UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Sınıf

23 Mar 2014
Emrullah

(-Unutma! Felek, çember, parende…)

Dalmışım… Ne zaman kapandığını kestiremediğim göz kapaklarım açıldı önce. Sonra sızım sızım sızlayan vücudum doğruldu oturduğum yerden. Omuzları düşmüş, göz kapakları demincek açılmış olan ben, simsiyah alacalı kirliliğiyle karatahtayla karşılaştım ilkin.

Bir sınıfın içindeydim. Yeni yeni kendime gelmeye başlamıştım ki uyuşmuş zihnim şu soruları sorabildi nihayetinde: Buraya nasıl geldim? Kim getirdi beni buraya? Daha da önemlisi burada ne işim var?

Olan biteni anlamada aceleci değildim. Her şey bir şaka, bir düş olabilirdi pekala. Yada…

Sıramdan doğrulup etrafıma bakındım. İlginç bir yer olduğu söylenemezdi. Sınıf: geniş, oldukça yüksek, her yer dört duvar. Dışa bakan duvar da belime kadar ahşap doğramalı soğuk pencereler (boyumun ilkokul çocuğu kadar küçülmesi de cabası), önümdeki karatahta iki ucundaki kapı ve dolapla birlikte bütün duvarı kaplamakta. Diğer duvarlar karanlık, soğuk ve nemli… Yer yer ayakkabı izleri, çamurlu futbol topu izleri, sıva dökükleri…

Bir çabanız yoksa şayet, sınıfın üstündeki uğultunun çevrenizi tanımanıza izin vermesi imkansız. Bu kuru gürültü, dışarıda oynayan ve hiçbirini tanımadığım birbirinin tıpkısı giyinmiş öğrencilerin seslerine karışmakta.
Pencerenin diğer tarafında, diz kapağını örtmede tereddütlü eteği, uzun upuzun beyaz yakalı gömleğiyle ayakta duran bayanın öğretmen olduğunu anlamıştım. Ama, ama… Bu sınıfın neden bir öğretmeni yok? Nereye gitmiş? Gelecek mi? Erkek, bayan, uzun, kısa, şişman, çirkin…

Soruları mantıklı bir sıraya dizmek imkânsızdı. Bütün bunları düşünürken, omzumdaki yumuşak dokunuşun varlığıyla irkildim. “Kim o?” “Ne demek kim o?” diyerek cevapladı gülücükler içindeki yüz. “Kapıya mı bakıyorsun, şaşkın çocuk?” “Ne, kim, ben mi?” “Evet tabiî ki sen. Seninle konuşuyorum, görmüyor musun?” Bu afallamış ve bir o kadar da ürkek halime ben bile şaşırmıştım. Hâlbuki koskoca ben (feleğin çemberinden parendeler atarak geçmiş olan ben) daha sakin olmalıydım.

Bütün bunları düşünürken, bir yandan da bu yumuşak dokunuşun sahibini inceliyordum. Uzun sayılabilecek, iki yanından arkaya doğru dikkat edilmedikçe fark edilmeyecek iki küçük tokayla tutturulmuş; düz, hafif yağlı saçları vardı. Önlüğünün yakası özenle kolalanmış ve dantelle işlenmişti. Yakasının hemen üzerinde, incecik boynunu örten önlüğünün içine giydiği kırmızı kazağı hemen fark ediliyordu. Önlüğünün önündeki iki küçük cebin, bu iki küçük beyaz eli içine alabilmesi şüpheli…

“Konuşsana hadi. Adın ne?” Boğazımda kocaman bir çakıl taşı vardı. Sadece bakıyordum. Konuşamıyordum. “Tamam, tamam…Sana E. Diyelim öyleyse.”

Olan biteni nasıl hemencecik kanıksayabilmiştim. Hiç tanımadığım birisi bana (hem de feleğin çemberinden geçmiş birine) isim koyabiliyor ve benim gıkım bile çıkmıyor. Bütün bunlar kocaman bir şaka olmalıydı. Evet, evet…Kocaman bir şaka.
“Sen yeni misin E.?” Yüzündeki gülücük şimdi daha belirgin. “Evet yeniyim ama bu sınıftan değilim.” Diyerek cevapladım. “O zaman yan sınıftansın ama burada ne işin var öyleyse?” “Hayır ben o sınıftan da değilim.” “Öyleyse başka bir okul…Başka bir şehir?” “Hayır.” “Offf… Sıkıldım. Söylesene meraktan patlıycam.”

Asıl sıkıntılı anlar bundan sonra başlıyordu. Karşımda benden açıklayıcı bir cevap bekleyen bu kırılgan güzelliğin karşısında kendimi hiç hissetmediğim kadar savunmasız hissediyordum. (Söyledik ya! Feleğin çemberinden parendeler atarak geçtim ben.) Korkunun ecele faydası yoktu. Kendimi toparlayıp cevapladım. “Nerden geldiğimi bilmiyorum. İsmimi dahi hatırlamıyorum. Hem sen değil misin bana ismimi veren?”

Yüzüne nerden geldiğini bilmediğim bir gülümseme konuverdi. Daha sıcak, daha içten… Arkasına yaslanıp ellerini önlüğünün cebine sokuyormuş gibi yaptı. “Öyleyse sende diğerleri gibisin.” “Diğerleri mi?” “Evet. Burada senin gibi olduğunu sayıklayıp duran birkaç çocuk daha var.”

Olabilir miydi? Benim yaşadığım şaşkınlığı yaşamış çocuklar var mıydı bu gürültü patırtı içinde? Tanıdık bir ses, bir koku, bir dokunuş… Neler zırvalıyordum böyle. Ben bir çocuk değildim ki.

Sonunda bütün bu olup bitene bir son veriyoruz herhalde. Rahatlamıştım. Bu kocaman bir şaka… Bunu yapanın canı çok yanacak. Ben gene eski ben (Hani şu feleğin çemberinden parendeler atarak geçen ben olacağım.) Benimle aynı kaderi paylaşan kardeşlerimle tanışır ve her şeyin bir şaka olduğunu birde onlardan dinlersem eğer.

“Nerede onlar?” “Kimler?” “Hani benim gibi olan çocuklar.” “Yoklar.” “Ne demek yoklar. Hani varlardı?” “Duvar onları aldı” Derin bir nefes alıp cevapladım: “Siktir, siktir, siktir.”

Kızmıştım. Bu sevimsiz durumdan bir an önce kurtulmak niyetindeydim. Ayağa kalkıp etrafıma bu kez daha dikkatli baktım. Sınıfın üstündeki uğultu sürüp gitmekte… Çok azını anlayabildiğim, çoğu kesik ve anlamsız cümleler. Buraya düşmemden evvel duyduğum şey değil hiçbiri. Tekrar oturdum. Öğretmenin de geleceği yok gibiydi.
Aniden derin bir sessizlik oldu. Az ötemde, sınıf kapısının altında karanlık bir gölge kısa aralıklarla dolaşıyor sanki içimizden birini çağırıyordu. İçeriye, içimize, dışarının bütün kötülüğüyle dalacak, içimizden birini yaka paça alıp götürecekti. Sınıfın üzerinde sürüp gitmekte olan bu fenalığın bütün öğrenciler tarafından bilindiğini, belki sürekli tekrarlanan bir ritüel, bir ayinmişçesine beklendiğini, dışarıda et, kan ve kemiğimizi kıvamlı bir lapa haline getirecek makinenin, ritmik hareketleriyle çocuk bedenlerimizi öğüteceğini ve son bir gayretle küçük bir çöp sepetine nasıl tepeleme yığacağını, daha da kötüsü bu makineyi çeviren kollardan birinin dışarıda ki öğretmene ait olabileceğini düşündükçe öfkem bir kat daha artıyordu. Gölge kaybolduğumda her şey gene eski halini aldı.

Bütün bu olup bitene bir son vermek için kendimi zor tutuyordum. Bu uğultu sinirimi bozuyor, kapının arkasında muhtemelen başıma gelenlere kahkahalarla gülen, bütün sınıfı özelliklede beni korkutmaya çalıştığını düşündüğüm esrarlı görülmeye çalışan kişiyi alaşağı etmek istiyordum.

İsmini bilmediğim ama bana bir isim koymayı da ihmal etmeyen patavatsız kıza döndüm tekrar. “Ne zaman gelecek?” “Kim?” Bana olan kızgınlığının devam ettiğini anlatmak ister gibi yüzü yere dönüktü. “Öğretmen…” diye cevapladım. “Bilmem.”
Aslında benim gibi onunda hatta bu sınıftaki diğer öğrencilerinde, öğretmen dahil hiçbir okul görevlisini tanımadıklarını, tek bildikleri şeyin pencerenin diğer tarafında gördükleri, kendilerinin olduğunu düşledikleri, dokunamadıkları bedenleri olduğunu anlamam fazla uzun sürmedi.

…onlarca, yüzlerce, binlere kapının üzerimize kapandığını, içerde olduğumuzu ve hep içerde kalacağımızı, duvarların bizi içine alıp kim olduğumuzu ayırt etmeksizin yavru bedenimizi fosilleştireceğini sonra tekrar yontulup ibretlik kemik yığınına dönüşmüş iskeletimizi bize sormadan yüzlerce aç göze teşhir edeceğini, dışarıda, kapının arkasında, büyüyen, azan, devinen canavarımsı bedenleri sonra zihni bulanıklaştırıp uyuşturan kimyasallarla yoğrulmuş kağıt hamurlarını, kitaplara, bez ciltlere, sararmış ve buruşmuş kağıtlara sürtünerek hastalık kapanları, karatahtanın bir köşesine gerilmiş iplere asılı: Ali gel’i, Ayşe topu tut’u, Suna ip atla’yı, gene aynı iplerin farklı köşelerine asılı harf-harf, hece-hece, kelime-kelime sıralanmış fişleri, her harfin büyüklüğü, kalınlığı ve yazı tipi ve bunların arasındaki can sıkıcı kombinasyonu, fişlerle okuyucu arasındaki en ideal uzaklığın binlerce denek üzerinde sınanarak beyin ve beden arasındaki dengeyi nasıl bozabileceğini ve herkes için farklı anlamları, birinden ötekine bir üst anlamdan yoksun olarak nasıl bağlanabileceğini araştıran bilim adamlarını, onların sınıfı saran bu karanlık duvarların diplerinde gizlenmiş laboratuarlarını ve en önemlisi bütün bunların nasıl bulutsu bir biçimde zihnimden geçtiğini, sınıfın tek bir benlik olarak kocaman bir beni nasıl içine aldığını anlıyordum.

Her şey tekrar sustu. Tek görebildiğim, kapının diğer tarafındaki gölgelerin daha çok artan hareketi. Kapı altından sızan ışık şimdi daha keskin…
Bütün sınıf hareketlendi. Her şey ama her şey hiç bilmediğimiz bir yere doğru akıyorduk. Eşiğin bir adım ötesi sorulmuş ya da sorulmaya cesaret edilmemiş her şeye cevap olacaktı. Bütün bu uğultu ve sesler artık daha anlamlı ve tekditkar. “ Vakit tamam, vakit tamam.” “Unutma! Felek, çember parende, felek çember parende…”
Patavatsız kızımız yerde, bacakları açık, kasıklarından dizlerine ve oradan bileklerine değin akan kan başka bir ben’e nadaslayacak içini, kızıllığıyla tüm sınıfı yıkayarak.

Bütün kapılardan geçip hepsini sımsıkı kapattım üzerine. Sonrası ışıktı, gözü kör edecek kadar güçlü. Ve kupkuru bir feryattı kopardığım, her şeye tepetaklak bakarken.

“Korkma.” dedi sağımdaki ses. “Önce onun adını öğreneceksin.

Dalmışım…

Emrullah AY

Kategori:

Re: Sınıf

""

(...)onların sınıfı saran bu karanlık duvarların diplerinde gizlenmiş laboratuarlarını ve en önemlisi bütün bunların nasıl bulutsu bir biçimde zihnimden geçtiğini, sınıfın tek bir benlik olarak kocaman bir beni nasıl içine aldığını anlıyordum.

bu alıntıyı yaptığım paragrafın açıklayıcı ve yönlendirici uslubu karşısında bizler; öyküdeki gibi bir çocuğa, "feleğin çemberinden parende atarak geçtiğini unutmamaya çalışan çocuğa" dönüştürülüyoruz. böylece öykü de, eleştirisini yaptığı şeye dönüşüyor, sınıf oluyor. dolayıısyla "okuyucu", anlatıcının "benimle aynı kaderi paylaşan kardeşlerim" dediği çocuklardır.

Tabii, hiç birimiz onun adını öğrenecek değiliz... bu bir kısır döngü...