UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Van Gogh Kulağını Neden Kesmedi?

06 Oca 2014
oktay

""
Yalnızlığımdan çıktığımda, ilk kez bu köprünün üstünden geçerken, gözlerime inanamadım; baktım, baktım da, en sonu şöyle dedim: «Kulak! Adam büyüklüğünde bir kulak!» Daha yakından baktım: evet, kulağın altında acınacak kadar küçük, zavallı, çelimsiz bir şey kımıldıyordu. Gerçekten, o kocaman kulak küçücük bir sap üstüne tünemişti, — bu sap da insandı!
Zerdüşt - Kurtuluş Hakkında

Düşünce tarihi duyu organlarının hakimiyet savaşının tarihi olarak okunabilir. Bu hakimiyet savaşı ise galibin hangi duyu olduğuna bakılmaksızın tek bir galibe yazgılı olmuştur: İnsan biçimcilik. Felsefe son iki yüz yıla dek kayda değer bir başarı gösterememiş olsa da insan biçimciliğe saldırının adıdır. Platon dahi hakikat adına yürüttüğü savaşı "kavramsal bir kesinlik" ile kutsadığında felsefenin bu karakterini bir kenara atamamıştır.Platon'a göre duyular yanılsamaya yol açarlar. Bir "hakikat" felsefesi olarak Platonculuk -ki bir insan biçimciliktir-, duyuların itiş kakışından bunalan düşünürün eline geçen keskin kılıçtır, ancak Gordion Düğümü'nü kestiğinizde hiç de düğüm çözülmüş olmaz. Ne var ki, bu yazının konusu hakkın rahmetine kavuşmuş Platonizm değildir ama yine de burada o uzun kulaklarını çekeceğimiz şeyin adı diyalektiktir.

***

Daha işin başında dilimin altındaki baklayı çıkarayım, burada hedef tahtasına yatırılan "masum kadın" Van Gogh Kulağını Neden Kesti? dir. Çark-ı felek fi tarihinden beridir dönmekte, keyifler yerinde, bıçaklar henüz bellerde; ellerde sadece ısırılmış elmalar, yakında bir aşüfteye atılacaklar. Aşüfte önce "......!" diyor avaz avaz. Duyuyoruz, anlamıyoruz.Anlıyoruz, unutuyoruz.Tam hatırlamışken söyledikleri daha da hoşumuza gidiyor, elmayı bırakıp bıçakları çekiyoruz. Daha çok bağırıyor. Yok ki bir uzun kulak aramızda, onun dilinden konuşsun, anlasın.

Çark-ı felek ki, fi tarihinden beridir dönmekte, keyifler yerinde, bıçaklar işte ellerde...

***

Hegel 'in Eşek Kulakları

""
Uzun kulaklarının olması , daima Evet demesi,
katiyen Hayır dememesi, ne mechul bir hikmettir bu?
Kendisine benzeterek yaratmadı mı alemi,
mümkün olduğunca budalaca yani?
-Lakin eşek bu sözlere İ-A diye eşlik etti.

Zerdüşt

Günümüzde sahiden de "post-modern felsefe" ve "politik felsefe" olduğunu kabul edecek olursak bunlara ad verirken birer sözcük eklemek gerekir : Kulak. Her iki "felsefe" de esasında insan biçimci bir auto-philosophia'dır. Bu kulak(oto/auto) felsefeciliği aynı zamanda bir "kendi"(oto/auto) felsefesi olarak karşımıza çıkmaktadır.Böylece " Kendini bil!" buyruğu insan biçimcilikle birleşerek entelektüel etkinliği emri altına almaktadır. İnsan biçimcilik, "relaliteyi" insan duyu ve anlağı ile şekillendirmek ve ortaya çıkan ürünü hakikat seviyesine yükseltip kutsamaktır. Böylece hakikat, insan denilenin Freudcu anlamda bir yanılsaması yani beklentilerin ve isteklerin hakikat olarak kabul görmesi olmaktan öteye geçememektedir. "Kendini bil" buyruğunun yol açtığı tüm kimlikler bir insan biçimciliğin diğeri üzerindeki zaferi ile mümkün olmaktadır.Tanrının buyruğu olan "Kendini bil!" , "Rabbini bil" ile tamamlandığında da ; kopernik devrimi ile birlikte ortaya çıkan hümanistik "kendini bil" ile de değişen bir şey yoktur.

Kopernik devriminin gerçekleşmesinin tarihsel anlamını bu noktada tekrar düşünmek gerekir: O, "insana" öteden çıkıp gelen "Kendini bil!" buyruğunu- ki diyalektiğin ilk olumsuzlamasıdır- bu dünyanın içinden duyurmuştur. Böylece Kopernik devrimi insanı alemin merkezi bir kutsal varlık olmaktan çıkarmış, ancak insan kendini kutsal olmaktan çıkarabilmenin kutsallığına erişmiştir. İşte, bu "Kendini bil!" buyruğunun "modernist" anlamıdır ve diyalektiğin ikinci olumsuzlamasıdır.

"Kendini bil" buyruğunun "post-modern anlamı" ise tam da Barış'ın "gündelik hayat adamı" olarak ifadelendirdiği kavramda ortaya çıkar. Ancak burada unutulan nokta, gündelik hayat adamının tam da Hegelci auto-philosophia 'nın en uç hali olduğudur. Kulak merkezli bir etkinlik olarak felsefenin, "Kendini bil!" buyruğuna itaat ile edimselleşebilen bir felsefenin mantıksal sonucu "post-modernizm"dir. Yani, post-modernizm Hegelciliğin son-ucudur.
Kimlik kuramları olarak kulak(ya da ses merkezcilik) ve göz merkezcilik(örneğin Lacancı ayna kuramı) insan biçimciliğin varyasyonlarıdırlar. Bunlar örneğin "insansı-primatın" ya da bir "köpeğin" öz-bilince sahip olma olasılığına kasteden insan biçimciliklerdir. İşaret dili öğrenebilen, öğrendiği dil ile yeni basit kavramlar üretebilen primatların "kimlikleri", kulağı ve insan dilini merkeze alan kuramlarca yok sayılmaktadır. Temel duyu organı burun olan bir köpeğin ayna evresinden geçemeyecek olması onun "kimliğini" ya da "öz-bilincini" elinden almaktadır. Öyleyse kendini bil buyruğuna itaaten doğan entelektüel etkinlikle ,yalnız insan denilen , diyalektik-post-modern bir çıkmaz ile karşı karşıya bırakılmamış; aynı zamanda insan-türünün dışındaki türler de bir homo-sapiens faşizmi ile karşı karşıya bırakılmıştır. İnsan için önemli olan bilinç olduğu ve bu bilinç de insan-bilincinden başka bir şey olmadığı içindir ki, insanlık dediğimiz kavramın temelinde de tür/cins faşizmi vardır.

***

Duymanın felsefenin kurucu unsuru olarak kabul edilmesi, insan kimliğinin/özbilincinin dil mekanizması ile -burada dilden kastın sadece konuşulan dil olduğuna dikkat çekerim.Bu insan merkezciliğin son noktasıdır, öyle ki sağır bir insan dahi böylece öz bilince sahip değildir, yani insan-dışı bir canlıdır artık.- oluştuğunun söylenmesidir. Homo-sapiens'in faşizmi böylece kendi türüne de yönelmiş olur.Artık idealizmin kalesi matematik ve onun sessel olmayan dili de hasar görmüştür, çünkü felsefenin kurucu unsuru kulaktır. Bir zamanlar felsefe dili olarak kabul görmüş matematik artık filozof için mümkün bile değildir.

***

"Tanrı, öldü", onun ölümü ile "insan öldü." İşte, post-modern insan ölmüş insandır ; "walking dead"dir. Çark-ı felek dönmekte, her ölen yeniden dünyaya gelmektedir. Dönen çarkın bir yüzünde post-modernist vaizler diğer yüzünde ise muhtelif diyalektik konservativizmler yer almaktadır. Post-modern vaizler izleyecek buyruk bulamamakta, diyalektik konservativzmler ise durmadan "kendini bil" buyrukları üretmeye çalışmaktan başka bir şey yapamamaktadır. Ne kadar çok buyruk ortaya çıkarsa vaizlerin kendi vaazlarına inançları o kadar artmaktadır. Diyalektikçi, büyütecek kulaklar aramakta vaizler ise buna karşılık kulaklarını kesip atmaktadır. Üstelik diyalektikçiler kulağını kesen bu vaizleri "insanlık onuruna" kurban etmektedirler. Bu hikayede Çarmıhtaki İsa'nın başına gelen tekrarlanmaktadır. Van Gogh 'un Çarmıhtaki İsa olduğunu anlamışsınızdır, peki burada Aziz Paulus'un kim olduğunu söylememe gerek var mı?

Kategori:

Re: Van Gogh Kulağını Neden Kesti?

Paulus benzetmesini sevdim. Nietzsche'nin başlıktaki aforizması yanılmıyorsam Gezgin ve Gölgesi'ndeydi. Okuduğumda ne kastettiğini uzun uzun düşünmüştüm. Benim yazıda kullandığım kulakla Nietzsche'nin "kulak"ı arasındaki fark ve benzerlik üzerine yazacağım.


Re: Van Gogh Kulağını Neden Kesti?

Her iki alıntı da Zerdüşt'ten. Bu kulak meselesi pek çok fragmanda ve kitapta geçiyor ama. aklıma gelenlerden bir tanesi ecce homo'dan :

""
Korkarım, bende dithyrambos'un en yüksek biçimlerine varıncaya dek herşeye bir parça o hiç tatsızlaşmayan, "Almanlaşmayan" tuzdan, esprit'den katışmıştır... Başka türlü yapamam. Tanrı yardımcım olsun! Amin. –Hepimiz biliriz bir uzun kulaklının ne olduğunu, kimisi üstelik denemesini yapmıştır. Peki öyleyse, hiç çekinmeden ileri sürerim ki, en kısa kulaklar benimkilerdir. Kadınlar kayıtsız kalmazlar buna; sanırım onları daha bir iyi anladığımı da sezerler... Ben en iyi anti-eşeğim; böylelikle dünya tarihine geçecek bir canavarım; Yunanca anlamıyla –yalnız Yunanca değil– deccal'ım (antichristos) ben...

/neden böyle iyi kitaplar yazıyorum? fragman 2


Re: Van Gogh Kulağını Neden Kesti?

Oktay’ın anımsatmasıyla “Van Gogh Kulağını Neden Kesti?”yi okuyup yeni bir takım notlar almıştım tam da. (Bu kez jargon meselesi üzerinden Adorno’yu da konuya dahil ederek.) Bu tartışma iyi geldi. Yakında o notlar da çıkar piyasaya.

Oktay’ı hakkıyla cevaplayabilmek adına öncelikle “diyalektik” ile “postmodernizm” gerilimi üzerinde durmak gerek. Ancak ben bunu yapmayacağım. Keza bu izlekten giderek bugüne dek söylenmiş (artık internete girildiğinde bile nitelikli bir külliyatı oluşturacak kadar kabarmış) bir yığın lafzın ötesine geçebileceğimizi sanmıyorum.

Onun yerine “insanbiçimcilik” üzerinden daha yeni konuşabiliriz belki.

Ama öncelikle Nietzsche’nin kulağı ile benimkini bir yana yana koyup ölçmeli. İlk sorum şu: Nietzsche’nin Oktay tarafından alıntılanan metinlerindeki kulak metaforu ile (basbayağı benden öte edebî metafor kullanıyor Nietzsche) benim kulak metaforum birbirini çeliyor mu? Nedense ben kulağa Nietzsche ile farklı yönlerden ama aynı niyetle yaklaşıyoruz gibi hissediyorum. O, daha çok da, bir müddet içinde bulunduğu akademik camiayı işmar ederek “Bunlar kulak adamıdır,” diyor. “Bir arpa boyu yol gidemezsiniz bunlarla. Keza sinik, kem gözlü ve salt tepkiseldirler.” Bunlar doğrudan onun sözleri değil elbet; ben ağzına yakıştırıyorum. Ancak, yanlış anımsamıyorsam Ahlâkın Soykütüğü Üstüne kitabında, söz konusu bu “sapın üstündeki kulak”lar için “yalnızca başkalarının düşündüğü düşüncelere bakarlar” diyerek onları evde kalmış kızkurularına da benzetir. Katılmamak ne mümkün.

Peki benim kulak metaforumun çıkış noktası neresi?

Benim için kulak, dile karşı kulak (işte Oktay’ın bendeki diyalektiçiyi yakaladığı nokta). Benim kalkış noktam akademisyen değil bu kez, ama onun kem gözünün çok benzerini taşıyan, konuşma hastalığına tutulmuş, çok bilmiş özne. Kendi jargonuna hapsolmuş bir dil adamı. “Van Gogh Kulağını Neden Kesti?”nin ana hattı buradan geçiyor. Yani kulak salt bir metafor, felsefi bir temellendirme değil (yazının da söylediği gibi). Onun yerine iletişimi mümkün kılıyorsa “ayak” da diyebilirdim, benim açımdan bir sakıncası yok.

Gelelim meselenin ciddiye alınması gereken asıl noktasına: İnsanbiçimciliğin eleştirisi. Oktay’la bu konuda da, çok istememe karşın, restleşemeyeceğim. Keza eleştirisine katılmadan edemiyorum. Yalnızca insanbiçimcilik eleştirisinin tuzaklarına dair bir şerh düşmek ihtiyacı duyuyorum. Metaforu aşan her türlü gerçeklik saptamasını (Nietzscheci anlamda yorumun hakikatin yerine konumlandırılmasını) tehlikeli bulan biri olarak insanbiçimcilik eleştirisinin en büyük açmazı sanki yerine ivedilikle animist bir spiritüalizm ya da natüralist bir gerçekçilik geçecek gibi durmasıdır. Bir jargonu bir diğerinin ahu bakışları uğruna terk etmek alıklıkların en büyüğü olacağından metaforu metafor olarak muhafaza etmenin derdine düşelim derim.

oktay dedi ki:
Bir zamanlar felsefe dili olarak kabul görmüş matematik artık filozof için mümkün bile değildir.

Oktay’ın matematik üzerinden öne sürdüğü metaforu izleyeceğim. Matematik filozof için artık sadece şiir olarak mümkündür. En çok da bu yüzden ona dinleyecek/ yorum getirecek bir "kulak" gerekecektir. Smile


Re: Van Gogh Kulağını Neden Kesti?

alıntıları yaptığım kitap olan Zerdüşt gibi "edebi" bir kitabı felsefesinin zirvesi olarak gören bir düşünürün için "kulak dediğinde edebi anlamda kulaktan bahsediyor" demek anlamsızdır.Nietzsche edebi olan ile felsefi olanı ayırmaz.
kısa kulak -yani kendi kulakları- , içi labirente benzeyen kulakları; her şeyi yüklenen hegelci eşeğin kulaklarının tam zıttıdır. anti-eşek, deccaldir.yani çarmıhtakinin karşıtıdır.çarmıhtaki tanrı imgesi -ki pavlusun işidir bu imge - hegel'in diyalektiğin formülü olarak sunduğu şeyin ta kendisidir.
diyalektik her şeyi içine alır ve sistemine yedirerek işler. yani diyalektik önüne geleni yutar, çiğner ve dışkılar ve bir "öz-bilince" ya da "bireye" dönüştürür. o tüm hakikatleri tarihselleştiren ve onları böylece bir eşek gibi yüklenerek hayatı çileci bir hakikat ile anlamlandıran düşünce tarzıdır. işte, "kulak adamı" böylece belki de hala en kudretli akademik filozof ve "hegel"dir.(shopenhauer'i popülerliği ile kıskançlıktan çatatan adam olduğunu hatırlatayım) sadece "hegelde" kulağa yapılan vurgudan dolayı değil, o kendisi(sistemi) her şeyi özümseyen bir koca kulak olduğu için de...

Yaptığım alınyı genişleteyim:

""
Fakat ben, insanlar arasında bulunalı beri görüyorum ki, birinin tek gözlü, öbürünün sağır, bir üçüncüsünün de topal oluşu ve başka birinin dilini, burnunu veya kafasını kaybetmiş olması önemsiz şeydir.
Ben daha kötü şeyler gördüm ve görüyorum. Öyle ki, hepsini anlatamam. Bazıları hakkında da susmam. İnsanlar vardır ki, herşeyleri eksiktir, fakat yine de birşeyleri fazladır. İnsanlar vardır ki; büyük bir gözden, büyük bir ağızdan, büyük bir karından veya herhangi bir organdan başka birşey değildirler. Bunlara ters kötürümler derim.
Yalnızlığımdan dönüp de ilk defa bu köprü üzerinden geçerken gözüme inanamadım. Bir baktım, bir daha baktım. Sonunda şöyle dedim: " Bu bir kulaktır, bir insan kadar büyük bir kulak."
Daha dikkatli baktım; kulağın altında bir şey kımıldıyor ki, acınacak kadar küçük ve çelimsizdi. Gerçekten o muazzam kulak küçük ince bir sapın üstünde oturuyordu. Sap bir insandı. Gözünün önüne bir mercek koyan onda; küçük, kıskanç bir surat ve bulanık bir ruhçuk ta görebilirdi. Fakat halk bu büyük kulağın yalnız bir insan değil, büyük bir insan, bir dahi olduğunu söylüyordu.
Fakat ben halka, büyük insandan söz ettiği zaman hiçbir şekilde inanmadım. Ve büyük insan dedikleri şeyin bir kötürüm olduğuna ve bir çok şeyinin eksik, yalnız bir şeyinin fazla olduğuna hükmettim."
nietzsche


yani, söz konusu olan sadece kulağın aşırı gelişmişliği değildir. bir organın ya da güç istenci konfigürsayonunun diğer organları/konfigürasyonu neredeyse ortadan kaldıracak kadar gelişmesidir sorun. örneğin, sokrates te marazlı bir aşırı mantıksal gelişim sözkonusudur. (putların alacakaranlığı - sokrates sorunu) bence Nietzsche sartre'ı okusaydı ve belki de görseydi:) onu koca bir göz olarak betimlerdi. hatta fiziksel probleminin felsefesindeki göz ve görme vurgusuna yansıdığını bile "mecazen":) söyleyebilirdi.neyse, nietzsche'ye göre insan, ve insanın en büyükleri -hatta özellikle en büyük insanlar- esasında bir hastalığın en uç evresindeki tiplerdir. üstün-insanlar aslında bir hastalığın en üst seviyesinde yaşayan insanlardır. Tam da bunun için üst-insan değillerdir : onun çağırdığı üst-insanın soyu bir başka tanrıdan; dyonysostan gelir. insan ve üstün insanlar ise aynı soykütüğüne sahiptirler. en küçük insan ile en büyük insan aynı tepkisel karaktere sahiptir.Zaten insan denilen varlığın kendisi bir tepkisel oluştur.

""
"Duyma gerçekleşmezse görme, dokunma ve sonuç olarak dile getirme etkinliklerinin hiçbiri
bir anlam taşımaz. Dile gelen duyulmadığı takdirde, konuşan boşuna konuşmaktadır.
Sözcükler fişlerde havaya asılmış anlamsız şekillere dönüşürler. Kendini kurmayı
becerebilmek ötekini duymaktan geçer. İnsan oluşun yegane şartı olan bir insan tarafından
tanınma şansını yitirdiği için gündelik hayat adamı hayaletler evrenine hapsolmuştur.Kendini arayanın etkinliği bu yüzden övülesi bir etkinliktir."[9] barış acar

insan biçimcilik budur. duyma ve insan dili-yani sağır olmayan bir insanın dili, sağırsa ...- burada diğer tüm sürecin temeline yerleştirilmiştir. sescil olmayan matematik dilinin sescil olmasıyla tanımlı şiire dönüşmesi de bunun için kaçınılmazdır... çünkü düşünceyi biçimlendiren temel ve egemen duyu olarak işitme atanmıştır. Matematik bir sanat olarak düşünülebilir, ancak sanat ile şiir aynı şey değildir ki...eğer amaç şiirdeki mecaziliğe işaret etmek ise, neden hala kulak ve sesi çağrıştıran bir sanat seçiliyor. felsefeyi insan-biçimciliğe karşı gelişen bir etkinlik olarak tanımlamıştım. işte, insan-biçimcilik bir insan için hiç de insan-biçimcilik değildir. yani, insan-biçimcilik fark edilmeksizin kendini üretmeye devam eder.

barış'ın yeni bir şey söyleyecek değiliz dediği konu hakkında (diyalektik-postmodernizm ilişkisi ve "birey" hakkında) ve aslında barışın yazısının en önemli ve temel kısmı olan husus hakkında birkaç kelam daha etmeye çalışacağım."başkasını duymanın" insan olmanın/kendini kurmanın temeline yerleşmesinin mantıksal sonucu "kendini duyurma"dır. işte, post-modern birey bu "kendini duyurma" kipinden başka bir şey değildir.(sosyal medya,bbg evi vs..) köle efendi diyalektiğinde, bir insan tarafından tanınma şansını yitirmek , bir insan tarafından tanınmanın diyalektik yönteminde gizil halde bulunmaktadır. işte, post-modernizm böylece diyalektiğin kendi hiçliği ile yüz yüze kaldığı tarihsel zamandır. yani, "kendini bil" buyruğu ve tanınma diyalektiği ve kimlik/özne/öz-bilinç hususu (diyalektik/postmodernizm meselesi), barış'ın Van Gogh Kulağını Neden Kesti?"si için ana meseledir. barışın son mesajında bunu es geçiyorum demesine oldukça şaşırdım. çünkü yazıdaki kulak meselesinin bir "mecaz" olduğunu söylediğine göre, yazının "mecazi olmayan kısmı" tam da bu post-modern özne meselesi oluyor:) ki yukarıda da "mesele kulak değil, çok bilmiş post-modernist özne" demiş...

barış, kulak dediğinde "mecazi" bir kullanımı kastetsin ya da etmesin, -mecaz ise hegelin kulağının ve duyma yetisinin yazıda o kadar vurgulanmasını gereğini anlamıyorum... derrida'nın da ifade etmeye çalıştığı üzere hegelde ses merkezci (dolayısıyla kulakçı) bir düşünme tarzı söz konusudur ve yukarıya alıntıladığım,duymayı diğer duyuların temeline yerleştiren paragrafı yazıya alırsanız ve de referansı "hegele" verirseniz "mecazi" demenin gerek ve yeter şartları zarar görmüş olur.- benim üzerine mecazi ve hakiki olarak gittiğim mesele diyalektiktiktir, pavlusçu çileci idealdir yani,yazıda "insan onuruna kurban edilen isa/gogh"dur. yani, "Van Gogh Kulağını Neden Kesti?" sorusuna verilen tüm o yanıtlardır.

bu arada gogh sahiden de bir vaizdi ve isa gibi, sokrat gibi bir mizaca sahip olduğunu söyleyebiliriz. yani, bir çileci ideal tesis edecek kurnazlıktan, bir papazın kurnazlığından yoksundu. platon sokratesin pavlusudur, barış ise gogh'un sokratesi olmak niyetinde... oysa bu vaizlerden biri dünyadan usanmış, baldıranı bile kurtuluşu olarak görmüştü, diğeri kendi çarmıhını taşıyarak, bir tokat vurana öte yanağını çevirerek yitip gitmişti, gogh 'un yaşam hikayesini ise zaten biliyorsunuzdur.onlar bir idealin yokluğundan duydukları ıstırap ile yaşamışlardı ve ölmüşlerdi; pavluslar ise onların bu acılarını bir ereğe ve anlama bağlayarak "insanı" kurtarma derdindeler.

bu arada hep 3. tekil şahsa hitap ediyormuş gibi yazmamın sebebi, bunun gibi yazılı iletişimlerde doğrudan hitabın muhattabı biraz gerdiğini gözlemlememdir.


Re: Van Gogh Kulağını Neden Kesti?

Oktay’ın karşı çıkma tarzı beni kızdırıyor, ama gariptir seviyorum da aynı zamanda bu tarzı. Hani, karşımda konuşan ben olsam, ben de tutar hiçbir uzlaşıya yanaşmayan –kendinden çıkıp kendine varan– bu dili seçerdim bana karşı.

Hegel ve Schopenhauer arasındaki karşıtlık aracılığıyla “kulak”ı tanımlamak bence de gayet mantıklı. Hele ki Hegel’in kulaklarının halen akademide yaşayan kulak olduğunu bildikte diyecek gerçekten az söz kalıyor geride. Organların birbirine baskınlığı ve bir diğerini tüketmesi konusundaki hassasiyete de katılıyorum (Deleuze insan-makine-oluş’ta bir güzel çözümlemişti bu meseleyi).

Gelgelelim, yine aynı noktadan yola çıkarak, şu da söylenebilir: Schopenhauer ile Hegel arasındaki gerilim de tarihsel anlamda değerlendirildiğinde (Oktay buna çok kızacak ama) bir tepkisellik, bu yüzden de (kötü) diyalektik ilişkisidir. (Ponty buna karşı olumsal bir türde diyalektiği de öneriyordu, ama, işte, bu mevzulara daldıkta konu diyalektiğin çözümlenmesine varacak ki, ne kaynak yazı bunun için doğru çıkış nopktasıdır ne de forum altyapısının diyalog ortamı bu tartışmalar için genel kültür malzemesi sağlamaktan öteye geçer. Oktay’ın sözünü ettiği tartışmaya girmekten sakınma nedenim de budur.) Özellikle Nietzsche üzerine yazılmış şu kitap bu tarz incelemenin güzel örneklerinden biridir. Tavsiye ediyorum: Aklın Yıkımı - Georg Lukacs.

Yazıdaki Van Gogh’un İsa, dolayısıyla yazıyı yazanın da kılık değiştirmiş bir Pavlus (yani dünyayı kurtarmak niyetinde olan diyalektikçi) olduğu görüşüne katılıyorum. Oktay güzel görmüş burayı. Bu anlamda eleştirisi yazıyı kalbinden vuruyor. (Bunun postmodern olanla ilgisi konusunda söyledikleri bana pek bu tarihsel ana özelleştirilebilir gibi görünmüyor, yine de “kulak” isteyen olsa olsa “dil”dir saptaması mantıklı geliyor bana. Böylece söylem bir kere kurulduktan sonra kendi sarmalında devam edebiliyor.)

Bir tek şu söylenebilir gibi geliyor bana, bu eleştiri karşısında ayakta kalmak için: Ben, “kulak”ı önermiştim Oruç Aruoba’nın “Yanamayan odun tüter.” aforizmasından yola çıkarak; bunca dumanın altında nefes alabilmek adına önerilenin ne olacağını merak ediyorum. Oktay, Hegelci kulak olduğunu söylüyor zaten insanın, ben ise günümüz insanının kulak olmayı da bıraktığını, her ulusu tanıyan, her ağza giren, her yanımızı kuşatan “dil” olduğunu düşünüyorum. (Hatta Antik Yunan’daki gözün egemenliğinden daha büyük bir göz-dil’e doğru evrildiğimizi sanıyorum.) Kulak belki pragmatik bir çözümdü (bütün diyalektiği bu tür bir pragmatizme indirgemek de mümkün belki), yine de Nietzsche’nin bugün için önerisinin ne olacağını bilmek isterdim. Keza içinde yaşadığımız dünya Hegel'in dünyası değil. O, 20. yüzyılla birlikte çoktan kayıplara karıştı.


Re: Van Gogh Kulağını Neden Kesti?

""
Gelgelelim, yine aynı noktadan yola çıkarak, şu da söylenebilir: Schopenhauer ile Hegel arasındaki gerilim de tarihsel anlamda değerlendirildiğinde (Oktay buna çok kızacak ama) bir tepkisellik, bu yüzden de (kötü) diyalektik ilişkisidir. / barış

tabii ki, schopenhauer tepkiseldi. bir kulak adamı olmak istemişti ama karşısında haşmetli hegel vardı, onun hakkından gelememişti. zaten schopenhauer, van gogh/isa gibi yaşamayı öğütlemiş ama öğütlediğinin tam zıttı bir yaşam sürmüştü. belki de, burada söz konusu olan nasihatleri ile kendisi için isa olacak ruhlar biçimlendirmek isteyen bir pavlusçu içgüdüdür. neyse, bu konuyu bir kenara bırakacağım; başımıza bir de schopenhauer meselesi çıkmasın şimdi Smile

demek istediğim, schopenhauer'i hegelci kulağın alternatifi olduğu için, ya da schopenhauer'i hegel karşısında haklı bulduğum için anmadım. Değilse "schopenhauer'in hegele bakıp kıskançlıktan çatladığını" söylemezdim.


Re: Van Gogh Kulağını Neden Kesti?

Bu tartışma alevlenmeden önce yazdığım, şu anda ikinci bölümünü bitirmek üzere olduğum yazıdan:

""
Jargon üretiminin en önemli faktörü ilk elden dil ile kulak arasında bir bölünme yaratılmış olmasıdır. Felsefî gelenek öncelikle dilin ve dolayısıyla sözün hakkını vermeyi gerektiriyorsa da, asıl kırılma dile gelen sözdeki dönemeçleri fark edecek ve onlara doğru soruları yöneltecek bir kulağı şart koşar. Filozofun çoğu zaman tek başına da başarabildiği bu öznelik bölünümü/ dağılımı, gruplar söz konusu olduğunda çoğunlukla sözün kulakta yitimine, dolayısıyla gerçekten duyulmayan (soru üretmeyen) sözün tekrar edilerek çoğaltılmasına yol açar. İşte jargonun doğduğu yer bu çoğalmadır.

Kaynak: Grupçuluk ve Jargon


Re: Van Gogh Kulağını Neden Kesti?

""
(...)Bu yüzden örgütlerde olduğu gibi arkadaş gruplarında da kullanılmadığını gördükte kulağı kesmenin önemine inanmak gerekir. Olmayan kulak hiç değilse eksikliğin kaynağını işaret etme dürüstlüğünü gösterecektir.(...)

Kaynak: Grupçuluk ve Jargon

barış iki yazıyı ilişkilendirdiğine göre buradan devam edeyim:

bir uzvun kesilerek hizaya sokulması, uzvun sakatlanması ve bu sakatlık damgası ile bir "göstergeye" dönüşmesi ve onun dürüstlük/erdemlilik ile süslenmesi insan denilen varoluş kipinin kimliklenmesinde karakteristiktir.(misal; yahudinin tanrı ile antlaşmasının mührü olan sünnet, müslümanın sünnet edilmesi, çeşitli kültlerdeki asketik uygulamalar...tıpkı barış'ın erdemlisi gibi, mistiğin ve mutasavvufun kendini çevresindekilerden yalıtması. şu pek moda olmuş mevlana/tebrizinin arkadaşlık ilişkisi mesela..) "insan", her zaman bir yokluk/eksiklik metonomisi üzerine inşa edilmiş olan tipe verilen addır. böylece "insan onurundan kulağını kesen van gogh'un" kulağına atfedilen erdem de, esasında ucundan accık alınan pipiye atfedilen erdeme benziyor.

benim iddiam şudur ki, "dil ve kulak kolerasyonuna" eylemden daha uzak bir şey bulunamaz. dil, eylemin kayıt altına alınarak anlaşılabilir kılınmasıdır ve "dil ve kulak kolerasyonu" bu anlaşılabilirliğin meşruluğunu sağlamaya dair cılız bir hamledir. son kertede, "jargon ve onun kurulmuş/sahte öznelikleri" ile "dil ve kulak kolerasyonundan çıkıp gelen otantik özne" (yazıda filozof olarak da örneklenmiş olan özne) arasında radikal bir fark olmadığı görülecektir. başka bir ifade ile "iki kişi" arasındaki konuşma/dinleme o derece başarılı olmuş bir jargondur ki, pekala artık onun jargon olduğu bile unutulmuş olabilir.