UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Sihir

21 Haz 2014
Mehmet Sürücü

Kimi gün okul çıkışı çarşıya uğruyorum. Küçük meydanın etrafına dizilmiş dar dükkanlar. Basmacısı, fotoğrafçısı, terzisi, giyim eşyası satanları ve bir sürü kafesleri, içlerindeki rengarenk, çeşit çeşit ötüşlü kuşlarıyla, Şayip abinin dükkanı. En çok da o. Çantamı, üzeri naylon muhafazalı, subayların, polislerin giydiklerine benzer şapkamı pencerenin kenarına koyuyorum. Büyükçe bir kafeste güvercinler, muhabbet kuşları, rengârenk, adını bilmediğim, çeşit çeşit kuşlar. Sakalar tahta, tel, zarif kafeslerin içerisinde, her yana sekip duruyorlar. Kuş, sanki kafesin her yerinde. Dalıp gidiyorum. Neden durmaz ki, dursa ya durduğu yerde. Nedir bu hayvanın ayaklarını bastığı yerle derdi? Çokluktan çıksa, yeri olsa, cisimleşse. Baksam. Görsem gözündeki sarılığı, kanadının altındaki boz hareyi, kuyruğunun teleklerini, boynundaki zarif halkayı.

Dükkanın önünde demirci Kara Ali ile oturuyor Şuayip abi. Kara Ali’nin çay bardağını tutan, çayı karıştıran elleri kapkara. Yüzü esmer. Dertleniyor koca demirci ustasına. İstemiyorlar burada dükkanımı. Laf ediyorlar. Dedikodu yapıyorlar. Kuşlar beti bereketi kesiyormuş. Güvercinler hele, hanelerinin rızklarını engellemekteymişler her daim. Bir avuç can. Nasıl bir kafadır ki, fesatlıklar, örümcekler içerisinde, ne olur da düşünür insanlar bunları? Yak Ali Abi yak. İçi senin kömürlerinden kara ne insanlar var bilirsin. Duman dumana gidiyorlar. Sanırsın ki Avşa, Adalar vapurunun bacası. Sever Ali abi kuşları. Halinden, hafif yana kırık boynundan, gür, cigara yanığı kır bıyıklarından belli. Hem burası kuşların evi değil mi? Ali abi de onların gözeteni, seveni, hizmetlisi. Şimdi hemen girip de, şu kuş kaça desem, sen burayı ne sandın yeğenim, hiç kuş satılır mı? Yazık değil mi onlara. Ne bileyim alanın ne olduğunu. Nasıl kıymadan veririm şuncacık canı ele güne? diyecek, utanacağım. Biliyorum.

Kuş dükkânının vitrinindekilere bakmayı seviyorum. Kimi zaman ahşap bir kağnı, bir at arabası oluyor. Tekerleklerini, boyunduruk gönderini, yan dayamalarını, kasasını büyütüp büyütüp, kocaman, sokakta, zeytinliklerin arasındaki toprak yollarda dehlene dehlene teker tıkırdatan, damlarda gübre taşıyanlara eş, hatta onlardan büyük bir kağnı yapıyorum. Önüne uzun iplerle, deri kayışlarla, açlık nedir bilmeyen, boynuna asılı yemliği her zaman saman, arpa, razmol dolu, boynunun, buyunduruğun altına gelen yeri terden ıslak, yağız, boz bir at konduruyorum. Kuyruğunu bir o bir bu yana, sağrısını sıyırta sıyırta sallayıp, kişniyor olur olmaz yere.

Araya günler giriyor. Dersler, sınavlar, ödevler, üçbeş harçlık için başak, zeytin toplama, marangoza sandık çakma, tekekecide, preste teneke kapağı basma, elekte zeytin ayıklama. Yorgunluklar giriyor. Küs gibi oluyoruz yaşadıklarımla. Sevmem. Sıkılırım. Gidemez olurum Şuayip abinin kuş dükkanına. Bakamaz olurum camların ardına. Özlerim. Babam sıkılır, rengi atık kasketine, ceketine el atarken, Ben hele bir gideyim köye birkaç gün, bakayım ne var ne yok, inek, davar, tarla, soğan... Koca adamsın, idare edersin o kadarcık. Korkacak çekinecek bir şey yok. İnsan arasındayız, bugüne bugün kasabadayız, medeniyette, der, çeker kapıyı, gider. Sevinirim yanlızlığıma, başıboşluğuma. Bakarım, yerdeki açık defterin, kitabın yanında katlanmış birkaç kağıt para. Daha sık gider olurum kuş dükkanına.

Kağnı yoktur. Bakarım, vitrinde; upuzun direkli, binbir minik pencereli kamarası, yanlara bağlı bir sürü ipli, oynak dümeni, halatı, baş tarafındaki demiri, hatta gözü bantlı, ayağının biri tahtadan, omuzu rengarenk papağanlı kaptanı, tayfası, kamarotu, miçosu, küpeştesi, upuzun yelken direkleriyle aslından daha gerçek bir Barboros’un kalyonu, Flint’in korsan gemisi durur. Rüzgarını, dalgasını, durgun denizini, tepesinde dolanan birkaç martıyı, yelkovan kuşunu, dipteki yengeci, denizyıldızını, kayabalığını, yosunu, çakılı, maviliği içinde yitirip giden koca koca mağraları yapmak zor değil benim için. Koyulurum hemen...

Uzayan geceler kısalmaya durur. Daha az yakarız karnı kızaran sobayı. Komşudan bir kesik bağlama ezgisi karışır tenceredeki kurunun ıhıltısına. Biraz turşuluk, biraz acı biber, irice bir soğan. Kitapların kapları yırtılmış, atılmış, kapakları hırpani, kenarları kıvrık kabarık, uzun bir eğitim savaşının izleri. Defterler de öyle. Aralarına çiziktirilmiş ağaç, yaprak, balık, kuş olması gereken şekiller. Kimi gün limana gidip, hamurla yemlediğim oltamı atıyorum denize. Kucağımda Pardayanlar’ın bilmem kaçıncı macerası. Denizin yüzü binparçalı ayna, ışıldayıp, çakıp duruyor gözüme gözüme. Dipte koca kaşıklar gibi şavkıyan ispariler, izmaritler. Bir denizden bir kitaptan.

Meydandaki dükkanlarda bir “bahar geliyor” havası. Nereden bildim, nasıl anladım bilmem. Kendi kuruntum belki. Şuayip abinin bıyıkları daha bir sarkık. Görmüyor kimseyi, birşeyciği. Dükkanın kapısında cigara ekliyor. Vitrine bir bakmamla, ağzımın şaşkınlıktan açılması bir ana denk geliyor. Anaaa! Bune len? Tavandan sarkıtılan misinalarla bağlanmış, borusuz, vidalı yeri boşta bir musluk. Havada, dururken öylece, ucundan şarıl şarıl sular dökülüyor dibindeki küçük taşlarla oluk şekline getirilmiş gölcüğe. İyi de, bu su nereden geliyor oğlum? Musluktan su akar mı bir borusu, bir kaynağı olmadıkça? Geldiğimde vitrine, musluğa bakan birkaç kişi vardı, gitikçe çoğaldı. Büyüklü küçüklü, herkes bakıyor ağzı açık. Bir sürü laf, dedikodu. Herpsinin içinde bir akıl erdirememişlik. İçimde o, günlük hayatta eksik olan bir sihirin, bir kerametin işte burada, önümde durduğuna, ona baktığına inanma, kanma dürtüsüyle karışık duygular. Arada vitrinin camı olmasa da, el uzatılmayacak, akan suya parmak ucuyla da olsa dokunulmayacak. Kerametin, sihrin dokunulmazlığı, uzaklığı. Okul biraz uzakta da olsa, öğle arası da gelip, musluğa, kesintisiz, billur akışlı su sütununa bakıyorum. Günlerce sürüyor bu böyle. Hep, acaba diğerleri gibi kaldırmış mıdır Şuayip abi o sihirli musluğu korkusuyla yanaşıyorum kalın cama. Orada olduğunu, aktığını görüp, rahatlıyorum.

Okul bitti. Sahildeki gazinolar sezona hazırlanıyorlar. Temizlik, boya, badana. Tamir edilen sandalyeler, masalar. Sabahın erkeninde garaja gidiyoruz babamla. Hava aydınlanmamış daha. Kahveler kapalı. Ocaklarda, kazanların altında uyutulmuş ateşler, masaların üzerinde ters çevrilmiş sandalyeler. Birkaç üşümüş köpek dolanıyor taş döşeli sokaklarda. Meydana varmadan hissettim bir şey olacağını. Yanından geçmesem, bakmasam dedim. İstemedim. Ama yapamadım. Yanaştım. Vitrindeki uzun, beyaz ışıklı lambanın aydınlığı altında her zamanki musluk susuz, akışsızdı. Uzunca cam bir boru vardı musluğun ucunda. Diğer ucu oluğa kadar iniyordu.
Sihir bozuldu.

06.02.2014

NOT: Öykü Parşönen sanal fanzin'de yayınlanmıştır.

Kategori:

Re: Sihir

Güzel... Üslup naif... sözcükler yerinde... anlatım akıcı... dil sade... betimlemeler çok iyi yerinde ve kararında... ama...

şu son söz olmasa hani "sihir bozuldu" sözü... ortada bir hikaye yok.

bazen okur şu soruyu sorar; bu öykü bize ne anlatıyor?

buraya kadar "usta işi" bir anlatım olmuş.

sevgiler