UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Yaşar Kemal - Dükkancı

17 Ağu 2010
eren

“Dükkancı”
Sarı Sıcak
Yaşar Kemal, 1952
Adam Yayınları, 2002

Kategori:

Re: Yaşar Kemal - Dükkancı

Yaşar Kemal’in öyküsünde benim en çok dikkatimi çeken, öykünün neredeyse sonuna dek kullanılan “yarım kulaçtan uzun gümüş saat kordonu” oldu. Bu öğe öykünün kapanışına kadar sürekli salınan bir metronom işlevi görüyor. Olayların gidişatı içinde zamanın geçişini, hatta ağır ağır akan küçük hesaplarla örülü köy zamanının bezdiriciliğini ifade ediyor. Bütün olay ve karakterler, Mehmet Efendi’nin göbeğinin üstünde salınan bu gümüş kordonun, kısa, etli parmaklar tarafından çekiştirilişi etrafında biçimleniyor. Yalnızca olayların merkezindeki karakter oluşuyla değil, biçimsel yönüyle de öykünün merkez feneomeni olarak görebileceğimiz Mehmet Efendi, ince ayrıntılarla, güçlü betimlenmiş bir karakterden öte bir “köy” oluşun merkezi gibi duruyor.

""
Memed Efendinin dükkanından köyün her evine gizli bir ağ uzanır. Köyde olup biteni gözüyle görmüşçesine bilir. Osman karısı ile niçin kavga eder? Veli neden ikide bir karşı köye gider? Daha daha... Gizli, daha "mahrem" olarak ne varsa hepsini bilir. Bilmezse olmaz. Mesleği gereği.

Öte yandan bu merkez, -bütün merkezlerde olduğu gibi- bir birliği değil, bir ayrıksılığı ve dışarıdan dayatılan bir erki simgeliyor. Bu yüzden kendisi başka bir köyden olduğu halde dükkancı olarak geldiği köyde kraldan çok kralcı kesilebiliyor. Öyküde Mehmet Efendi’yi anlatan satırları takip edersek, daha önce başka bir öykü üzerinde kısa da olsa yürüttüğümüz “tanrı anlatıcı” yaklaşımının nasıl tutarlı kullanıldığını, yazarın bu anlatıcı kipini kullanmasına karşın, kendisine nasıl sınırlar çizdiğini, söylenmemesi gerekeni anlatabilmek için nasıl yollar bulduğunu görebiliriz diye düşünüyorum.

Yaşar Kemal’in romanlarında da rastladığımız ikilikler şekilden kurgulama, ortalarından itibaren bu öyküye de damgasını vuruyor. Mehmet Efendi’nin karşısına önce Deli Süllü, sonra Ansa Fahri çıkarılıyor. Biri, çok konuşana karşı susan, akıl yoluyla hile yapana karşı akılsızı oynayan karakterken; bir diğeri, bu tutumun köylü içindeki yansısıs gibi duruyor. Böylece köylü içindeki çatışmayı simgeleyecek iki karşıt simge oluşturulmuş oluyor.

""
"Bizim burada olsa yani, duman attırırlar öyle çerçilere. Bizim köy gibi yok. Nereden geldiği bellisiz bir adam durdurulur mu köyde? Hani demem... Biz bir köylü sayılırız. Namus meselesi... Yani bizim köye gelse böyle birisi, gününde kovarlardı. Bizim..."

Öykünün bir başka dikkatimi çeken yönü ise Yaşar Kemal’in kısa cümleler ve kesin yargılarla kurduğu ritmik yapı oldu. Özellikle öykünün başlarında çok fazla dikkati çekiyor bu yapı.

""
Bir de çocuk vardır, on yaşlarında. O da sabahın alacakaranlığında, belki yaşlılardan daha önce, dükkan açılır açılmaz damlar. Onun da bir yeri vardır. Kapının karşısı. Elinde değneği, çenesini değneğine, dizlerine dayar, hiç konuşmadan oturur. Ağzını açmaz.

Yine öykünün başlarında zaman geçişlerini okurken zorlandım:

""
Öğleye doğru köy adamakıllı bir ıssızlığa gömülmüştür.

Geniş zaman kullanımını yeğleyen bir başka örnek:

""
İşte tam bu sıralarda, yalınayak, telaşlı bir kadın, eteğinde ölçüsü bellisiz zahire ile dükkana doğru hızla, kırmızı, bol donunu yeldirerek gelir.

Son olarak aşağıdaki satırlar üzerinde durmak istiyorum.

""
Köyde kocasından gizli un, zahire verip dükkandan öteberi almayan hiçbir kadın yoktur. Cıncık alırlar, boncuk alırlar. Üzüm alırlar, pekmez alırlar. Kızlarına çeyizlik, oğullarına kuş lastiği... Burada, kadınlarla Memed Efendi arasında değişme aracı para değil, zahiredir. Kadın para görmez. Kadına paranın gerekliliği de yoktur.

Burada “anlatıcı” kullanımına ilişkin bir başarı daha var. Yukarıdaki satırlarla anlatıcı, kendisinin katıldığı bir yargıyı mı belirtiyor; yoksa köy ahalisi ve köy düşünce biçimi için genelgeçer bir yargıyı dile mi getiriyor? Düz okursak bu ayrımı yapmanın imkânı yok. Ancak anlatıcıyı kurgusal bir kimlik olarak yazarın biçimlendirdiği bir karakter olarak düşünmeye başlarsak, burada bir mecazlama yapıldığını fark edebiliriz. Bana, Yaşar Kemal’in tüm ustalığı burada gizliymiş gibi gelir hep.

""
İçeriye gece yanan yerden araba tekerleği büyüklüğünde bir güneş vuruyordu.

Bu cümledeki benzetmenin, “araba tekerleği” ve “güneş” ile bir çırpıda köy yaşantısının bakış açısını bize taşıması da buna örnek değil mi?


Re: Yaşar Kemal - Dükkancı

Öykünün başındaki zaman geçişlerinin şöyle bir işlevi olduğu düşüncesindeyim: "Köyün içinden doludizgin geçen atlı koca dutun dibinde indi, atı yandaki çite bağladı." cümlesine kadar olan bölüm bir "giriş" gibi planlanmış. Bize köyü, köylüyü, dükkâncı Memed Efendi'yi ve onun köylülerle kurduğu ilişkinin mahiyetini anlatıyor anlatıcı.

""
Köyün tam orta yerinde koskocaman, koyu bir gölge veren dut ağacı vardır. İki adam el ele verse gövdesini çeviremez. Köy Çukurovanın sıcağında cehennem gibi yanar, dışarda sıcak yeri göğü kavururken onun kapkara, koyu gölgesinde insan terlemez bile.

Çınarın köyün tam orta yerinde -merkezinde- yer alması Barış'ın çok güzel ifade ettiği gibi, Memed Efendi'yi öykünün merkezine yerleştirmekle kalmıyor, onun gölgesinin güneşe geçit vermemesi de onun bu rolünü iyice pekiştiriyor. Kamera uzun süre yaz sıcağından bunalmış, can çekişen canlıları çektikten sonra bir anda bu koyu gölgenin altına giriyor. Bu serinliğin de etkisiyle öykünün başlarında Memed Efendi göze hoş görünüyor. Onun köylüyle iç içe geçmişliği, oranın yerlisi olmuşluğu "hoş" bir taşra hikâyesini ansıtıyor. Derken gölgenin yalnızca serin değil aynı zamanda karanlık da olduğunu hatırlatmaya başlıyor anlatıcı bize. Memed Efendi'nin orada ne pahasına "yerli"leştiğini, köyün merkezindeki o gölgelik dükkâna nasıl sahip olabildiğini düşünmeye başlıyoruz. Öyküde serinlikten karanlığa geçiş gittikçe hızlanıyor. Önce "masum" bir kız kaçırma hikâyesi dinliyoruz, dinlediğimiz, bir şekilde tatlıya bağlanacağı kestirilebilen olağan bir köy hikâyesi gibi görünüyor. Sonra aslında hikâyenin Memed Efendi'nin rakiplerinden kurtulmasının hikâyesi olduğunu, onun rakiplerinden kurtulmak için verdiği mücadelenin karanlık hikâyesinden başka hiçbir hikâye olmadığını anlıyoruz köyde. Üstelik yirmi, otuz yıldır...