UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Ruhtan Kesilme

28 Oca 2013
elifyemenici

Çok kırmıştı. Bu eylemine kayıtsız kalamayarak kırılmıştım haliyle. Ne bütünken ferahtaydık, ne ayrıyken. İlişkimiz birbirimize kazdığımız kuyulardan birer temel üzerine inşa edilmişti. Aslında beraberliğimizin yirmi üçüncü yılını doldurmaya iki ay vardı ve yavaş yavaş ısınmaya başlayacak gibiydim ona ama yine de boşta bir kesici alet görsem bir yerlerine saplamadan edemezdim. Ya da beraber deniz kıyısında huzurluymuşçasına yürürken dalgaların içine atıverirdi beni ama oradan çıkıp yine içine girer bütünlenirdim. Uçurumdan da fırlatsak, gırtlağımızı da parçalasak, tırnaklarımızı da söksek yek bir deri parçasının içini doldurarak, kırlent içi elyafı gibi yapış yapış, içli dışlı yaşamaya mahkûmduk.

Çok kırıktık. Oturup bir şeyler içelim hem de bu meseleyi halledelim dedik. Tırnaklarımız uzamıştı görüşmeyeli. Tırnak içindeki boyalar ve kelimeler onu hep rahatsız, beni ise mütebessim ederdi. Boyanın ve kelimelerin kir olmadığını hiç anlayamadı. Anlatmaya hiç yeltenmediğimdendir belki de. Ortada hepi topu on adet el, on adet ayak tırnağı vardı ve bunları paylaşmak zorundaydık. Sık sık beliren şeytan tırnakları ise ona aitti. Ne zaman çıksa kendinle beraber benden de intikam almak için ısırıp derinin bitişine kadar kanata kanata çeker ve koparırdı. Kendi canı da acırdı tabii ama beni acıtmasının hazzı, acısını bastırırdı. Vitaminsizlikten yada her ne sebeptense tırnak üstünde beyaz çizgilerin oluştuğunu fark ettim ben de; O, şeytan tırnağının icabına bakarken. Ellerimize karşı aniden belirebilen bu ilgi; bir liman, bir sığınaktı radikal kararların kaçışlarında her zaman. "O vakit önce ellerden kurtulalım." dedi. Tam onun tarzı tekinsiz çözümler... İkimiz de sözde çözüme odaklandığımız için yine iyi anlaşıyormuşcasınaydık. Bıçak lazım. Sırf bıçak istesek işkillenirler. "Çikolatalı waffle söyleyelim." dedim. "Yanına da bir fincan papatya çayı." Serotoninler, endorfinler, anti depresan etkiler üstümüzde yapıştırılı duran şu keskin, dramatik aydınlatmanın tonlarını hafifletir belki. Çikolata sosuyla, gereksiz kalplerle süslenmiş şık bir tabak endorfin; yine şık, antikaymış gibi duran ama "Made in PRC" bir fincan anti depresan geldi masamıza. Benim üzerime Hindistan cevizi üfleseler, lokum olarak servis edilebilecek kıvama geldim ama o hiçbir şeye dokunmayıp ebeveyn olgunluğunda yememi bekledi.

Kırık tırnaklarımız hala uzuyordu. Metale değen keskin ışık sesi geldi. İşte şimdi canımız çok yanacaktı. Parlayan bıçağı aldık, sağ elle tutup sol bileğe soktuk sakince. Waffle bıçağının kemiği kesemeyeceğini bile bile. Deriyi geçti, içe girdi bıçak "lık" diye. Kemikte kaldı. Her taraf kan oldu. Ama kan da boya gibi pis olmadığı için benim açımdan sorun teşkil etmiyordu. Sadece oturduğumuz kafenin kahve-krem tonlu, naif işlemelerle bezeli konseptine davetsiz ve tuhaf bir kontrast oluşturdu. Herkesin gözü üzerimizdeydi. Şalımıza taktığımız kadın profilli oval broş çok şıktı, biliyorum ondandı. Broş pırıldarken kan hızla yayılıyordu. Durmaksızın çapı genişleyen kırmızının tam ortasında kıpkırık duruyorduk. Beatles'dan "Because" u mırıldanmaya başladık hep bir ağızdan kısık ve sakin. Etraf ise kaostu. Sadece gözlerini üzerimize koymakla yetinmediler. Omuzlarımızı sarsıcı ve silkeleyici hamlelerle, nabız kontrolleriyle lüzumsuz çabalar içine girdiler yaşayıp yaşamadığımıza bakmak için. Sanki çok mühimmiş gibi... Sık sık "ben demiştim" denen itici söz öbeğini kullanırım ama bu sefer dememiştim. Keşke deseydim ve "ben demiştim" demeye gerek kalmadan bu işi insansız bir yerde "çözseydik".

İkimiz de birbirimizden intikam alırken bunu göze almıştık, karşılıklı razıydık. "özgür" iradeyle alınmış kararların bedelleri ödenirken; acıyı kırk katlı bohçalara sarıp, karnınıza sokup, dışarıya bir şarkıyla yansımak zorundasınızdır çünkü.

Başımızın üzerine bir cezm geldi, şarkı bitti. Metronom misali iki uçta gezerken sükûta bulandık. Telvin, yerini katotoniye bıraktı giderken. Epey genişleyen kırmızı çember, steril insanları biraz olsun bizden uzaklaştırmıştı.

Artık hem kırık, hem kesiktik. Yarım saat içinde değişen tek şey vücuda giren endorfine hızla yer açmak için dışarı çıkmaya gönüllü alyuvar, akyuvarlardı. Endorfin, çilekli bir ciklet balonu gibi yarı saydam şişti, her yeri kapladı. Artık bize de yer yoktu. Giderken arkamızdan yüksek sesli bir kulak çınlaması eşlik etti. Ellerden kurtulamadık ama beceriksizce kendimizden kurtulduk.

Ocak 2013

Kategori: