'ü (Ağlama Duvarı'nı) hatırlatıyor ister istemez. Paragraf boyunca yapılan tasvirler de eski bir tekkeden söz edildiği izlenimi yaratıyor ("mescit" diyor zaten). Tabii bir de Yunus'un okuduğu kalın kitap var. Bunun bir kutsal kitap olduğunu düşünüyorum. Ama belirli bir kutsal kitap değil de genel olarak "kutsal kitaplar" söz konusu olan bence.
""
Ölüm, Yusuf amcamın içini oyuyormuş. Öyle söylüyor. Bunu uzun ve sıkıntılı bir boşluk havasına düştüğü akşamüstü saatlerinde belirsizce göstermeye çalıştı. Önceleri hiç anlamadım. Şaşırdım biraz da. Şimdi anlıyorum. Hatta içimdeki bütün o boşluk kuyularının anlam kazandığını, bir varlığa dönüştüğünü duyar gibi oluyorum.
""
Amcam yoğunlaşıyor, çevresinde ölüme benzer bir boşluğu çoğaltıyordu.
Bu "boşluk" daha önce okuduğumuz öykülerde de karşımıza çıktı ("Hadi", "İshak"). Bunun yanı sıra bu öyküde de sık sık bu boşluğa göndermelerde bulunuluyor. Annenin sol elinin olmayan küçük parmağından söz ediliyor meselâ. Sonra şu cümleler: "içimdeki bütün o boşluk kuyularının anlam kazandığını (...)" "Ölüm, Yusuf amcamın içini oyuyormuş." Bir de tabii ölen kuşun hafiflemesi var.
Öykü, bir horozun ötüşüyle bitiyor. "Horozlar"daki büyükannenin vakitsiz ötmesi gibi değil, başka türlü bir ötüş bu. Sabahı, yeni doğanı, hayatı haber veren bir ötüş.
eren tarafından Mar 20th, 2010 günü 11:20 sularında gönderildi.
Şu aralar ağır bir hastalık süreci ve üst üste yığılan işler sebebiyle bu öyküye gereken ilgiyi gösteremedim. En kısa zamanda tekrar okuyup yorumlarımı yazacağım.
Barış Acar tarafından Mar 23rd, 2010 günü 22:24 sularında gönderildi.
Şu aralar ağır bir hastalık süreci ve üst üste yığılan işler sebebiyle bu öyküye gereken ilgiyi gösteremedim. En kısa zamanda tekrar okuyup yorumlarımı yazacağım.
Geçmiş olsun. Acelemiz yok
eren tarafından Mar 23rd, 2010 günü 23:22 sularında gönderildi.
Yunus tedirgin edici bir öykü. Konusu, atmosferi, dili; öyküdeki hemen her öğe bu tedirginlik duygusu üzerine kurulmuş. İlk okuyuşumda ayırdına varmamıştım; giriş cümlesinde yer alan saat bile bu tedirginlikten payını almış.
""
Saat ağır ağır dokuzu vurdu. Yani sabaha karşı üç.
Geri mi kalmış bu saat, yoksa fazlasıyla ileriyi mi göstermekte karar vermekte zorlanıyorum.
Üçüncü cümlede "romen sayıları" tanımı yanlış kullanılmış, "romen rakamları" olacak.
Sayı meselesi öykünün ilk cümlelerinde arka arkaya tekrarlanmış. Sanki yazar bir şeyleri saymamızı istiyor; ya da bize bir geri sayımı yaşatmak derdinde.
Öyküde karşılaştığımız ilk kişi, anne. Sanki amca üzerineymiş gibi görünen öykünün aslında anneye ithafen yazıldığını düşünüyorum ben. Takunyalarla başlayan anne imgesi, takunyaların uykulu iki küreğe benzetilmesiyle düşsel denizlere açılmak isteğiyle dolu, fakat ev işleri etrafında belirlenmiş bir yaşama bağlanıyor.
""
Ay ışığının döküldüğü beyaz taşlar
""
öksürüklü sakallar
Daha önce üzerinde durduk mu anımsamıyorum; ama Kutlar'ın İkinci Yeni'den epey beslenen bir dili var.
""
ölüm kuşlarının sık sık yüreklerine dokunduğunu duydukları bu gömülmüş evrende
"Gömülmüş evren": daha sonra dönebilecek miyim bu tanımın soluksuz örtüsüne? Öykünün her cümlesi değil, her tamlaması üzerine bir makale yazılabilir gibi hissediyorum onu yeniden okurken.
Ölüm etrafında dönen fikirler daha önceki öykülerde de karşımıza çıkan "taş" ve "kırık ayna" imgelerine bağlanıyor. Sanırım buradaki "taş"ı, "yerinde olma", "değişememe" çağrışımıyla ve "kırık aynalar"ı da temsil ilişkisi üzerinden kişinin kendine dair imgesinin zaman için parçalanmasıyla özdeşleştirebiliriz.
Öykünün devamında işlenen boşluk fikrini daha önce İshak öyküsü üzerine konuşurken değerlendirmiştik. Lacancı terminolojide bu terimin ne anlama geldiğini gösteren doğru bir anlatım aradım. En yakını Monokl dergisinin Lacan özel sayısından yapılan şu alıntıydı:
""
Lacan her zaman, “hakikatin bir kurgu yapısına sahip olduğunu” iddia eder. Bir semptom, böylece hem başarılı bir hata hem de dürüst bir yalandır. Ki bu, Baudrillard gibi post-modern düşünürlerin iddia ettiği gibi, hakikat yoktur ya da sadece “yorumlar” vardır anlamına gelmez. Tersine, hakikatler vardır; fakat bunlar ideolojik ağlarda her zaman “boşluk”lar olarak ortaya çıkarlar.
Annenin beşinci parmağının yokluğunun "farkına varmak" bu boşluk-hakikat anlayışıyla paralel düşünülebilir mi?
Dede figürü üzerinde durmalı diye düşünüyorum. Ancak epey uğraşmayı gerekli kılıyor böyle bir girişim. Padişahtan korkmayan, eski bir derebeyi olan, uzun deneyler sonucu edinilmiş inatçılığıyla etrafa korku salan bu adam sanki öyküye biraz büyük geliyor. Başka bir öyküde izi sürülecek bir karakter gibi.
At ölmek üzere, avluda kuş ölüsü... Ölmek kaçıp gitmenin tek yolu gibi.
İshak'ta olduğu gibi bu öyküde de yıkıntılarda buluşma belirleyici bir imge. Çocukla amcanın yıkılmış bir mescidin bir odasında buluşmaları... Öyle detaylı anlatılmış ki bu yıkıntılar. İnsan ister istemez ürküyor. Amcanın burada okuduğu kitabın kutsal bir içerim taşıdığını düşündüğünü belirtmiş Eren. Öyküde "bir çalgıcının anlattığı öyküler" diyor çocuk bu kitap için. Ne olduğunu kestirmek zor. Bana türkülerin öykülerini anlatan bir kitap gibi geldi. Ancak sonuçta Oruç Aruoba'nın belirttiği anlamıyla "kut"u burada da bulgulamak mümkün. O yüzden çok da önemli değil.
Son cümle ise öyle vurucu ki;
""
Sabah yırtıldı.
Gecenin değil de sabahın yırtılması; amcanın ölümüyle birlikte artık sabahın hiç olmayacak olması; bu duygu durumu karşısında bir şeyler ifade etmeye çalışmak güç. Bu anlamda Eren'den farklı yorumluyorum öykünün sonunu.
Barış Acar tarafından Mar 25th, 2010 günü 10:21 sularında gönderildi.
Re: Yunus
Yunus'un konuşmaları, bir yetişkinin konuşmaları gibi değilde bir çocuğukiler gibi sanki.
Bu paragrafta anlatılanlara sinmiş bir "kutsal"lık geliyor kulağıma. Öykünün geneline hakim olan ağır hava (ölüm) burada başka bir boyut kazanıyor gibi. 'Uzun duvar' ve dilek taşları Kudüs'ü (Ağlama Duvarı'nı) hatırlatıyor ister istemez. Paragraf boyunca yapılan tasvirler de eski bir tekkeden söz edildiği izlenimi yaratıyor ("mescit" diyor zaten). Tabii bir de Yunus'un okuduğu kalın kitap var. Bunun bir kutsal kitap olduğunu düşünüyorum. Ama belirli bir kutsal kitap değil de genel olarak "kutsal kitaplar" söz konusu olan bence.
Bu "boşluk" daha önce okuduğumuz öykülerde de karşımıza çıktı ("Hadi", "İshak"). Bunun yanı sıra bu öyküde de sık sık bu boşluğa göndermelerde bulunuluyor. Annenin sol elinin olmayan küçük parmağından söz ediliyor meselâ. Sonra şu cümleler: "içimdeki bütün o boşluk kuyularının anlam kazandığını (...)" "Ölüm, Yusuf amcamın içini oyuyormuş." Bir de tabii ölen kuşun hafiflemesi var.
Öykü, bir horozun ötüşüyle bitiyor. "Horozlar"daki büyükannenin vakitsiz ötmesi gibi değil, başka türlü bir ötüş bu. Sabahı, yeni doğanı, hayatı haber veren bir ötüş.
Re: Yunus
Şu aralar ağır bir hastalık süreci ve üst üste yığılan işler sebebiyle bu öyküye gereken ilgiyi gösteremedim. En kısa zamanda tekrar okuyup yorumlarımı yazacağım.
Re: Yunus
Geçmiş olsun. Acelemiz yok
Re: Yunus
Yunus tedirgin edici bir öykü. Konusu, atmosferi, dili; öyküdeki hemen her öğe bu tedirginlik duygusu üzerine kurulmuş. İlk okuyuşumda ayırdına varmamıştım; giriş cümlesinde yer alan saat bile bu tedirginlikten payını almış.
Geri mi kalmış bu saat, yoksa fazlasıyla ileriyi mi göstermekte karar vermekte zorlanıyorum.
Üçüncü cümlede "romen sayıları" tanımı yanlış kullanılmış, "romen rakamları" olacak.
Sayı meselesi öykünün ilk cümlelerinde arka arkaya tekrarlanmış. Sanki yazar bir şeyleri saymamızı istiyor; ya da bize bir geri sayımı yaşatmak derdinde.
Öyküde karşılaştığımız ilk kişi, anne. Sanki amca üzerineymiş gibi görünen öykünün aslında anneye ithafen yazıldığını düşünüyorum ben. Takunyalarla başlayan anne imgesi, takunyaların uykulu iki küreğe benzetilmesiyle düşsel denizlere açılmak isteğiyle dolu, fakat ev işleri etrafında belirlenmiş bir yaşama bağlanıyor.
Daha önce üzerinde durduk mu anımsamıyorum; ama Kutlar'ın İkinci Yeni'den epey beslenen bir dili var.
"Gömülmüş evren": daha sonra dönebilecek miyim bu tanımın soluksuz örtüsüne? Öykünün her cümlesi değil, her tamlaması üzerine bir makale yazılabilir gibi hissediyorum onu yeniden okurken.
Ölüm etrafında dönen fikirler daha önceki öykülerde de karşımıza çıkan "taş" ve "kırık ayna" imgelerine bağlanıyor. Sanırım buradaki "taş"ı, "yerinde olma", "değişememe" çağrışımıyla ve "kırık aynalar"ı da temsil ilişkisi üzerinden kişinin kendine dair imgesinin zaman için parçalanmasıyla özdeşleştirebiliriz.
Öykünün devamında işlenen boşluk fikrini daha önce İshak öyküsü üzerine konuşurken değerlendirmiştik. Lacancı terminolojide bu terimin ne anlama geldiğini gösteren doğru bir anlatım aradım. En yakını Monokl dergisinin Lacan özel sayısından yapılan şu alıntıydı:
Annenin beşinci parmağının yokluğunun "farkına varmak" bu boşluk-hakikat anlayışıyla paralel düşünülebilir mi?
Dede figürü üzerinde durmalı diye düşünüyorum. Ancak epey uğraşmayı gerekli kılıyor böyle bir girişim. Padişahtan korkmayan, eski bir derebeyi olan, uzun deneyler sonucu edinilmiş inatçılığıyla etrafa korku salan bu adam sanki öyküye biraz büyük geliyor. Başka bir öyküde izi sürülecek bir karakter gibi.
At ölmek üzere, avluda kuş ölüsü... Ölmek kaçıp gitmenin tek yolu gibi.
İshak'ta olduğu gibi bu öyküde de yıkıntılarda buluşma belirleyici bir imge. Çocukla amcanın yıkılmış bir mescidin bir odasında buluşmaları... Öyle detaylı anlatılmış ki bu yıkıntılar. İnsan ister istemez ürküyor. Amcanın burada okuduğu kitabın kutsal bir içerim taşıdığını düşündüğünü belirtmiş Eren. Öyküde "bir çalgıcının anlattığı öyküler" diyor çocuk bu kitap için. Ne olduğunu kestirmek zor. Bana türkülerin öykülerini anlatan bir kitap gibi geldi. Ancak sonuçta Oruç Aruoba'nın belirttiği anlamıyla "kut"u burada da bulgulamak mümkün. O yüzden çok da önemli değil.
Son cümle ise öyle vurucu ki;
Gecenin değil de sabahın yırtılması; amcanın ölümüyle birlikte artık sabahın hiç olmayacak olması; bu duygu durumu karşısında bir şeyler ifade etmeye çalışmak güç. Bu anlamda Eren'den farklı yorumluyorum öykünün sonunu.
Re: Yunus
Barış Acar'ın değinilerini dikkatle okudum. Yunus için söylenecek sözüm yok, okumalarla yetineceğim şimdilik.