UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Politika ve Edebiyata Dair Değiniler

15 May 2013
turgut

“Sonuçta sekiz tüfek, on sekiz tabanca, iki makinalı tabanca, yeteri kadar kurşun, birkaç bomba (pek ses çıkarmamakla birlikte, bombaların beni rahatsız ettiğini söyleyebilirim), otuz dört lokum dinamit, fitil, kapsül, çok sayıda kasatura, bıçak vesaire teslim alındı. Listelerdeki rakamlara göre yirmi sekiz kişi silâhsızdı.” (1)

Bu satırlar Oğuz Atay’ın Eylembilim adlı kitabından alındı: bugün, Türkiye’de Oğuz Atay’ın edebiyatçılığı açısından belki de en çok gözardı edilmiş, üzerine en az düşünülmüş ve söyledikleri en az tartışılmış kitaptan. Bu kitabı okumak, beni, bir anlamda Türkiye üzerine daha fazla düşünmeye, daha doğrusu bu düşünme ve araştırma sürecinde toplumsal olanla edebiyatın ilişkisine dair daha fazla karşılaştırma yapmaya itti.

Bu sebeple, henüz ilk kısmını yayınlayabileceğim fakat daha sonra devam etmek istediğim bu denemeyle birlikte burada, bu konunun üzerinde konuşmak; politika ve edebiyat ilişkisi üzerine daha fazla söz söylemek için bir tartışma başlatabilmeyi ümit ediyorum. Bu tartışmayı edebiyatla ilişkilendirmeden önce, basitçe dahi olsa Türkiye toplumunu ve gelişim sürecini incelemek bana daha akıl kârı göründü. Bu denemede de cumhuriyetle birlikte başlayan dönüşüm sürecine ve edebiyatımızın ana omurgası olan doğu-batı çatışmasına dikkat çekmeye çalıştım. Yaptığım yanlışlar için şimdiden affınıza sığınıyorum.

***

Cumhuriyet’in ilânı, daha önce ittihatçı gelenekle başlatılmış olan ve asker-sivil aydın zümrenin başını çektiği bir “terakki” sürecinin en önemli adımıydı ve her ne kadar tepeden inme bir anlayışla da olsa çağa tutunma adına büyük bir önem arz ediyordu.

Birinci Paylaşım Savaşı’nın sonuyla birlikte bağlı bulunduğu öteki dini ve etnik unsurlardan ayrışan, aynı biçimde bu unsurlarla yaşadığı kültürel bağları kopartarak “ulusal” bir kimliğe bürünen Türkiye, toplumsal dönüşüm için rol model olarak batı kapitalizmini görecek ve henüz bilindik anlamda sınıfsal yapının oturmadığı, feodalizmin çökmediği bir ülkede, süratle moderniteye ayak uydurma çalışmalarına başlayacaktı. Bu, hiç şüphesiz ki birtakım uyumsuzlukların ve çatışmaların doğmasına zemin hazırlayacak bir hamleydi.

Batı’daki Aydınlanma Çağı, yarattığı akılcı ilerleme parolası ve pozitivizmin yansıları cumhuriyeti kuran kadroların veya daha sınırlayıcı bir tabirle, bu kadrolardaki egemen kliğin düşünsel temelini oluşturmaktaydı. Dünya Savaşı’ndan önce Türkiye’de yavaş yavaş yeşermeye başlayan batıcılık, liberalizm ve sosyalizm gibi siyasal hareketler, Türkçülük ve İslamcılık gibi daha geleneksel duruşlar karşısında başarılı olma şansı yakalayamamış; her ne kadar batılılaşma bir devlet hamlesi olarak başlatılsa da toplum nezdinde itibar görmemiştir. Oysa Türkiye, bu yeni süreçte milliyetçiliği ve liberalizmi kendi gelişim süreci içinde ön plana alacak ve bu egemenliğe sahip olma savaşının sonunda batılı normlara ve batı kapitalizmine uygun, yeni ve çağdaş bir toplum yaratma çabasına girişecekti. Bu, Türkiye tarihindeki en geniş kapsamlı modernleşme projesiydi ve siyasetten iktisata, edebiyattan müziğe, kullanılan dilden dine kadar birçok alanda yayılan yeni bir toplum yaratma süreciydi.

Yoğun propagandalarla desteklenen, sanatçıların ve aydınların atılımıyla zenginleşen bir dönem başlamıştı. Bilhassa Cumhuriyet kadrolarının çevresindeki sanatçılara, başta Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip Adıvar, Yahya Kemal Beyatlı gibi isimlere bakılınca bu modernleşme projesinin edebiyatçılar nezdinde büyük bir hararetle desteklendiğini görüyoruz. Her ne kadar, daha sonra, 1940’lı yıllarda Sabahattin Ali, Sadri Ertem, Nazım Hikmet gibi daha toplumsalcı ve halkçı yaklaşan yazarlar tarafından kimi noktalar eleştirilse dahi temel cumhuriyet argümanlarına sahip çıkılıyor ve “ilericilik” başat unsur olarak görülüyordu. Fakat sanatçılar, bu desteklerinin yanısıra Türk edebiyatının ana omurgasını oluşturan batı-doğu çatışmasına sırt çevirmemişlerdi ve destekledikleri süreçte ortaya çıkan kimi noktaların toplumsal yaşamdaki yansılarını ön plana almaktan geri durmuyorlardı.

Türkiye’de daha sonra yaşanacak sorunların temelinde yatan en önemli sebeplerden birinin, belki de en önemlisinin bu karşıtlık zinciri olduğu malumdur ve bunun aşılması isteğinin doğal sonucu, geçmişin inkârıdır. Bu inkâr en başta Türkiye aydını olmak üzere Türkiye insanının “doğru” karşısındaki konumunun çaresizleştirilmesi demekti. Bundan kastım, yeni ve eskiye dayanmayan, tam tersine son yedi yüz yılı reddeden, köklerini daha geride arayan yeni bir tarih ve toplum anlayışının, tıpkı Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde olduğu gibi halk tarafından desteklenmemesidir. Burada, yapılan hamlelerin doğruluğundan veya yanlışlığından ziyade ortada olan bir “kopukluk”tan söz edilmektedir.

Nitekim Ahmet Hamdi Tanpınar da Huzur romanında genç Türkiye’de yaşanan bu çatışmayı görmüş ve kendi ideolojik çerçevesinden şöyle ele almıştır: “Birisi eski bir medeniyetin enkazı, öbürü yeni bir medeniyetin henüz taşınmış kiracısı. İkisinin arasında bir kaynaşma lazım. Sonra, mâzi ile alâkamızı yeni baştan kurmamız lazım. Birincisi nispeten kolaydır; hayatın maddi şartlarını az çok değiştirmekle bunu elde edebiliriz…” (2)

Her ne kadar yaşanan toplumsal çatışmaların çözümü Tanpınar’ın işaret ettiği “kökü bulmak ve o köke sıkı sıkı tutunmak” meselesinden ibaret görünmese de alıntıda bahsi geçen “kaynaşma”, vitrinin arkasında yatan sorunların temelini oluşturacaktır. Türkiye’nin parolası olan “sınıfsız, kaynaşmış toplum” ekonomik anlamda gelişimini yavaş yavaş tamamlayan ve sınıfsal yapısı oturmak üzere olan Türkiye için “hatalı” bir slogandır.

Bu çatışmalar, batı-doğu temelli arayışların daha derininde, üst-yapıda gerçekleşen öteki çatışmalara zemin hazırlayacak biçimde bir sınıfsal ayrışmaya evrilmekteydi. Korkut Boratav, Türkiye’deki ekonomik süreci şu biçimde özetliyor: “1908-1980 arası, Türkiye’de kapitalizmin geliştiği ve yerleştiği yıllardır ve bu dönüşüm 1908’de patlak veren ve bütün tökezlemelerine ve aksaklıklarına rağmen sonraki yıllarda devam eden bir burjuva devrimi ile başlamıştır. (…) Bu burjuva devrimi yetmiş küsur yılda bir türlü tamamlanamamış ve böylece Türkiye kapitalizminin gelişim biçiminde, gerek ekonomik yapıya, gerek siyasi yapıya ilişkin bir şeyler eksik kalmış; yüzyılın sonlarına yaklaşırken Türkiye hem dünya ekonomisi ile eklemlenmesinde hem de içsel olarak kronik gerilik unsurları taşımaktan, kısacası azgelişmişlikten kurtulamamış; kemâle ermiş bir burjuva demokrasisi yerine, popülizm ile çeşitli renklerde askeri rejimler arasında yalpalamaya mahkûm kalmıştır.” (3)

1960’ta yaşanan darbe sonrası özgürlüklerin genişletilmesi; siyasal partilere, üniversitelere, sendikalara ve sivil toplum kuruluşlarına yeni hakların tanınmasıyla birlikte bu süreç, çok daha açıktan tartışılmaya başlanacaktır. Yenilenme, asırlar boyunca -eğrisi ve doğrusuyla- var olan bir kültürün iki kutba çekilişini; bir kutbun bu geçmiş kültürü hazine olarak görüp ona sarılmasını ve hatta bugün muhafazakârlık adı altında bu kültürü sahiplenmesini doğururken öteki kutup, bu sahiplenmeyi ve geçmişi reddedecek fakat onun yarattığı etkiden tümüyle sıyrılamayacak ve Oğuz Atay’ın ifade ettiği üzere “en Beethoven dinleyenler” dahi kendilerini bir keşmekeşte, bir çatışmanın ortasında bulacaklardır.

***

Bu durumun edebiyata olan yansımalarını, bu dönüşüm süreci hakkında yapacağımız tartışmalar paralelinde sürdürmekte fayda var, diye düşünüyorum.

-----
1. Eylembilim, Oğuz Atay, sayfa 99, İletişim Yayınları
2. Huzur, Ahmet Hamdi Tanpınar, sayfa 269, Dergâh Yayınları
3. Türkiye Tarihi 4: Çağdaş Türkiye Ansiklopedisi, İktisat Tarihi, Korkut Boratav, sayfa 334

Kategori:

Re: Politika ve Edebiyata Dair Değiniler

Düşüncelerim Türk Edebiyatı'nda politikadan çok durumun bugünkü görünüşüyle ilgili. Umarım konuyu saptırıp, sığlaştırmıyorumdur.

"Ayşe, intikam yemini etti." cümlesinin öznesi Rojda olsa başka bir politik duruş göstermiş olacak cümle. Politik amaçla yazılan her ne olursa olsun, duruşunu göstermek, safını belli etmekten başka bir anlam taşımıyor sanki bugün. Böyle bir ayrım gerçekten var mı bilmiyorum, bana öyle geliyor; politika yapılamıyor, ancak politik durulabiliyor artık.

Şöyle iki şey var:

Her yandan bilgi (bazen çelişik) yağıyor. Bu bilgiyi belli bir kuram içinde yorumlayıp edebiyatla işleyene ve edebi esere tepkileri görüp değerlendirinceye kadar bağlam değişiyor. Devrimci bir hareket olan Kemalizm bir süre sonra gerici tepkiler göstermeye başlayıp direniş durumuna geçmişti. Bugün bu süreç daha hızlı. Ya alelacele boş konuşmak ya da geride kalıp boşa, boşluğa konuşmak durumunda edebiyat.

İkincisi de şu, demokrasi iğrenç bir ikiyüzlülükle söz söyleme imkanı verirken sesimizi de boğulmaya mahkum kılıyor. Oligarşinin tunç yasası işlemiş, suyun başını tutan kodamanların bağırışı geri kalan her şeyi susturuyor. Bunun demokrasinin eksik uygulanmasından kaynaklandığını da sanmıyorum. Doğası, oluşu böyle sanki.

Yazara da ya oyun oynamak kalıyor ya da kendi duygularını kaptan kaba aktarıp durmak.


Re: Politika ve Edebiyata Dair Değiniler

""
Bugün bu süreç daha hızlı. Ya alelacele boş konuşmak ya da geride kalıp boşa, boşluğa konuşmak durumunda edebiyat.

Şu kısım bana Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ındaki bir pasajı anımsattı:

"Tarih bir tahriften ibarettir. Tarih, geçmişten geleceğe uzanan ve bugün gördüğümüz bir rüyadır. Bütün rüyalar gibi tarih de yorumlanabilir; ama görülürken değil."


Re: Politika ve Edebiyata Dair Değiniler

Osman'ın demokrasiye dair söylediklerine bir ek olarak şunu söylemek lazım: demokrasi, düşüncenin özgürce ifade edilmesini talep eder. Fakat Osman'ın dediği gibi egemen sınıfların sesi, geri kalan bütün sesleri bastırabilecek yüksekliktedir. Bir yerde, söylenmek isteneni eşit şartlarda söyleme şansı yoksa orada özgürlükten söz edilemez.

Benim dikkat çekmeye çalıştığım nokta ise edebiyatın politize edilmesinden ziyade politik olan söylemin edebiyatlaştırılmasıydı. Politika ve edebiyat ilişkisi bu noktada ne kadar birbirine bağlı? Edebiyat kılıfına giren politik söylemin dışında, edebiyata politikanın konu olması meselesine girdiğimizde de bunun bir sınırı, ölçütü var mı? Sınır varsa bu sınırı belirleyecek olan ne? Bu soruların merkezinde bir de Türkiye'deki gelişime bakmak gerek: en azından Türk edebiyatına yansımalarını anlayabilmek için.


Re: Politika ve Edebiyata Dair Değiniler

Yazının devamını okumak isterim.


Re: Politika ve Edebiyata Dair Değiniler

Yazının ikinci bölümünün ancak çok küçük bir kısmını yazabildim. Bir de üstüne el atmaya kalktığım konunun oldukça dallanıp budaklanan bir mesele olması hasebiyle bu tarihsel süreç içerisinde esas tartışmak istediğim konular kayboluyor kimi zaman. Yine de ben, bu yazının bir kısmını paylaşmak, Türkiye'de, yukarıda bahsettiğim yenileşmeyle edebiyatın ne kadar paralel olduğunu az da olsa göstermek amacındayım.

Tarihsel detaylara fazlasıyla boğuldu metin ancak burada da sizden talep edeceğim bir şey var. Ben, Türk edebiyatına dair kimi şeyleri "toplayarak" burada paylaşırken "politik bir sanat var mıdır? ideolojinin sanattaki yeri nedir?" gibi sorulara dair kimi noktalara değinilebilirse esas istediğim konulara temas edebilir, yazının eksenini Türkiye'deki edebiyat ve siyaset tarihinden çıkartabiliriz diye düşünüyorum. Daha doğrusu beylik bir tarihsellikten aydın-politika-sanat üçgeninde daha verimli tartışmalar yapabiliriz.

***

Edebiyatın politize edilme meselesini Türkiye’de, belki kaba olacak bir ayrımla, üç genel kısma bölme şansına sahibiz, sanıyorum. Bu ayrımlar, elbette ki bahsi geçecek kısımların genel atmosferine bakılarak yapılmaktadır.

Birinci dönem, Milli Edebiyat dönemi olarak adlandırılan sürecin yansımaları ve koşulsuz desteğiyle güçlenen, 1923-1940 seneleri arasında edebiyata hakim olan ve Cumhuriyet ideolojisinin propaganda sürecidir. İkinci dönem, her ne kadar birtakım akımların bazı etkimelerinin olduğu söylenebilirse de daha çok Marksizm’in doğup yeşereceği, 1960 ve 1980 arası dönemdir. Üçüncü dönemse modern-postmodern arayışların egemenliğine girecek, ideolojik temellere oturan sanat anlayışının etkisini yitireceği dönem olarak kabul görebilir. Bu kaba ayrımlar, en başta belirtildiği üzere dönemin genel atmosferine ve politik yapısına bakılarak yapılan ayrımlardır elbette.

Birinci döneme bir giriş yapmadan evvel Cumhuriyet öncesine bir göz atmakta fayda var. Osmanlı edebiyatının bireyci, seçkinci yanının bertaraf edilmesinin ilk belirtileri Tanzimat’la birlikte görülür. Batı ile tanışan ve Batı edebiyatını edebiyatımıza taşımak isteyen aydınların, ki bu aydınların çoğu birer devlet adamıdır, kaçınılmaz biçimde divan edebiyatının genel kurallarına karşı çıkacakları bellidir fakat bu karşı-çıkış, daha sonraları, toplumsal bir eğilime girdiğinde devlet tarafından durdurulacak ve divan edebiyatından sıyrılma süreci sekteye uğrayacaktır. Bu duraklama, 1839'la başlayan, 1876'da Birinci Meşrutiyet'in ilânıyla tavan yapan batılılaşma hamlelerinin durdurulduğu İstibdat Dönemi'ne denk düşmektedir.

Edebiyat, hiç değilse yüksek zümre içerisinde, hiç olmadığı kadar siyasetin içindedir ve kalem kavgaları bile bu siyasal yapıyla birlikte yürütülmektedir. Tanzimat edebiyatının son zamanlarına damgasını vuran malum “kulak için kafiye-göz için kafiye” meselesi dahi bir siyaset kavgasına dönüşen bir meseledir örneğin. Eskiyi, göz için kafiyeyi temsil edenlerin esasında Osmanlı’yı, saltanatı, muhafazakâr yapıyı korumak için mücadele veren tutucular olduğu, yeniyi temsil eden Recaizade Mahmut Ekrem ve genç Servet-i Fünuncuların ise batıcılığı, Avrupalılaşmayı destekleyen yenilikçiler arasında olduğu görülür.

Daha sonraları, Osmanlı Devleti’nde çözülüş adamakıllı hızlandıktan ve ülke toprakaları birer ikişer elden çıkmaya başladıktan sonra filizlenen Türkçülük ve etkisindeki Genç Kalemler Hareketi, Türk edebiyatındaki en köklü yeniliklerden birine, dilde reforma, ışık yakacaklardır. Bu hamle de elbette ki siyasetle oldukça iç içedir. Türklerin kendi milli benliklerini tanımaları ve bu benliği yüceltmeleri gerektiği noktasından hareket eden Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ömer Seyfettin gibi isimler, bu yenileşme ve millileşme sürecinde edebiyata büyük önem atfedeceklerdir. Giderek didaktikleşen, millici bir yapıya bürünen şiirlerde bunun açık örneklerini görebiliyoruz. Ziya Gökalp mesela, “Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan / Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan” satırlarını yazacak kadar “milli şuur”a sahip olmuş, Faruk Nafiz Çamlıbel Sanat başlıklı şiirinde sanat anlayışını “Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken / Yazılmamış bir destan gibi Anadolumuz.” dizeleriyle anlatır. Savaş yıllarının yarattığı güçlükler, beraberinde genç Cumhuriyet’e idealist ve romantik bir yaklaşımla bağlanan yazarlar, bu “yeni” dönemi bütün güçleriyle destekleme kararı alacaklar ve Anadolu’ya, köye, yoksul Türkiye insanına bağlanmayı kendileri için bir vazife addeceklerdir.

Bütün bu örnekleri incelediğimizde şu sonuca varıyoruz: eski edebiyatı yıkıp yerine yeni bir edebiyat getirmekle eski devlet düzeninin yıkılıp yerine yeni bir devlet kurma mücadelesi birbirine paralel olarak yürümüş; 1839’da, Tanzimat’ın ilânıyla başlayan ve edebiyatta da kendisini oldukça yüksek perdeden hissettiren yenileşme 1923’te Cumhuriyetin kurulması ve yeni bir toplum yaratma projesiyle birlikte akacak yeni bir mecra bulmuştur.

Peki, edebiyatın siyasetle bu denli iç içe geçmesinin temelinde yatan sıkıntı nedir? Hangi sebeple sanatçılar kendilerini bu politik süreçte önemli bir özne olarak görmüşler, sadece bir sanatçı değil, aynı zamanda bir eylem insanı olarak da var olmak istemişlerdir. Yakup Kadri’nin, Ahmet Hamdi’nin devlet işlerinde yer alması, Halide Edip’in bizzat Kurtuluş Savaşı’nda aktif görevlere soyunması neyin işaretidir?

Bu, hiç kuşkusuz ki bir "üçüncü dünya ülkesinin", geri kalmış bir memleketin aydınının içine düştüğü kararsızlığın, tedirginliğin ve her yana koşmak, her şeye yetişmek, topluma yararlı olmak isteğinin, hatta yükümlülüğünün bir dışavurumudur. Sözgelimi Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar'da bu "Avrupa'ya yetişme" isteğini şöyle anlatır: "1789 İhtilalini yeniden yapacağız. Acelemiz var doktor. Yaşanmamış bütün olayları yeniden sahneye koymak gibi tarihsel bir görevimiz var. Avrupa'yı yüzyıllarca geriden izlemekten usandık artık. Önce Fransa İhtilalini yapacağız. Adamlarımın hepsi hazır. (...) İhtilalde acele edildiğini söyleyenler var. Önce sanayi devrimini yapmak gerekirdi diyorlar bazıları. (...) Durum karışık. Daha geri gitmek isteyenlere engel olmağa çalışıyoruz. Bazıları da, ortaçağ şatoları inşa etmek üzere temel kazısına başladı. Henüz mülkiyetin temelli yerleşmediği ve bu nedenle sanayi devriminin bile zamansız olduğu ileri sürülüyor." (1)

İşte bu ironik dilin odağında Türkiye aydınının içine düştüğü çelişkinin izleri vardır. Ancak 1950'lere değin bu iç çatışmasının uzun süre mümkün olduğunca arkada tutulmasında, milli-romantik-idealist bir anlayışla Anadolu'ya yönelmenin, "Batı'nın bilim ve tekniğini alıp ahlâkını uzak tutmanın" isteği yatmaktadır.

Fakat her ne kadar geriye çekilmeye çalışılsa da Türkiye aydınının bu "tedirginliğinin" daha sonra, büyük bir şiddetle, tekrar açığa çıkacağı görülecektir.

-----
1 - Tehlikeli Oyunlar, Oğuz Atay, sf.337, İletişim Yayınları


Re: Politika ve Edebiyata Dair Değiniler

bir kaç noktaya itiraz : "sanatın politika ile ilişkisi" osmanlının çağın gerisinde kalmış olmasından kaynaklanan istisnai bir durum değil.(meseleyi geri kalmışlığa indirgemek sanatı yoksunluk pathosundan başka bir şekilde tasavvur etmeyi engellemektir. buna bağlı olarak, belki de Türk edebiyatını batı-doğu çatışması temelinde ele almanın yerindeliği sorgulanmalı)sanat hep politiktir, günümüzde olduğu gibi politik olmamak için uğraştığında bile... çünkü "sanat için sanat" diye bir şey hiç ortaya çıkmadı. sanat, müzelerde sanat-seviciler seyretsin diye peyda olmuş şey değildir. sanat yaşamın ta kendisidir, işte bunun için tam da müzeye kaldırılamayandır.(burada bir müzede sergilenen antik mısır dan kalma eserlerin sanata dahil edilemeyeceğini vs. kastetmiyorum) sanat, yaşam yaratma etkinliğidir. işte, onun için sanat ve politika birbiri ile sonradan ilişkilendirilecek mefhumlar değildirler, bunlar daha başından itibaren "birbirlerini" içerirler. bu, bir kanonun ortaya çıkış şartıdır.


Re: Politika ve Edebiyata Dair Değiniler

Burada benim ön plana çıkarmaya çalıştığım şey, sanatın bir politik nesne olarak kabul görmesiydi. Bundan kastımı şöyle bir alıntıyla belki biraz daha açabilirim.

""
"Kemal Tahir'in evinde yapılan açık oturuma Kemal Tahir dışındaki romancıların tümünün, romancılığı ülkenin kalkınma savaşımının bir parçası olarak gördükleri dikkat çeker. Orhan Kemal "Bu tip romanlar yazmakla, fiilen mücadeleye katılmış oluyorum." demektedir; Mahmut Makal da köy romanı yazmanın bir tür "memleket romancılığı" olduğunu söylüyordur. Kemal Tahir ise tezini tek başına savunmak zorundadır: "Bence romancı, romancılığı varlığında taşır. (...) Köy romancısı, şehir romancısı olmaz. (...) Sanatçının bir üslubu vardır." Kemal Tahir'e sert çıkışlarda bulunan Orhan Kemal, onu "Balzaclık, Dostoyevskilik tutkusu içerisinde" görüyor, "Kemal Tahir'den ben, aydınlık, ileri, yurdumu ileriye götürecek olumlu tipler istiyorum." diyordur. (Yıldız Ecevit, Ben Buradayım, sf. 110)

Yukarıda ele almaya çalıştığım şey, politika ve romanı birbirinden ayırmak amacı gütmedi. Sözgelimi Dostoyevski'nin Ecinniler'i de bir politik romandır ancak "ülkenin kalkınma savaşımının bir parçası" olduğunu söyleyebiliriz miyiz bu romanın?

Türkiye'de var olan durum da bence bu. Roman, öykü, edebiyat; toplumsal kalkınmanın ve dönüşümün gerçekleşmesi için bir araçtan öte görülmemiştir.


Re: Politika ve Edebiyata Dair Değiniler

dostoyevski'nin ecinnilerinin "ülkenin kalkınma savaşımının bir parçası" olarak görülmemesinin sebebi başka bir devrimin değil de ekim devriminin gerçekleşmesi olamaz mı? rusyanın kurtuluşunu ortodoks hıristiyanlık ve muhafazakarlıkta gören bu romanın, tabi ki sovyetlerin "toplumsal kalkınmanın ve dönüşümün gerçekleşmesinde kullancağı bir araç" olması biraz zor. pekala, eğer dostoyevski'nin tasavvurundakine benzer bir iktidar ortaya çıksaydı ecinniler "ülkenin kalkınma savaşımının bir parçası" olabilecekti.

işin özü şu ki, ben edebiyatın nasıl "sadece bir araç" olabileceğini anlamıyorum. yani "sanat için sanat" gibi "toplum için sanat" da manasız geliyor bana. "edebiyat, toplumsal kalkınmanın ve dönüşümün gerçekleşmesi için bir araçtan başka bir şey değildir" diyenler olabilir. ancak bunu dediğiniz anda kendinizi yalanlamış olursunuz.(türk edebiyatı bu bağlamda kendi toplumsalcılığını dinamitlemiştir) çünkü bunu söylemekle, yani onu bir araç olarak kavramakla "toplum" ile "sanat" arasına daha baştan bir çizgi çekilmiş olur ve böylece "sanatın" "toplumla" ilişkisi kopar.

***
sanatın propaganda "haline gelmesi" eleştiriliyor. ancak propaganda olmak bir eserin değerini düşürmez.(örnek: http://tr.wikipedia.org/wiki/Potemkin_Z%C4%B1rhl%C4%B1s%C4%B1_%28film%29) ki propaganda sanata dahil olmuştur ezelden beri. "toplumsal dönüşüme" yönelik propaganda da edebiyatta sonradan ortaya çıkan bir yozlaşma değildir. propaganda belki de kanonun temel işleme tarzıdır.


Re: Politika ve Edebiyata Dair Değiniler

Ben sanatın propaganda aracı olmasından söz ederken esasında olumlu-olumsuz bir yorum belirtmekten ziyade Türk edebiyatında oldukça uzun bir dönem bu anlayışın egemen olduğunu söylemeye çalıştım. Ben de sizin gibi "sanat için sanat" ve "toplum için sanat" gibi bir ayrımı manâsız buluyorum. Sanat, yukarıda dediğiniz gibi "müzeye kaldırılacak" bir şey olmadı hiç; toplumsallıkla, politikayla hep iç içe oldu.

Yalnız, siz yukarıda sanattan bahsederken 'sanat, yaşam yaratma etkinliğidir.' demişsiniz. Ben de bu noktadan hareketle şunu soruyorum: peki sanat, dünyayı "değiştirme" gücüne sahip midir? Sanatın politize olmasından kastım da buna dikkat çekmek.

Burada neyi öne koyduğumuz önemli. Bence sanatla yaşamı "gösterebilir" ve "anlatabilir", hatta yeri gelir istenen dünya tasavvurunu kurabilirsiniz ancak bu değişimi, bizzat sanatla, tek başına gerçekleştirebilir misiniz? Ben Nazım Hikmet şiirlerini okuduğumda yeni dünya tasavvurunu görüyorum ancak sözgelimi üretim ilişkisini, bürokratik kurumların nasıl bir işleyişte olacağını göremiyorum çünkü bunun sanatın meselesi olduğuna inanmıyorum. (Gerçi sanatın meselesinin ne olduğu apayrı bir tartışma olur sanırım.)

Namık Kemal, tiyatronun "faydalı bir eğlence" aracı olduğunu söylerken benim eleştirdiğim yaklaşımın tam olarak ortasında yer alıyordu sanırım.


Re: Politika ve Edebiyata Dair Değiniler

öncelikle sanat dediğimde ne anlıyorum? bana göre insanın tüm entelektüel etkinliği(din,teoloji,bilim,felsefe...) sanata dahildir.kanon meselesini gündeme getirip durmamın sebebi de budur. insan, inşaa edilmiş bir şeydir, kanona itaat etme yetisidir insan.

"bizzat sanat"("salt sanat") diye bir şey hiç varolmadığı için, hatta sanatın ortaya çıkmasının koşulu "saltlık" kavramının imkansızlığı olduğu için; yani sanat, tasnifçiler tarafından ortaya konulan "sanat olamayan etkinliklere" ezelden beri içrek olduğu için durum böyledir. hatta sanatı diğer etkinliklerden(bilim,din vs.den) ayıran bu tasnifin kendisi dahi sanata dahildir. ben buna ifadenin litaratürdeki bağlamını bir yana bırakarak "karşı-sanat" demiştim bu forumdaki bir yazıda: "karşı-sanat da bir sanattır" demiştim.

meseleyi bu minvalde ele alırsak, bir "öne koyma"ya dayanarak düşünmek artık mümkün değildir. sanatın meselesi, en temelde bir yasa buyurma işidir. yani, kanondur. bir kanon da ortaya ne yapılacağını bildiğimizde değil bilmemdiğimizde çıkar. üretim ilişkilerinin nasıl işleyeceğini bilmiyor musun, o zaman onu yaratman gerekir. işte bu yaratımdır sanat.

marksist kurama göre devrim rusya gibi ülkelerde gerçekleşemezdi,e o zaman eline fırsat geçen bolşevikler "ne yapmalıydı?" devrim rusyada gerçekleşemez diyip orturmalı mıydı? yoksa devrim her zaman yaratılması gereken bir şey olduğu için "tüm iktidar sovyetlere" mi demeliydi? işte, sanat böyle bir şey. sanat, yaşamın yaratımıdır derken bunu kastediyorum. yeni yaşamsal olanakların yaratımıdır o.

hali hazırda bir kanon hep vardır ama sanat bu kanona motamot uymak değildir. öte yandan zaten istesiniz de ona motamot uyamazsınız çünkü kanon hiç bir zaman salt kendine işaret eden bir saydamlık arz edemez.