UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Sınır

29 Haz 2010
metamorphosis

I.

Soluğum daralıyor. Kendimdeyken ölmemem lazım… En azından böyle zannediyorum. Ölüm zaten kendime susuşum değil mi? Anaerobik bir organizma olduğumu zannediyordum. Ama şimdi soluğumun darlaşmasına anlam veremiyorum. Karnımdaki bu kordon sıkmaya başladı. Çekip kopartsam mı acaba? Bu denli derindeyken kordonu kopartınca neler olabileceğini bilmiyorum. Bu riski belki daha sonra göze alabilirim.

II.

Ayaklarında derisinin içine girmiş pek kısa sayılamayacak dikenli telin yere dokunuşuyla akmaktan yorgun düşmüş kan, telin üzerinden daireler çizerek ayak izinin boşluğuna damlıyordu. Çıplak ayaklarına saplanmış diken, çakıl parçaları bu adımlarda acının mesafesini hadım edip daha da acı verici bir hale bürünüyorlardı.

Gövdesindeyse aynı ayaklarındaki gibi – ve daha da uzun- dikenli teller vücudunu çepeçevre sarmışlardı. Çokluk, sıyrılmış, soyulmuş olan derinin altında görünen kanı pas tutmuş etlerin altında beliren kaburga kemikleri – hepsi değil, bir kısmı- dikenli bir tele dönüşmüş olarak dikenlerini yer yer etin, bazı yerlerdeyse derinin dışına üflüyorlardı.

Kollarında da aynı durum sözkonusuydu. Omuzlardan tüm kolu çevreleyerek ve nihayet avuç içine saplanmış halde duran dikenli tel gergin kasları ve etleri paralayarak, kemikle kaynaşarak bu görüntüyü daha da sancılı bir hale getiriyordu.

Boynunun etrafındaki dikenli telse sırtından dışarı doğru fışkırarak boynun çevresinde deriye, ete nüksettikten sonra sağ yanağın içinden kıvrılarak geçip sol gözün ortasından – bebeği de yararak- dışarı çıkıyordu. Daha sonraysa başın arkasından bir tur atıp alında bir taç gibi duruyordu.

III.

Şimdi anladım. Ben buraya hapsedildim. Ama neden? Dört tarafım etten duvarlarla çevrili. Ellerimle dokundukça duvarın içine gömülüyorlar. Sanki bu duvar etimi çekip kendisine sıva yapıyor. Bu yüzden dokunmamam lazım sanırım. Peki ya ben bu etten – ki bir zara da benziyorlar- duvarların arasında kaldığımda bir taşa dönüşürsem? Hemen buradan kaçmam lazım. Anılarıma bir çukur kazmakla başlayabilirim…

IV.

Ağaç iskeletleri, taşların parçalanmış etleri, suyun yüzülmüş derisi ve göğün karıncalara yem olmuş zarı arasında sırtındaki küfeyle ağır, aksak ilerliyordu. Yırtık sesinden artık harfleri seçilemeyen cümleler dökülüyordu. Gölge mezarlığının önünden geçip yokuştan aşağı doğru çıkarken – ki bu “Doğru” değildi- duyduğu o iniltiyle birden durdu. O an ayağının altındaki toprağın dışarı çıkmış damarlarından sızan kanın fışkırma sesini duymuş olduğuna dair teselliler besledi içinde. Ama damarların kuruduğunu görünce bu hevesinin geçici olduğunu anlayıp hızla başını sırtındaki küfeye çevirdi. Başını çevirmesiyle birlikte aynı inilti bir kez daha duyuldu. Dikenli telin öldüremediği tek gözü, eğik başının yönlendirmesiyle yere doğru bakıp sağa ve sola koşuşturmaya başladı. Sonra bu telaş sinire dönüştü. Öyle bir sinirli bakıştı ki bu sanki gözlerinin rengi sönük tonu sol gözünden fırlayan teli kesecekti. Aksak adımlarını –kendince- hızlandırıp –yeniden- endişeli biçimde yürümeye başladı.

V.

Bu ses de neyin nesi böyle? Demek burada benden başkaları da var? Bu yalancı aydınlıkta net olarak göremiyorum ki! Hemen buradan çıkmam lazım. Bir dakika! Burada mahkûm olduğuma göre bu karnımdaki kordon da bir zincir. Tabii ya neden daha önce düşünemedim. Etten yapılmış bir zincir… Ayağımı neden yere basamıyorum? Belli belirsiz etrafımda dönüyorum. Tanrı’m ben suyun içindeyim. Suyu kazabilir miyim acaba? Ya artıkları ne yapacağım? İçerim o zaman! Evet, bu en mantıklısı, içerim tabii… Özgür kalmak için her şeyi yapabilirim. Bu arada, benim suçum neydi acaba? Buraya düşmek için ne gibi bir suç işledim acaba?

VI.

Nasırlı toprağın üzerinde ahraz adımlarla ilerlerken bir yandan aklında beliren o delirtici soruya uyan bir cevap arıyordu. “Daha zamanı vardı. Neden bu kadar acele ediyor?” Bu soruyu kendine ne zaman sorsa cevap mukabilinde aksak adımları serileşiyordu. Serileşmekten de öte yürürken kekeliyordu. Geç kalmadığından emindi. Ki daha zamanı vardı.

Az ilerideki ayna bataklığını geçtiğinde yorgun olduğunu hissetti. Ama yorgun olmaya hakkı yoktu. Duramazdı. Sıkı bir yürüyüşle kısa bir sürede yolun ezberine sinebilirdi. Adımlarını fısıldamaya devam etti…

VII.

Kendimi eşelemekten kaçmaya zaman bulamıyorum. Sanki ben kendimden firar etmişim de kaçtığım yerde – kendimde- kendimi unutmuşum. Artık bu etten pranga canımı yakmaya başladı. Şunu bir çıkartabilsem rahatlayacağım. Evet, bu etten zincirleri çıkartmakla işe başlamam lazım. Duvar isterse üstüme yığılsın umurumda bile değil. İçime birden bir şüphe düştü şuan. Ya izleniyorsam?

VIII.

Ayna bataklığını birkaç cümle geçmişti ki iniltiler sızılara dönüştüler. Artık yapabilecek hiçbir şeyi yoktu. Zamanı gelmişti. Sırtındaki küfeyi yavaşça yere bıraktı. Dikkatlice baktı küfeye… Günden güne ağırlaşmasının nedeni artık daha netti. Çünkü iyice büyümüştü. Sırtına astığı yerleri dikenli tellerden yapmıştı. Ve kancalarla küfeye tutturmuştu. Açıkçası bu kancalar şimdiye kadar hiç de sorun yaratmamışlardı kendine.

Bir rahmi andıran bu küfenin taşıyıcının sırtına gelen kısmı hasırdan yapılmıştı. Ön tarafıysa bir insanın gövdesine benziyordu. Ki karın kısmındaki şişlik de bu gövdenin içinde bir rahim olduğunun göstergesiydi. Fakat hasırın önüne eklenmiş bu gövde bir kadın gövdesinden ziyade bir erkeğin göğsüne benziyordu.

Sepetin yanında duran küçük kutuyu yanına koyup dikkatlice açtı. İçinden çıkardığı bir kâğıda, dikenli telle kanattığı parmağıyla “Bunlarla karnı yeniden örmelisin” diye yazdı. Sonra notu küçük kutunun altına yerleştirdi. Kollarından taşan dikenli tellerle karnı yavaşça yırtmaya başladı.

IX.

Kordonu koparmam işe yaradı. Tanrı’m özgür oluyorum en sonunda. Demek ki tüm iş bu etten zincirlerdeymiş. Akıl ettiğim iyi oldu. Işığı görebiliyorum. Artık özgürüm! Kurtuluyorum buradan. Ve bir daha buraya gelmeyeceğim. Artık son… Özgürce yaşamak istiyorum…

Bu iğrenç adam da kim? Vücudunu saran bu tel örgülerle nasıl yaşıyor? Lanet olası herif… Dokunma bana… Bırak beni! O tellerle öldürecek misin beni yoksa? Kollarım güçsüz. Karşı koyamıyorum…

X.

Küfenin içinden çıkardığı sıvı içine yüzen kişiyi – ki bu kendisinin benzeriydi- yavaşça yere yatırdı. Vücudundaki dikenli telleri yavaşça, ağrılar içinde söküp yeni doğanın bedenine aynı bir kundak bir dolamaya başladı. Yeni doğmuş olan güçsüz olduğundan direnmeleri pek de bir işe yaramıyordu. Tüm dikenli telleri yeni doğmuş olanın vücuduna doladıktan, sapladıktan sonra gücünün tükendiğini hissetmeye başladı. O anda dikenlerin acısıyla inleyip ağlayan yeni doğan, yere serilen kişiye bakarak;

— Neden bunu yaptın? Diye sordu.

Kuru toprağın üzerinde ölmek üzere olansa;

— Kendinle, benim aramdaki sınırı bilmen için… Kendini geçip ben olmaman için…

O an yeni doğan ölmekte olan kişinin kendine benzediğini anladı.

— Ama sen bana benziyorsun. Diye kekeledi.

Acılar içinde kan öksürürken;

— Benzemiyorum. Ben senim zaten! Notu okumayı unutma… Dedikten sonra kalbi ölüme solumaya başladı.

Yeni doğan yerinden yavaşça doğrulup küçük kutunun altındaki kâğıttaki yazıyı okudu. Kutuyu açtığındaysa iğne ve iplik buldu. Küfeyi yere yatırıp az önce ölen kendini cenin pozisyonuna getirdikten sonra karnın içine koydu. Bu eylemiyle küfe bir mezardı. Sonra küçük kutudaki iğne ve ipliklerle ördü. Bu haliyleyse rahim… Kendini gömdüğü mezar kendini ördüğü rahim olmuştu. Sonra yerinden yavaşça doğruldu. Küfeyi sırtına aldı. Bu kadar dinlenmek yeterdi. Kulağını küfeye kabartıp iniltilerin gelip gelmediğini dinledi. Ses yoktu. Demek ki hâlâ biraz daha zamanı vardı. Yorgunluğuna aldırmadan aksak adımlarla yolu adımlarına yordu.

İkibinonun onikinci ocağı
Kartal-İstanbul
Yunus Bektaşoğlu

Daha önce Kar dergisinin Temmuz-Ağustos 2010 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

Kategori:

Re: Sınır

Sevgili Yunus,

Öykünün başından beri yavaş yavaş beliren tasvirler zihnimi "başka bir boyutta düşün", "başka gör" diye sanki elimden çekmekte.
Ve dolayısı ile başka bir görüş kazandırıyor cümleler yolunda.

Kullandığın imgeler "dikenli tel", "kordon bağı", "rahim", "mezar", "doğum", "ölüm" içinde, bölüm aralarında dile gelen öznenin döngüsünü oldukça etkili anlatıyor öykü.
Ve daha çok da aslında anlatılan bu durum dolayısı ile "kavram"ların algılayışımızda ki alışıldıklıklarını sorgulatıyor durum dolayısı ile.
Aslında bu kurgu olarak bir öykü olduğu kadar kanımca felsefi anlamda da oldukça düşündürücü bir yapısı var.

Hep içimden geçiyor bir hayal bu belki ama, Tim Burton'la ne animasyonlar çekerdiniz bu öykülerden...

Ben teknik olarak daha detaylı bir yorumlama yapacak birikimden yoksunum. Ama benim için önemli noktalara değinmek istedim.

Çok güzel bir çalışmaydı okuduğum, ellerine sağlık Yunus.


Re: Sınır

Merhaba, öykünün yapısı gerçekten hoşuma gitti. Zaten oldum olası numaralara bölünmüş anlatıları severim. Sanki teknik bir bölümleme organik olanı daha iyi doğurabilir diye düşünüyorum günümüzde.

Bununla birlikte anlatı dilinde şöyle bir sıkıntı var: Kimi yerlerde birinci tekil şahsın "yaşadığı şeyi sanki okuyucu anlasın diye anlatıyormuş" hissi fazla ağırlık kazanıyor.

Örneğin:

""
İçime birden bir şüphe düştü şuan.

Kişi kendi kendisiyle böyle konuşmaz sanıyorum. Burada yazarın tanrı anlatıcı bilmecesi karşımıza çıkıyor. Her şeyi bilen yazar bize ipucu veriyor gizliden. Oysa anlatı ikinci tekil şahıs olsa hiç böyle bir şüphe doğmadan öykü ilerleyecek. Tabii, o zaman da bölümler arasındaki kişilik bölünmesi güme gidecek. Zor mesele. Daha çok da sinematografik dilin öykü dili üzerindeki baskısını gösteriyorlar. Üstesinden gelmek şart.

Son bölümdeki diyalog/ monologlar da aynı sıkıntıdan paylarını almışlar. Öykünün genel dokusu içinde zayıf kalıyorlar.

Bununla birlikte öyküyü sevdiğimi söylemeliyim. Ellerinize sağlık.


Re: Sınır

- Doğalı, kırk yıldan fazla olmuştu, soğuk demir parmaklıkların ardında geçen kırk yıl.Derler ya. “dile kolay”, ona bile kolay gelmez bu. Küçük penceresinden bakarak olana bitene anlam verme çabasının çıkmazlığını , bir dünya oluşun fotoğraflanarak seçilmesindeki aczi kavramak yirmi yılını almıştı. Başka bir değişle; ilk yirmi yıl, körlüğün zifiri karanlığındaki ama eden ışık yansımaları tarafından düzülmüştü onun aklı.- işte budur aklı olmayanın kısa kıssası, alınan hisse ise verilen değildir, alan ne alırsa “kendi” alır bu kıssadan.

***

Düzülen sadece onun aklı da değildir aslında, aklın kendisi bir düzgüdür. Bağırsaklarda gizlenen rahatsız edici yapının, oluşun rast geleliğinin boşaltımı aklın dışında ne ile yapılabilir ki. Oradan buradan toplamanın tesadüfiliği sonucuyla oluşan karışımın sindirim ve boşaltımı zihinden başkası ile nasıl mümkün olabilir ki…Yapılan boşaltımın faili, dışkısını el deymemiş bakir(e) bir meyve sansa da, dışarı atılanın akıbeti sindirilmiş her meyveninki ile aynıdır, dönüşmüştür, değişmiştir, deforme olmuştur..içi boş, kof bir boka dönmüştür. Mideye giren, çıkışta "giren" olarak çıkamaz oradan. Zaten daha girişte çeki düzen verilir kendisine.İşte bunun farkındalığıdır O’nu hücresine kapatan, parmaklıkları oluşturan, tuğlaları birer birer ören hep budur.

Gerçekçiler, hakikatçiler,akıl alıklığının müdavimleri pek bir savunurlar hücrenin dışının olurluğunu.Onlar akıl oyunlarında oyuncak olup, "oyuncakla oynayanlık sanrısıyla" gerçekler düzenlerdir.Düzülmüş zihinden düzülen gerçeğin kaderi düzgülükten başkası değildir oysa ki. Kimler katılmadı ki şu gerçeğin, hakikatin kervanına bu güne değin, kervana saldıran haydutlar azınlıkta kalırlar her çağda.Aklın develiği makbuldür kervanda; yüklenip gider o, sırtına şaplağı yedikçe.

Bazı kervanların yolu ta kaf dağına kadar uzanır üstelik, kaf dağına giden yük de gittiği yere uyum sağlamıştır, aynı abuk özdedir ikisi de.Ancak; bu öte dünya yolcularının rahatı yerindedir,yatakları sıcaktır, yastıkları anka tüyündendir bunların.

Bizim hücre dediğimize mağara dendiği de olmuştur.Bu "mağaranın dışı" eflatun, "içi" karanlıktır eflatun sevdasına düşene. Mağaraya zincirlendiğini fark etmek m-eziyettir ya, eflatun aşkı bundan doğar zaten!Eflatuna ermek için efendi efendi münzevi hayatı yaşamak gerekir, mağaranın karasından kurtulmanın yegane yoludur bu. İşte ondandır ki;mağaranın karanlığına dayanamayan at sinekleri , sanrının parlak ışığında ışıldayabilen eflatunun albenisindeki gönül gözüyle “gizli sırra” ererler.Gece lambasının sentetikliğindeki parlaklığa üşüşür onlar, tüm diğer sinekler gibidirler.

tüm bunlar şunun için anlattım: "tanrı" sadece içi kof bir boktan ibarettir...insan dışkısıdır "tanrı": insan; dışkısına yalvarır, onunla konuşur zaman zaman; "neden buraya kapatılıdım, suçum neydi?"..."dışarı çıktığı" zaman da şöyle der "Tanrı'm şükürler olsun..."tanrı" "en dışarıdan" bakar bir an için her "küçük boka"-insan tekiline- ve der ki: "endişelenme daha çok var sınırı ihlal edip beni sıçmana..merak etme beni sıçtığın gün senin de hikayeni anlatmaya başlarım." sınır ihlali böylesine "boktandır" işte..

öykü için teşekkürler..