UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Sıradan bir günde, bir çakal…

14 Ara 2011
Mehmet Sürücü

Lodosun sokaktan havalandırıp, kahvehanenin açık kapısından içeri savurduğu mor soğan kabukları, havada kararsız hareketlerle dalgalandıktan sonra, biri pencereye doğru yönelirken, diğeri ocaktaki kazanının kenarına çarparak, bardağa çay dolduran yaşlı kahvecinin ayaklarının dibine düştü.

Kahveci Emin Ağa demliği kazanın üzerine bıraktı. Bardağın altına tabak, yanına şekerle kaşık koydu. Alışkın parmaklarının arasına sıkıştırdığı çayı, her zamanki telaşsızlığıyla götürmeye hazırlanırken, gözleri bir an ayaklarının altındaki mor soğan kabuğuna ilişti.

Pencerenin dibinde uyuklayan Hasan Ağa, masaya konan çayın tıkırtısıyla gözlerini açtı. Hafifçe kaykıldığı tahta sandalyenin üzerinde, bir süre bardağa boş gözlerle baktı. Toparlanıp, doğruldu. Cam tabağı ucundan usulca tutarak önüne çekti. Şekeri attı. Karıştırdı. Bir yudum aldı. Öne doğru uzattığı uyuşmuş sol ayağının altındaki mor soğan kabuğu, duyulur duyulmaz bir çıtırtıyla ezildi. Tozlu, sinek boklarıyla kaplı camdan deniz kıyısındaki çocuklara ardından iskelenin üzerindeki kırlaşmış sakallı kaptana baktı.

Arap Kaptan iskelenin ucundaydı. Defalarca baştan uca yürüyüp, uçta, birkaç metrelik betonda, dalgın dalgın dönüp durdu. Bir süre çatıları kiremitli evlerin içinden, en koyu dumanların tüttüğü eve baktı. Denizin yüzeyi lodosla hafifçe menevişleniyordu. Çırpıntılar arasında, bazısı ters dönmüş, bazısının içerisindeki kum tanecikleriyle salındığı, kıyıdan açıklara sürüklenen mor soğan kabuklarını fark etti. Kıyıya doğru uzanan kabuk şeridini izledi. Kumsaldaki soğan kabuğu ve kurumuş soğan sapı öbeğinin yanında oynayan çocukları gördü.

Kumun üzerindeki, tuzdan ve nemden tahtaları çürümüş, çıplak borda kıvrımlarıyla, sadece kaburgaları kalmış, tuhaf bir canlı iskeletini andıran sandalın kenarına sırtı pas renkli bir ispinoz kondu. Önünden yuvarlanarak geçen soğan kabuğundan ürktü. Rumlardan kalma, eski evlere doğru havalandı. Taş duvarı sıyırarak geçerken, rüzgârından duvarın oyuğundaki birkaç sineğin yapışıp kaldığı örümcek ağı dalgalandı. Kıyıdaki dalgaları, uzaklara bakan aylak martıyı, pantolonlarının paçaları kasıklarına kadar ıslak birkaç çocuğu, sıcak kumlara uzanmış uykulu bir köpeği, balkondaki yaprakları solmuş fesleğeni, rüzgârda uçuşan tül perdeleri, doğum sancılarıyla terden sırılsıklam sarı saçları acıdan eğrilmiş yüzüne yapışan kadının çığlığını, yere düşüp kırılan bardağın sesini ardında bırakıp, uçtu gitti.

Martı, çocukların attığı, ayaklarının dibine düşüp dağılan, yarısı çürümüş soğandan ürktü. Hafif, ürkek adımlarla kumların üzerinde belirsiz izler bırakarak çocuklardan uzaklaştı.

Çocuk irice bir soğan kabuğu aldı. Kenarındaki fazlalıkları, eğri büğrü yerleri koparıp düzledi. Yerden incecik parmak uçlarıyla, birazcık kum aldı. Ayası yukarıya dönük sol avucunun üzerindeki mor soğan kabuğuna dikkatle, tanecikleri sayarcasına boşalttı. Dizlerine kadar denize girip, soğan kabuğunu usulca suyun üzerine, lodosun sürükleyişine bıraktı. Bir süre, suyun çırpıntıları arasında kıyıdan uzaklaşmasını izledi.

Denize bıraktıkları soğan kabukları, lodosla kıyıdan açıklara doğru sürüklenirken, içinde biraz daha fazla kum olanları, minik dalgaların birkaç darbesiyle su dolup, batıyor, üzerindeki kumu suya döküp, tekrar yüzeye çıkıyordu. Denizin üzerinde soğan kabuğu şeridinden oluşmuş bir konvoy, yosunlarla kaplı iskelenin beton ayaklarını yalayarak açıklara doğru uzayıp gidiyordu.

Kahvedeki radyodan yayılan muhayyer faslı, kumların üzerinde yatan terk edilmiş kayığın yorgun tahtaları arasından dolanıp, kumları yalayarak esen lodosun sırtında, minicik dalgaların üzerinde sürüklenen mor bir filonun gemiciklerine eşlik ederek, Marmara’nın açıklarına yayılıyordu.

Bu mor devinim sürerken, çekeklerin ardındaki kel tepeden bir çakal yavrusu uluması yükseldi.

Çocuğun incecik, kum boşaltan, denizin yüzeyine hafifçe dokunan parmakları donup, kalakaldı. Arap Kaptan’ın ufka bakan gözleri boşluklardan sıyrılıp, döndü, Emin Ağa radyonun sesini hafifçe kıstı. Çakalın sesini, ardından da beklenen, hala gelmeyen bir sese kulak kesildiler. Hasan Ağa çakalın sesiyle donup kalan, sahildeki sıska, çelimsiz torununa baktı.

Acıyla eğrilmiş yüzüne terden sırılsıklam saçları yapışan kadının sevinç çığlığını, çakal yavrusunun ulumasını, Arap Kaptan’ın sıkıntısının, bekleyişinin üzerini, dünyaya açılan yeni bir çift gözün çığlığı bastırdı.

Birisi, derin, sıkıntılı soluğunu koyverip, “Moto sinko!”(1) derken, çakal yavrusu susup, bu daha önce hiç duymamış çığlığı dinledi.

(1) Moto sinko: Pomakça’da Torunum benim!

Kategori:

Re: Sıradan bir günde, bir çakal…

Mehmet Sürücü'nün ellerine sağlık.

Bu öyküde de, daha önce okuduğumuz "Piç'e Yazılmak" öyküsünde de dikkat çeken iki önemli unsur var: biri zengin görsellik, diğeri ise anlatı zamanının neredeyse duracak kadar yavaşlatılması.

Kamera (belki de fotoğraf makinesi demeliyim) bir sahneden bir başkasına özgürce dolaşıyor. Anlatıcı, hikâyeyi ayrıntılandırılmış fotoğraf kareleriyle anlatıyor. Bu nedenle, "Arap Kaptan, her zamankinden fazla daralan içiyle" gibi ifadeler öykünün bu yanını zedeliyor. Sanki anlatıcı bir karar verememiş, kendisini bir yerde konumlandıramamış gibi hissedyorum. Kaptanın sıkıntısı açıkça söylenerek değil de tavrıyla aktarılsa belki bu fotografik anlatım daha güçlü, daha etkili olacak.

Zamanın bu denli yavaşlatılması öyküdeki görselliği güçlendiriyor. Bu anlatım tarzı benim hoşuma gidiyor aslında. Ama betimlemelerin uzun cümlelerle yapılmasının okuyucunun işini zorlaştırdığını düşünüyorum. Birden çok şeyi anlatma işlevini yüklenen cümleler bence anlatımı sık sık sekteye uğratıyor.

Öykü bir doğum anını anlatıyor. Doğum anına gelene kadar uzun betimlemelerle bir sahne kuruluyor, atmosfer oluşturuluyor. Fakat bu sahneyle doğum arasında bir bağlantı kurmakta zorlanıyorum. Kurulan atmosferi tanımlamaya çalışınca aklıma iki kelime geliyor: sıkıntılı ve sıkıcı/sıradan. "Sıkıntılı" denebilecek bir tek kaptan var, onun da sıkıntılı olduğunu anlatıcı söylemese anlayabilir miyiz? Diğer öğelerse herkesin sıkkınlıkla zamanın geçişini bekledikleri sıkıcı/sıradan br günü anlatıyor bana. Kısacası, atmosferde hissetmem gerektiğini düşündüğüm "doğum sancısı"nı hissetmiyorum. Belki bu açıdan öykünün bir kez daha gözden geçirilmesi gerek. Soğan kabukları, martılar, kahvehane, çakal yavrusu... Bütün bunlar bir "sancı"yı betimliyor mu gerçekten öyküde?

Gözüme takılanlar:

""
Dışarısı lodosun tozlarıyla, içeriden sineklerin ince, siyah noktacıklarıyla saydamlığını yitiren camın ardından, deniz kıyısında oyuna dalmış çocuklara sonra da iskelenin üzerindeki kırlaşmış sakallı, gözlerinin etrafı kırışıklıklarla dolu kaptana baktı.

Cümlenin uzunluğu anlaşılmasını zorlşatırıyor. Belki 'dışarısı' yerine 'dışarıdan' dense cümlenin ilk bölümü daha anlaşılır olacakç Yine de cümleyi ikiye bölüp ayrı cümleler şeklinde söylemek anlatımı rahatlatır diye düşünüyorum.

""
Çayından doluca bir yudum alırken, öne doğru uzattığı uyuşmuş sol ayağının altındaki mor soğan kabuğu, hafif, duyulur duyulmaz bir çıtırtıyla ezildi.

Bu cümle, Hasan Ağa'nın camdan baktığı cümleden önceye alınsa daha iyi olur gibi hissediyorum. Böylece Hasan Ağa kaptana baktıktan sonra kaptanlı sahneye geçiş daha pürüzsüz olur.
""
hafif, duyulur duyulmaz bir çıtırtıyla ezildi.
Yalnızca "duyulur duyulmaz" yeterli değil mi? "Hafif"e gerek var mı gerçekten?

""
Taş duvarı sıyırarak geçerken, rüzgârından duvarın oyuğundaki birkaç sineğin yapışıp kaldığı örümcek ağı dalgalandı.
Öyküyü ilk okuyuşumda "Neyin rüzgârından?" sorusuna bir cevap bulamadım. İkinci okuyuşumda bunun "kuşun rüzgârı" olduğunu anladım. "Önünden yuvarlanarak geçen soğan kabuğundan ürktü, havalandı." cümlesi ayru bir paragraf değil de bu paragrafın ilk cümlesi olarak yazılsa daha iyi anlaşılacak bence buradaki sahne.

""
Martı, ayaklarının dibine düşüp dağılan bir soğan tanesinden ürküp, kısa, hafif adımlarla kumların üzerinde belirsiz izler bırakarak çocuklardan uzaklaştı.
"Soğan tanesi" ifadesi sorunlu değil mi? "Nar tanesi" gibi bir şey değil herhalde burada söz edilen?

""
minik dalgaların birkaç darbesiyle su dolup, aşağıya doğru batıyor, suda üzerindeki kumu döküp
Batma zaten "aşağıya doğru" anlamını barındırdığı için "aşağıya doğru batıyor" ifadesi tekrar gibi olmuş.

""
mor bir filonun gemiciklerinin eşlik ederek
"gemiciklerine" mi olmalı? Uzun cümlelerin böyle sorunları olabiliyor.


Re: Sıradan bir günde, bir çakal…

Çok teşeşkkür ederim. Değinileriniz doğrultusunda cümleleri, sözcükleri değerlendireceğim.

Birkaç öykü düşünmüştüm; "çakal Öyküleri" başlığı altında toparlanabilecek. Bu ilkiydi. ikincisi üzerinde çalışıyorum. Beni uyardıkları yazım sorunlarını aşmamın kolay olmadığını biliyorum.

Neyse.

Eren'e tekrar teşekkür ediyorum.


Re: Sıradan bir günde, bir çakal…

Ellerinize sağlık Mehmet sürücü. Eren'in bahsettiği uzun cümlelerin okunma zorluğu dışında "Zamanı durduracak kadar ağır işleyen" öykünüzün tadı gerçekten hoş.


Re: Sıradan bir günde, bir çakal…

Eren'e çok teşekkürler. Tesbitleri doğrultusunda bir şeyler yapmaya çalıştım.


Re: Sıradan bir günde, bir çakal…

Fotoğrafları kendi mi çekiyor acaba Mehmet Sürücü'nün?
Son iki öyküsünde fotoğraf da kullanmış. Bu fotoğrafların öykü ile beraber konulmasının nedeni nedir? Fotoğraflar çok güzel, özellikle kedili fotoğraf! Ama fotoğrafın öykünün atmosferini etkilediğini fark ettim. Bu konu üzerine konuşulmalı:Öyküde fotoğraf kullanılmalı mı?
Nasıl?


Re: Sıradan bir günde, bir çakal…

Öyküyü merakla okudum, sanırım meraksız okumak da mümkün değildi zaten, öykü bu konuda çok başarılı bana göre. Mehmet Sürücü'nün zihnine eline sağlık!

""
Sıradan bir günde, bir çakal…
Öykünün adı sıradan bir gün olmadığını söyleyerek sıradışı bir şeyler bekleme beklentimizi artırıyor. Sonra mor soğan kabuğuyla birbirine bağlanan adeta korku-gerilim film sahnelerini andıran, en ufak hareketin, sesin takip edildiği sahneler. Gerilim tavanda. Devamında bu sahnelerle ilgili bir şey görmeyi bekletiyor öykü ama öyle olmuyor. Her şeyi görmeye odaklanmışken çığlık duyuyoruz, beklenen beklenmedik şey değil de, başka beklenmedik bir şey oluyor. orada beklenen şey, çığlık; o zaman, gerilim de duyma üzerinden kurulsa bağlantı daha güçlü kurulmuş olurdu diye düşünüyorum.
eren'in aşağıda söylediklerine bu söylediklerimi de ekleyerek katılıyorum:
""
Doğum anına gelene kadar uzun betimlemelerle bir sahne kuruluyor, atmosfer oluşturuluyor. Fakat bu sahneyle doğum arasında bir bağlantı kurmakta zorlanıyorum.


Re: Sıradan bir günde, bir çakal…

Gözüme ve aklıma takılan bazı noktalar.

""
Pencerenin dibinde uyuklayan Hasan Ağa, tek şekerli çayın masaya konurken çıkardığı tıkırtıyla gözlerini açtı.
Tek şekerli çay masaya konurken diğerlerinden farklı bir ses çıkarmaz bu nedenle buradaki "tek şekerli" kısmı olmamalı diye düşünüyorum. Niyet çayın tek şekerli olduğunu belirtmekse sanırım aşağıda bu anlaşılıyor şu ifade ile:
""
Yanda duran şekeri içine attı.

""
Alışkın parmaklarının arasına sıkıştırdığı çayı, ağır, acelesiz götürmeye hazırlanırken, gözleri ayaklarının altındaki mor soğan kabuğuna ilişti.

Bir nokta zumlanıyor ve geçiliyor niye? Ben buranın öykünün dönüm noktası/tepe noktası olacağını sanmıştım. Burada bitmemiş bir şey var. Tabii, bu öykünün kurgusu ile ilgili bir sorun.
""
Defalarca iskelenin başından ucuna yürümüş, ucunda, birkaç metrelik beton üzerinde, dalgın dalgın dönüp durduktan sonra, bir süre evlerin kırmızı kiremitli çatılarına, içlerinden daha yoğun bir duman tüten eve baktı.
Burada zaman kullanımı ile ilgili bir sıkıntı var.

""
doğum sancılarıyla terden sırılsıklam sarı saçları, acıdan eğrilmiş yüzüne yapışan kadının çığlığını,
Bu tamlamaya da yeniden bakmak lazım sanırım.

""
Aylak ve boş boş uzaklara bakışını sürdürdü
. Buraya da itirazım var.


Re: Sıradan bir günde, bir çakal…

Teşekkürler Nurten Öztürk.


Re: Sıradan bir günde, bir çakal…

Tebrik ediyorum. Uzun süre sonra sitede okuduğum ilk öykünün bu olduğuna çok sevindim doğrusu. İçten, iyi gözlenmiş, imgesel düzlemde güçlü etkiler yaratan bir öykü olmuş. Ellerinize sağlık.


Re: Sıradan bir günde, bir çakal…

İlk cümle eskiden yaptığım gibi biraz "Ben olsam nasıl anlatırdım=" oynama isteği doğurdu içimde.

Mehmet Sürücü dedi ki:
Lodosun sokaktan havalandırıp, kahvehanenin açık kapısından içeri savurduğu mor soğan kabukları, havada kararsız hareketlerle dalgalandıktan sonra, birisi pencereye doğru yönelirken, bir diğeri sıcak su kazanının kenarına çarparak, önündeki bardağa çay dolduran yaşlı kahvecinin ayaklarının dibine düştü.

'Ben olsam nasıl anlatırdım'cı Barış dedi ki:
Canına yandığım lodos, güneşte kavrulmuş soğan kabuklarını kaldırıp kahvenin açık kapısından içeri vurdu. Kapının ağzında fırdolayı dönenen kabuklardan biri pencereye savruldu, öbürü gitti kazandan demliğe su çeken kahveci Bekir'in ayağını buldu.