UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Yaşam ve Yazgı, Vasili Grossman

27 Oca 2014
Aslı Solakoğlu

Yeni bir roman ya da öykü kitabı okumaya başlamanın değişik bir heyecanı vardır. İnsanın aklı meraktan uyuşmaya başlar ilkin. Hele yazarla ilk kez bir araya gelinecekse, merakın dozu yükselir. Akıldan başlayan o uyuşma bütün bedeni sarar. Tatlı bir sarhoşlukla ilk satırlar okunur. Yeni insanlar, yeni duygular, yeni düşüncelerle buluşma telaşı, okumaya devam ettikçe, tanışıklık ilerleyince yerini huzurlu bir iklime bırakır. Ilık bir iklimdir. Üşünmez, terlenmez… Ama sonra, kısa bir süre sonra birden değişir hava. Çünkü tanıma eşiği atlanmış ve anlamaya başlama kapısı aralanmıştır. Gök gürler, şimşek çakar, fırtına yağmurla birlikte olduğu yerden alıp götürür okuyanı. Bambaşka bir yere götürür.

Aslında okur, bütün bu süreci önceden kestirir. Tam da bu yüzden o kitabı eline almıştır zaten. Sarsılmak için. Sürüklenmek için. İçine düştüğü kumlardan, çakıllardan dolayı, aklındaki uyuşmanın muhallebi kıvamını yitirişini yaşamak için. Bu sürüklenişle kaskatı kesilen düşünceleri arasında gezinirken, yine yazarın bir cümlesine tutunup nefesleneceğini bildiği için. Her seferinde başkalaşarak yaşanan bu düşünsel deneyim, bir okur için paha biçilmezdir. Keyif almanın, maceralı bir yolculuk yapmanın ötesinde, hayatı, insanları anlamak için, hem de daha doğru anlamak için seçilmiş zahmetli bir yolculuktur. Ve böylesi kitapları başucunda saklar okur. Ya da benim gibi sürekli çantasında taşır. Kendinden ayırmak istemez parçasını.

Vasili Grossman’ın romanı Yaşam ve Yazgı, böylesi bir kitap oldu benim için. Bir okuma şöleni oldu. Ancak o şölen, bildiğimiz eğlence anlayışını içermiyordu. Havada uçuşan kahkahalar azdı. Daha çok hüzün hâkimdi sayfalara. Hüznün eşliğinde Stalingrad kuşatması altındaki halkların yaşantıları vardı. Savaşta kaybettiği oğlunun mezarı başında geçirdiği saatlerden sonra, derinden değişmeye başlayan bir ananın yazgısı vardı. “Savaşta oğlunu kaybeden anneye karşı bütün insanlar suçludur ve insanlık tarihi boyunca da bu annenin önünde boş yere kendilerini aklamaya çalışırlar,” * diyen bir yazar vardı o romanda. Annesinin, toplama kampından yazdığı tek mektuptaki, Hiçbir zaman kendimi Yahudi gibi hissetmedim, çocukluk yıllarımdan beri Rus kız arkadaşlarımın arasında büyüdüm, tüm şairler içinde en çok Puşkin’i sevdim, bir salon dolusu seyirciyle, Rus köy hekimleri kongresine katılanlarla birlikte gözyaşlarına boğulduğum oyun, Stanislavski’nin sahneye koyduğu Vanya Dayı’ydı… İşte annenin sana yazdığı son mektubun son satırı. Yaşa, yaşa, sonsuza dek yaşa…“* cümlelerini okuduktan sonra, savaştan önce Yahudi olduğunu hiç düşünmediğini fark eden ve meslektaşları tarafından günden güne dışlandığı halde bu duruma anlam veremeyen bir fizik profesörü vardı. Dahası, yazgısıyla yaşamını şekillendiren insanı ya da yaşamıyla yazgısını belirleyen insanı; savaşın-şiddetin-öfkenin insan yazgısını şekillendiren yaşamsallığını ya da yaşamın iyiliğini-kötülüğünü avuçlayan, besleyen belki yok eden yanını tartışan bir yazar vardı bütün o satırlarda.

Evet, vardı. Hayır, var.

Geçmiş zaman kipiyle konuşmak ne kadar hüzünlüdür aslında. Tarihsel olayların anlatıldığı edebi metinlerde sıklıkla karşılaşılır bu duyguyla. Eğer doğru örüntülerle kurulmuş, insancıl bir yaklaşımla yazılmış metin ise okunan, oradaki geçmiş zaman kipi, sadece fiilin sonundaki boynu bükük ekler olarak kalmaz. Anlatır. Geçmişin aslında bugün olduğunu anlatır. Bugünlerden kurulu bir tarihe olan yaklaşımın gözden geçirilmesini sağlar, yeniden ve yeniden. Okuyanı bugünlere karşı sorumlu hissettirir. Çünkü tarihin içinde bugün yüzmeye devam eden birinin, geçmiş denen bataklığın içinde yitip gitmiş yaşantıları kanlı canlı okuması, dahası kanlı canlı görmesi ve onlarla birlikte geçip gitmiş olayların içinde olması dehşet vericidir. Dehşet duyulan bu anlarda durup düşünülür. Tam da Grossman’ın, romanın bazı bölümlerinde yaptığına benzer bir şekilde, kendisiyle konuşur gibi sorguladığı o konular üzerinde düşünülür. Yazarın, okurun gözüne sokmadan ama açıklıkla sorguladığı iyilik ve kötülük üzerine düşünülür örneğin.
Olay şudur: Gestapo sorgusundan sonra Bolşevik Mostovskoy, SS subayının onun yazdığını söylediği ve sorgudan gönderirken okuması için yanına verdiği mektupla baş başa kalır. Tedirginlikle okur. Mektubun ilk cümlesi şudur: “Yeryüzünde yaşayan insanların çoğu ‘iyiliğin’ tanımını yapmayı aklına getirmez. İyilik nedir? Kimin için iyilik? Kimin yaptığı iyilik? Bütün insanlara, bütün kabilelere, yaşamın tüm durumlarına uygulanabilen ortak, genel bir iyilik var mıdır?”*

Mektup boyunca kurumların ve kişilerin iyiliği sorgulanır. Başlangıçta iyiliğe inanmayan ve bunun nedenlerini insanlık tarihinden itibaren örneklendiren mektup yazarı, sonlara doğru anımsadığı, gördüğü bazı olaylar eşliğinde iyiliğin kendince tanımına ulaşır. İnsanların körpecik yüreklerinde kendiliğinden, aniden oluşan bir yardım, bir duygu olarak ortaya çıkar iyilik. Ama nasıl, nasıl? “Yaşamın sertliği, acımasızlığı yüce yüreklerde iyilik doğurur, bu yürekler iyiliği yaşama geri verirler, yaşamı içlerinde taşıdıkları iyiliğe benzeterek değiştirme isteğiyle doludurlar.”*

Mektup yazarının ulaştığı sonuçlardan biri de oldukça sarsıcıdır insanlık için. “Yaşamın devinimi insan bilinci tarafından her zaman iyinin ve kötünün savaşımı olarak kabul edilir, ama öyle değildir.” * Bu saptama, Grossman’ın lezzetli edebi diliyle şöyle anlatılır: Artık kötülüğün gerçek gücünü görüyorum. Gökler boş. Yeryüzünde sadece insan var. Kötülüğü neyle söndürmeli? Canlı çiy taneleriyle mi, insanın iyiliğiyle mi? Ancak bu alev tüm denizlerin ve tüm bulutların suyuyla söndürülemez, İncil zamanlarından şimdiki demir çağına dek birikmiş küçücük bir avuç çiyle hiç söndürülemez…” * Ve şu cümlelerle biter mektup: “İnsanların tarihi, kötülüğü yenmek isteyen iyiliğin savaşı değildi. İnsanın tarihi, insanca olan şeylerin tohumunu ezip öğütmek isteyen büyük kötülüğün savaşıydı. Ama eğer insanın içindeki insanca şey hâlâ ölmemişse kötülük artık zafer kazanamayacak demektir.”*

Mostovskoy, bu sözlerin dengesiz bir adam tarafından yazıldığına hükmeder. “Sakat bir ruhun felaketi!” * der. Ama okur böyle düşünmez. Belki de böyle düşünür, kim bilir… Yine de şurası tahmin edilebilir ki, tam da bu bölümleri okuduktan sonra kitabı elinden bir süreliğine bırakır. Derin bir nefes alır. İçine çektiği havayla ciğerlerine giren taze, yeni düşünceler vardır. Romanın ilk sayfalarında aklına yayılan o tatlı uyuşluk, bu düşüncelerle erir; yerine anımsamalarla-çağrışımlarla dolu bir fırtına başlar. Böylece alımlama süreci de başlar. Grossman’ın cümleleri eşliğinde, Yaşam ve Yazgı’daki insanların yaşadıklarıyla birlikte kendi geçmişinin, bugününün, yaşayıp unuttuklarının, duyumsayıp yüreğine gizlediklerinin bir dökümünü yapar. Kâh Stalingrad’daki savunmanın bel kemiği olan evin içindeki sığınaktadır, kâh çocukluğundadır. Okur, tam da bu düşünce durumundayken hem kendisidir, hem Mostovskoy’dur; hem de gaz odasında beline sarılarak ölen, ona emanet edilmiş oğlan çocuğuna bakarak “Anne oldum,” * diyen Yahudi Sofya’dır. Ve düşünmeye devam eder okur. Sorar: Acaba ben iyi miyim?
Sarsıcı değil mi?

İşte bütün bu duvar yıkan, ezber bozan oluşların, olası soru ve yanıtların müsebbibi yazar Vasili Grossman’dır elbette ve o sözcükleri okura taşıyan çevirmen Ayşe Hacıhasanoğlu’dur. Bunu da bilir okur. Unutmaz bunu da, düşünürken ve alımlarken.

Öyle değil mi sevgili okur?

*Yaşam ve Yazgı, Vasili Grossman, Rusça aslından çeviren: Ayşe Hacıhasanoğlu, Can Yayınları, Ocak 2012

Kategori: