UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Pina Bausch ve Efsanesi

01 Haz 2011
Barış Acar

Pina Bausch ve efsanesi, ona tapanlar için başka, efsaneyi yakından tanıyanlar için başka, ona husumet duyanlar için bambaşka belki, yine de bütün efsaneler gibi, o da gerçekle yer değiştirebilir, bu yüzden bir başka şeye göre karşılığı çok da önemli değil. Gerçek ya da efsane: biri diğerinden daha kıymetli değil. Düşünülebilir –bu yeterli.

Pina, bedeni bulmuş. Doktiriner olanından ezoteriğine, tek tanrılısından bengidönüşe dayananına dek bütün dinlerin tahakküm kurmaya çalıştığı “beden”i bir çırpıda, hiç zahmetsizce ele geçirebilmiş. Bir şeyle karşılığını göstermeden, beden olarak bedeni ortaya koymuş. “Dans”ı, bir şeyin dansı olarak düşünmemiş. Bedenin bedenliliğinin kutlanması, mekânın beden tarafından kabul edilmesi ve mekân beden arasında hiç bitmeyen ilişki Pina’nın yaşamı olmuş belki de.

Bütün sanatların temelinde olan beden-dünya çekişmesi dansta yeni anlamlar bulmuş. Ama kurallar bütünü olarak öğrenilmiş “dans”ta değil. Pina’nın sokağa çıkardığı, dağlarda dolaştırdığı, binaların arasında gezdirdiği dansta… Daha çok da kadınla erkek arasında.

Pina’nın bir yönü sürekli Freudiyen bir miras gibi; dünyayla ve onun bedenli oluşuyla (Marleau-Ponty felsefesindeki gibi) uğraşırken bunu cinsiyet aracılığıyla sınıyor. Kadının ve erkeğin birbirine indirgenmeden, ama yoksanmadan da varolabileceği, duygusal ama şiddet yüklü bir dünya yaratıyor bize. Olanın yansısı ya da yansımalardan bizim bakışımızla çıkarabildiğimiz…

Bu kadının kocaman elleriyle incecik kollarının birleşimini, onların birbirini itişini, tutuşunu, çekişini… sanırım asla unutamayacağım. Beden olarak bir araya gelmiş, düşünen/ yaşayan organlar topluluğu olarak dansçı.

Öte yandan Wim Wenders Pina’ya layıkıyla yaklaşmış. Pina’nın dansçı arkadaş ve öğrencilerini klasik belgesel yapısındaki gibi birer figüran olarak kullanmak yerine, farklı yaşlardan insanların dansla iletişim kurma (bedenleriyle dünyaya katılma biçimleri) şeklinde ele almış. Belgeselin söze dayanan yapısının yerine -ele aldığı kişiye saygısını da gösterecek şekilde- adeta sözsüz, derdini beden diliyle ifade edebilen bir film içinde değerlendirmesi takdire şayan. Özellikle de röportajın yapmacık yüzünü, dansçıların pandomim benzeri yüz hareketleriyle ve arka sesle görünmez kılması ilk kez beni Wenders’a hayran bıraktı. Cafe Müller’in sandalyelerinin, Masurca Fogo’nun devasa kayasının filme serpiştirilme biçimi, özellikle de o gösterileri izleme şansını bulamayanlar açısından -üç boyutun olanaklarını kullanarak izleyiciyi olayın içine çekme gücüyle- gerçekten nefes kesici. Üç boyutu zorlamak için yaptığı kimi sahnelemeleri sevmesem de Wenders’a dair önyargımı belgesel yapısının kırdığını söyleyebilirim.

Bir gün belki daha çok anlamayı umduğum Pina Bausch’un cümlesiyle bitireyim:

‎"Tanzt, tanz… sonst sind wir verloren!" (Dans, dans… Aksi takdirde kaybolur gideriz.)

Kategori: