UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Tayfa Öyküleri - Kaçak

20 Şub 2014
Mehmet Sürücü

Tayfanın içinde Eleşkirtlisi de var, Balya’nın dağ köylerinden olanı da. Şaşırmıştım ilk duyduğumda. Denizci, balıkçı, tayfa olmak için illâ ki deniz kıyısında doğmak, öyle bir yerde yaşamak gibi bir önyargı var demek bende. Bir gün iyice denizle, balıçı teknesiyle, mola yapma, ağ çekme, rüzgâr, martı ile ilgili bir şeyler yazmanın niyetine girdiğimde, defterimi alıp kamaraya indim. Sırayla sorup, adlarını, nereli olduklarını, yaşlarını, evli bekâr hallerini yazıyorum. Denize bu kadar uzak yerlerden tayfa olarak gelinmesi bana anlaşılması güç geldi ilk anda. Teknede, genel kamarada hep kenarda duran, lafa karışmayan, esmer, yanık tenli, kıvırcık saçlı, alın çizgileri çoğunlukla sıkıntılı bir genç ilişiyordu gözüme. Yine bir köşede, buğulu kamara penceresinden dışarı bakar gibi yapıyor. Yanına sokuldum. Selam verdim. Yarımsurat, daha çok gözlerini kaydırarak baktı. Keyifsiz, limoniydi. Ben, “Senin adın ne, ya soyadın, memleket nere, çoluk çocuk,” diye girince lafa, “Sana ne kardeşim, sen kimsin, necisin, polis misin, candarma mı, ne sorup duruyorsun?” dedi. Kalkıp da inmeyen toplu tabanca horozu misali, kalakaldım öyle. Haklı. İnsanın elinde defteri, kalemi olması ona başkasının derdine burnunu sokma hakkını verir mi? Bozulur gibi olmadım, bozuldum resmen. Kusura bakma, düşüncesizlik ettim gibi bir şeyler geveleyip uzaklaştım yanından.

Sonra daha bir düşünür oldum onu. Bir tuhaflığı, bir farklı durumu vardı bu adamın. Bir gün aynı köyden biri, Nihat’la oturuyoruz kıçta. Ağların üstünde. Limandayız. Martılar daha bir cesaretli, yanımıza kadar sokulup, ağların arasında kalmış, derisi yüzgeçleri kuyruğu kurumuş balıkları çekiştiriyorlar. “Nihat nedir be arkadaş bu Yunus’un derdi, hikâyesi? Daha sonra, sağdan soldan duyup, adını öğrenmiştim, bir de hakkında birkaç söylenti. Sen bilir misin? Adamın ne derdi var?” Bir süre düşündü. Ardı ardına sigarasından çekti.

“Abi aynı köydeniz Yunusla. Balya’nın dağ köylerinden, İricepınar’dan. Kırlık, her yanın kaya taş kestiği bir yer. Tarlada saban pulluk işlemez taştan topaçtan. Tarla da ne tarla? İki evlek, yarım dönüm. Hayvan bakarak geçiniriz. Yarı aç yarı tok, devriliyor hayat bir yanlara. Hayat zor köyde. İş çetin. Seneler geçtikçe birer birer boşalıyor köy. Gönen’e, Balıkesir’e, daha uzak yerlere gidiyor gençler. Giden gelmiyor bir daha. Eskiden dağ taş koyun, keçi sürüleriyle doluyken, eksilen nüfusla satıldılar bir bir. O hanede kaldı on, bu hanede üç baş hayvan. Birleştirdiler hepsini, bir çoban buldular; Yunus, saldılar peşine. Temiz, namuslu, işine sadık adamdır. O alınca sürüyü semizledi, et bağlamaya başladı hayvanlar. Milletin hoşuna gitti. Çobanların piri ilan ettiler. Gururlandı yunus. Kepeneğini koysa dimdik duracak, bükülmeden. Usta oldu.

Günübirlik gezdiriyor hayvanları ormanda, ufak ufak ara çimenliklerde. Komşu köye yakın otlatırmış bir gün. Başına bu dert o günlerde sarılmış. O anlatmaz hiçbir şey. Ama tüm köy bildi sonradan olanı biteni. Uzatmayalım, komşu köyden bir kıza kaptırmış gönlünü. Sürüyü o yana o yana götürür olmuş her gün. O köyün adetleri, tabiatı bizden değişik. Pek görüşmemiz, işimiz olmaz milletiyle. Onların da bizimle. Sevmezler gidilsin gelinsin, değişik insanlar. Adetleri bizim yörükleri tutmuyor. Duyulunca Yunus’un işi, karıştı ortalık, burada da orada da. Kızın babası az biraz varlıklı. Kızı kilitlemiş eve. Köyde de pek muteber olmadı bu durumu. Düştü gözden Yunus. Ama yürek bu. Kim takar, kim dinler. Bir gün duyduk ki kaçmış bunlar. Babası, akrabaları, candarma düşmüş bizimkilerin peşine. Ara tara yok. Memleket büyük. Köy bile büyük ona bakarsan. Saklansalar bir evin tavan arasına kim bulacak. Diyenler bile oldu, başka yere gitmeyip, köyde saklandıklarını. Her neyse. Bir seneden fazla aradılar bu kaçakları. Bulamadılar.

Bu sene benim işler biraz dolandı kaderin ağlarına. Ne yapsam, ne yapmasam derken biri bir gün kahvede, balığa git oğlum, iyi para veriyorlar, dedi. Balığa mı, tayfa mı? İyi de ben ne bilirim denizi, balığı, balıkçılığı. Yüzme bile bilmem, Yunus da öyle. Köyün alt tarafında bir dere vardır, en delice aktığında bile yatağındaki yumruk kadar çakıl taşlarını örtmeye yetmez suyu. Nereden bilcem yüzmeyi, deryayı denizi? Her neyse, ama aklın yattı yine de. Yatmayıp da ne yapacak. Umarsızım. Birkaç arama, haber, telefon, bağladık işi. Toparlandım. Bindim bir sabah Çelek Halil’in minübüse, doğru Bandırma’ya.

Attım yatağı yorganı başaltına. Baktım biri yatıyor dipte, karanlığın koyulandığı yerde, yüzü duvardan yana. Ayağındaki yün çoraplar bizim ora işi, örgüsü deseni hiç yabancı değil ya neyse. Horlayıp duruyor. Elleşmedim. Çıktım. Yunusmuş abi. Görünce beni yüzü güldü, sevindi. Sarılıştık, öpüştük. Ondan sonra işte, denizde kollar olduk birbirimizi, yardım ettik gücümüz ermediğinde. Daha bir yandaş, yoldaş olduk. Bir gün lafı denk düşünce sordum, baktı, “Bana bir şey sormayacaksın ne oldu ne olmadı diye, yoksa gelmem yanına,” dedi. Sormadım ben de daha bir şey.

Böyle tayfa, böyle balıkçı oldum. İlk kez denizi gördüm, inanamadım. Korktum tabi, korkmam mı? Bir şeyi anlatırlar, televizyonda görürsün, ama bu başka. Bildiğimiz ne, süt sağmak, koyun kırkmak, peynir yapmak. Bu bambaşka bir hayat. İnsan alışıyor zamanla. Ama aylarca emdiğim süt burnumdan geldi, burnumdan değil de ağzımdan mı desem? Deniz tuttu. Sarhoş gibiydim gece gündüz. Kus allah kus. Midemde bir şey durmadı birkaç ay. Zayıfladım. Bir deri bir kemik kaldım. Sonra alıştım yavaş yavaş. Bir ucundan tutunca, her şeyden önce de, başka çaresi olmayınca insanın, katlanıyor, alışıyor insan.”

Sesimi çıkarmadan dinledim anlattıklarını. Lafı çevire dolandıra kuyruğuna erdirdiğinde, onun ne olup da balığa, bu denizin ortasına düştüğünü sordum. Baktı sitemli sitemli; “Abi bana dokunma, benimkisi de çetrefilli bi durum,” dedi. Elindeki bitik cigarayı denize attı.

Conrad, “Denizci öykülerinin dolaysız bir yalınlıkları vardır, anlamları da bir incir çekirdeğini ancak doldurur.” demiş Karanlığın Yüreği’nde. Deniz ve denizciler için bin’i geçkin sayfa cümleler düzen bir yazar bunu diyen. Ardından da eklemiş; “... öykünün anlamı çekirdeğin içinde değil, sisi belirleyen pırıltı gibi, ay ışığının ölü yalazının ortaya çıkardığı o puslu halelerden biri gibi, öyküyü saran her şey..”

Kalktık. Meyhaneye gittik. Ben verdim şarap paralarını.

s.8
Karanlığın Yüreği.Joseph Conrad.Çev.Sinan Fişek.Dost Kitap. 1982

Fotoğraf: Ufuk Sarışen, "Ağların Ardındaki Balıkçılar"

Kategori: