UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Yavaşlık

17 Eki 2011
Mehmet Sürücü

Hafta sonu Polatlı’ya gitmem gerekiyordu.

Benim için bir yere gitmenin en zor yanlarından birisi, yanımda okumak için ne götüreceğime karar verebilmek. Yıllarca bu kararsızlıklar bana yolculuklarda, fazladan alınmış kitaplarla tıka basa doldurulmuş çantaların ağırlıklarından uyuşmuş, çökük omuzlar, her adımda ağırlıktan yorgun, titreyen dizlerle, bacaklarla, bir yerden bir yere gitmeye çalışmanın zorluklarını yaşattı. Sonraları, hep bir yerden bir yere, eline küçük bir-iki torba alıp da, indiği arabanın önündeki örgülü bölmede gazetesini bile bırakıp, çekip gidebilen insanlara özendim. Hiç basitçe çekip gidemedim.

Uzun bir süre o kitabı çantaya koyup, bir başkasını mı koysam diye düşündükten sonra, “13 Büyülü Öykü” adlı öykü derlemesiyle, Sadık Hidayet’in “Üç Damla Kan”’ını kararlılıkla çantamın içerisine yerleştirerek, kendimle, bu bitmeyecek gibi uzayan diyalogu sonlandırdım. Okumak için öykü dışında bir şey almayı düşünmedim. Nedeni de kısa oluşları, kısalıklarının, yolculuklardaki okumaya uygun aralara kolaylıkla sıkıştırılabilmeleri. Ayrıca, farklı yazarlardan oluşan öykü derlemelerini yolculuklar için daha uygun buluyorum. Bazen ilk kez okunacak bir öykü yazarının kitabı, yol boyunca sıkıcı, insanı dışarıda bırakan bir okumalara neden olabiliyor. Öykü derlemeleri bu nedenle daha risksiz. İçlerinden mutlaka beğenilecek birkaç yazar, öykü çıkabiliyor. Sayfa sırasına göre okumak bazen sıkıyor. Öykü buna uymadan da okunabiliyor. Okunacak öyküyü seçerken iki yol izledim; yazarını göz önünde bulundurmadan, (bir parça da yeni bir öykücü keşfetmiş olmayı da diliyorum çünkü) öykülerin adına göre, rastgele birkaç öykü okuduktan sonra, bunu sırayla her öyküden, birkaç giriş paragrafını okuyarak denedim. İki yöntem de çok uygundu. Ama nedense, adına bakarak seçtiğim öyküleri daha çok beğendim.

Yolculuklarda okuma dikkatini dağıtan çok fazla etken var. Kompartımandaki insanlara, yüzlere, hareketlere bir süre sonra alışıyorsunuz. Dolayısıyla, bir süre sonra gördükleriniz okurken pek de dikkat dağıtıcı olmuyor. Ama sesler öyle değil. Algılarımızın içerisinde, duyduklarımız dikkatimizi çok daha kolay ve çabuk dağıtabiliyor. Pilleri bir parça daha uzunca bir süre dayanabilen müzik çalarlarla, kulağıma gelen rahatsız edici seslerin dikkatimi dağıtmasını önleyebiliyorum. Bunların içerisinde, en önde gelen; cep telefonu sesleri. Son yıllarda bir kullanım patlamasının yaşandığı, küçük büyük, insanların çoğunluğunun elinden düşmeyen bu telefonların aranma sinyali seslerinde neler yok ki? İlk kez bu yolculukta karşılaştığım en ilginci; ağlayan, birkaç aylık bir bebeğin sesiydi. Önümde oturan yaşlı, başörtüsünün dışına taşan bembeyaz olmuş saçlarıyla, yüzünü, yılların incecik saban izleriyle süre süre derin vadiler içerisinde bıraktığı, belki babaanne, belki anneannenin telefonundan geliyordu bu ses. İlk duyduğumda, vagonda yeni doğmuş, kundakta bir bebek olduğunu sandım. Birkaç kez bu sesler tekrarlanınca kaynağını anladım. Muhtemelen bir ses kayıt cihazıyla kaydedilmiş, yeni doğan torununun sesiydi bu. Belki de başka bir yerde görevli, oğlunun, kızının yeni doğmuş bu sevgili yavrularını görmekten geliyordu. Kızı, ağlayan minicik canlının sesini, yolculuk öncesi, annesinin telefonuna kaydetmiş, sonra da onu uyarı sinyali sesi olarak kullanması için ayarlamıştı. Kim bilir? Belki, evlidir, yıllardır çocukları olmuyordur, çocuk özlemi…

Otobüsle yolculuğu sevmiyorum. Trenle yolculuk bana daha uygun. Sanırım bunun önde gelen nedeni, trende daha geniş bir gezinebilme alanının oluşuyla, daha değişik yaşamları olan, daha çok insanla karşılaşabilme olanağı sunması bir de, belki de en önemlisi, diğer ulaşım araçlarına göre daha yavaş olması. Trenin, demir rayların üzerindeki gürültülü tekerlek seslerine, ufak tefek sarsıntılara zamanla alışıyor insan. Tren pek çok yönüyle taşıt olarak otobüsten farklı. Treni kullanan makinist de en önde belki. Ama, aracını kullanırken yaptığı hataları, yanlışları, sinirli, öfkeli tavırlarını gözlemleyip, belki de yolculuk boyunca hiç uzmanlığına güven duymadığınız araç şoförü burada görebileceğiniz bir yerde değil. Hem zaten bükülüp duran yollara göre oraya, buraya dönmesi gereken bir direksiyon da yok burada. Bir anlamda, tren rayların üzerinde gitmiyor sanki, raylar, dalgın dalgın etrafına bakınan treni gitmesi gereken yerlere doğru yönlendirip, götürüyorlar. Acele etmeden. Bu aceleye etmezliğe herkes uyum sağlıyor zamanla. Bilet görevlisi ağır ağır cebinden bileti delen aleti çıkarıp, az önce bölünen uykusu yarı aralık gözlerinden akan kişiye delik biletini uzatırken, dışarıdaki buz gibi geceyi içerideki sıcak kompartımandan ayıran, buhar içindeki pencerenin üzerinde birkaç su damlası, ağır ağır aşağıya doğru süzülüyor. Uzak bir taşra kentinde, yolcu almak için yavaş yavaş dönmeyi azaltan demir tekerlekler dakikalar sonrasında dönmeyi bırakıp durduğunda, gardaki elinde işaret çubuklu görevli, son binen yaşlı kadından bile çok çok sonra bıkkın, boyaları çatlamış “Geç” levhasını kaldırıyor. Belki de; Biz zaten yıllardır bu unutulmuş yerdeyiz, unutulduk. Bunca kompartıman dolusu insan, biraz daha burada oyalanıp kalsanız, bu yıllar yılı süregelen yalnızlığımıza birkaç saniyelik daha kompartıman dolusu insanların kalabalığının duraksaması düşse ne olur, der gibi…

Yavaşlık daha iyi geliyor bana. Hatta bu yolculukta, iki trenden daha yavaş gidenini tercih etme eğiliminde olduğumu dahi anladım.

Marmara Bölgesine daha geç gelen sonbahar, İç Anadolu’ya yayılıp gitmiş bile. Bandırma garından çıkarken aralıklarla çiseleyen yağmur, sabaha karşı, Eskişehir’i geçtiğimizde, sarımtırak sokak lambalarının ışığının altında, yavaşça süzülen kar tanelerine dönüştü. Bir an, yağmurun da trenin her şeyi yavaşlatan büyüsüne kapılıp, göklerden yere doğru daha sakince inebilmek için kara dönüşmüş olup olamayacağını düşündüm. Amaan! Dedim sonra. Boşver. Şimdilik bu kadar yeter.

Kompartımanın soluk ışığının altında, kitabımı açıp, yeni bir öykünün içine daldım.

Müzik çalarımın pillerinin bittiğini haber veren uyarı ışığı yanıp sönerken, günün ilk ışıklarının aydınlattığı kompartımanın önlerinden bir yeni doğmuş bebek ağlaması sesi geliyordu.

Kategori:

Re: Yavaşlık

Mehmet Sürücü dedi ki:
Muhtemelen bir ses kayıt cihazıyla kaydedilmiş, yeni doğan torununun sesiydi bu. Belki de başka bir yerde görevli, oğlunun, kızının yeni doğmuş bu sevgili yavrularını görmekten geliyordu. Kızı, ağlayan minicik canlının sesini, yolculuk öncesi, annesinin telefonuna kaydetmiş, sonra da onu uyarı sinyali sesi olarak kullanması için ayarlamıştı. Kim bilir? Belki, evlidir, yıllardır çocukları olmuyordur, çocuk özlemi…

bence herhangi bir bebeğin zil sesi olarak kullanılmak üzere kaydedilmiş, herkes tarafından ulaşılabilecek ortamlardan (internet siteleri, "telefoncular", bir arkadaşın telefonu) edinilen "9530 gönder cebine gelsin, standart bebek ağlaması melodisi"dır. Smile


Re: Yavaşlık

Olabilir.
Belki de söz konusu teknolojik bir nesne olduğunda, fazla duygusal çıkarımlar yapmak hatalı olabilir.


Re: Yavaşlık

Bu metni öykü tadında okudum. Keşke öykü olsaydı! "Yavaşlık" üzerine düşünülmesi ve hayata sokulması gereken bir konu -bu "hız çağı"nda- diye düşünüyorum. Paylaştığınız için teşekkürler.