"Yu-suf!Yu-suf!" Ölmüş atalarımdan birinin Fırat'ın öbür kıyısından buraya kadar ulaşan sesini duymaya çalıştım. Kuyunun çürümüş sularından çıkmak için çırpınıyorum.
Bu bölümde Yakup'un oğlu Yusuf'un hikâyesine açıkça gönderme yapıyor yazar (belki bu noktada Yakup'un da İshak'ın olduğunu belirtmekte yarar var). Öyküyü ikinci kez okuyup yorumlarıma ondan sonra devam etmeyi umuyorum.
eren tarafından Oca 19th, 2010 günü 18:38 sularında gönderildi.
Bugün fazla zaman bulamadım. Yine de öyküyü ikinci kez okumaya başlayabildim. Ufak ufak başlayayım notlarımı aktarmaya. Herhalde geri kalanını yarın aktarabilirim. Bakalım...
mühür: Bir kimsenin, bir kuruluşun adının veya unvanının tersine kazılı bulunduğu, metal, lastik vb.nden yapılmış araç, damga, kaşe. (Kaynak: TDK)
Mühür belirli bir resmiyeti, iktidarı çağrıştırıyor. Ama ondan da önce çağrıştırdığı başka bir şey var: dondurmak, mutlaklaştırmak. Herhangi bir şeye vurulan mühür onu sonsuza kadar başka bir şey yaparmış, ona artık değiştirilemeyecek bir nitelik verirmiş gibi geliyor. Anlatıcı sevginin de ölüm kadar güçlü olduğunu söylerken, acaba buna benzer bir çağrışıma mı yaslanıyor?
eren tarafından Oca 20th, 2010 günü 1:15 sularında gönderildi.
Yeri gelmişken sık yapılan bir yanlışa da dikkat çekelim. Yakamoz, ayın ya da şehir ışıklarının deniz üstüne yansıması değildir; uyarıldığında ışık saçan tek hücreli bir deniz canlısıdır (kaynak). Yakamoz olayını Vikipedi gayet güzel özetlemiş:
""
Boyut olarak küçük olan bu canlının birçoklarının bir araya gelip, ışık saçmasına da yakamoz denir. Yakamozun gözlemlenebilmesi için diğer ışık kaynaklarının (Güneş, Ay ve Şehir ışıkları) yakamoz ışıklarını bastırmaması gerekir. Yakamoz oluştuğunda denizde uzun floresan lambalar yanıyormuş gibi gözükür.
Onat Kutlar'ın buradaki kullanımı doğru. Fakat özellikle genç edebiyatçıların yakamozu "mehtap" ya da "şehir ışıklarının su üzerindeki yansıması" yerine kullandığına çok tanık oluyoruz.
Ben şimdiye kadar hiç yakamoz görmedim. Sanırım tanık olabilmek için, sessiz bir koyda, aysız bir yaz gecesinde sandalla denize açılıp uzun uzun beklemek gerkiyor...
eren tarafından Oca 20th, 2010 günü 13:16 sularında gönderildi.
Sofada, pencerenin yanındaki yer minderinde, yan yana oturuyoruz. Hiçbir şey konuşmuyoruz. Pencere ve gökyüzü iyice karanlık. Çorbaya el sürmüyoruz. Çocuklar sessiz, bize bakıyorlar. Ana, sessiz gözyaşlarıyla ağlıyor. İsli direkleriyle tavan üstümüze çökecek gibi. Yakın kahvelerin birinden arabesk bir inilti geliyor. Köşede, üstünde işlemeli bir örtü bulunan buzdolabı düzenli aralıklarla vızıldıyor. Bir masalın ardından gelen derin boşluk. Bir düşün.
Okuduğumuz iki öyküden sonra yazarın karamsar sahneleri betimlemek konusundaki başarısına şapka çıkarıyorum. Okurken içim kararıyor. O uğursuz boşluğu anladığımı düşünüyorum.
eren tarafından Oca 20th, 2010 günü 14:13 sularında gönderildi.
Kasabada bir zamanlar öturduğu evin önünden geçerken şunları geçiriyor içinden: "Sanki biraz dursam, bitişik evin pencere camına bir Çin imparatoriçesi gibi iri gövdesi, çekik gözleriyle yapışarak saatlerce ut çalan yaşlı kız gene belirecek, ara nağmelerde çapkın bakşılar atacaktı.
Bu ifade bana her okuyuşumda korkunç göründü. Ama korkunçluğunun nereden geldiğini anlayamıyorum. Özellikle "yaşlı kız" düşündürüyor beni.
""
Ama ben yabancılaşıyordum.
"Yaşlı kız"la ilgili yukarıdaki ifadeden sonra sarfediliyor bu cümle. Cinsel isteği -nasıl olursa olsun- tatmin etmek olarak okuyorum. Muhtarın komşusu dul kadına duyulan ilgide de buna benzer bir yan var. Onun durduk yere güzelleşmesi, anlatıcının cinselliğinin uyanarak kendine bir hedef seçmesinden başka bir şey değil.
eren tarafından Oca 20th, 2010 günü 23:29 sularında gönderildi.
Sabahın önce mavileşen, sonra ağır ağır beyazlaşan ışığı vuruyordu yüzüne. Dışarıda horoz sesleri. Dehşet içindeydim. İnanılmaz bir hızla bayağılaşıyordu yüzü. Aptallaşıyordu. Düşüşü durdurmak için sert bir sesle ikide bir kesiyordum konuşmasını.
Günün aydınlanışıyla adamın kadın konusundaki sahici düşünceleriyle yüzleşmesi arasında kurulan paralellik çok hoşuma gitti. Ulaşılan bir hedefin ulaşıldığında bayağılaşması, değersizleşmesi... Aslında o bile değil. Susuzluğu giderip bardağı yere çalmak gibi. Bilindik bir "kullanıp atma" hikâyesine benziyor daha çok.
Bu satırlar, kadının ilk tasviriyle, daha en başından anlatıcının (Hoca'nın) kadına bakışıyla paralel görünüyor bana. Camdan kadını ilk gördüğü anda yüzünde bir sevgi ifadesi değil de bir "karanlık istek" olması bu gündoğumunu haber vermiyor muydu?
eren tarafından Oca 20th, 2010 günü 23:31 sularında gönderildi.
Bir başıma yolumu bulmaya çalıştığım bu öyküde monoloğuma devam etmekten başka yapacak şey yok sanırım. Bir sesin beni içine düştüğüm bu kuyudan çekip çıkarmasını bekliyorum... (Sonunda olan oldu, ben de öykünün anlatıcısı gibi konuşmaya başladım.)
""
Pencereye bakmayı sürdürüyorum. Üst üste basılmış birkaç fotoğraf gibi. Hepsinin tüm ayrıntılarını birden görüyorum. Önce camın kendisi. Hafifçe tozlu ve sağ alt köşesinde dışarı çıkmak için çırpınan bir muştu böceği. Camın arkasında, komşu evin ağır ağır mavileşen bahçesi. Yıldız ışığı artık görünmüyor. Arkamda, sofayı avludan ve sundurmadan ayıran ahşap kafesin karanlık örgüsü de cama yansıyor. Örgünün aralıklarından bir siluet görüyorum: Muhtar'ın karısı ateş yakıyor. (...)
Son bir haftanın şaşırtıcı olayları şimdi kâğıdın yüzeyine camdaki görüntüler gibi üst üste ve aynı zamanda düşüyor.
Daha burada, öykünün en başında uyarıyor yazar: okumakta olduğunuz öykü üç katmanlıdır. Bu katmanları kabaca camın katmanlarıyla eşleştirecek olursak şöyle bir şey çıkar herhalde karşımıza:
Camın kendisi ve muştu böceği: Hoca'nın hikâyesi (düşündükleri, düşleri, yaptıkları, yapamadıkları)
Komşu evin bahçesi: Kızılderili'nin (ya da Hoca'yla Kızılderili'nin) hikâyesi
Ahşap kafes: Muhtarın hikâyesi
Sorun şu: anlatıcının aksine ben bu katmanların bütün ayrıntılarını görmekte hayli zorlanıyorum. Yine de bu katmanların karikatürleştirilmiş de olsa mahiyetini ortaya koymadan öyküye nüfuz etmenin çok güç olduğunu düşünüyorum. Bundan sonraki birkaç iletimde, kesik kesik, farkına vardıkça bunu yapmaya çalışacağım.
eren tarafından Oca 21st, 2010 günü 21:14 sularında gönderildi.
Eren, sana katılmayı çok istiyorum ama öyküyü defalarca okusam da bir türlü disipinli, bütüncül bir saptama yapamadım. Öyküye ulaşamadım.
Fark ettiysen ben de disiplinli ya da bütüncül bir okuma yapabilmiş değilim. Deyim yerindeyse öyküyü tırtıklıyorum. Ama tırtıkladıkça katman katman açılmaya başladığını da hissediyorum. Bir benzetme oradan bir gönderme buradan derken azıcık aklım da başımdan gidecek herhalde
eren tarafından Oca 21st, 2010 günü 21:45 sularında gönderildi.
Önce pencerenin kıyısına kadar tırmanmış iri ve dikenli gülü gördüm.
Anlatıcı kadını (Kızılderili) betimlemeye bu cümleyle başlıyor sanki. Okudukça daha çok seviyorum bu cümleyi. Hem belirli bir tehlikeyi sezdiriyor, hem dibinde, gözünün önünde olduğunu (oraya kadar sokulabilmiş olduğunu) söylüyor hem de erotik bir çağrışımın kapısını aralıyor.
Bu gülle, en başta sözü edilen, pencereden dışarıya çıkmaya çalışan muştu böceği arasında bir şeyler olacağını seziyoruz bir de burada. Yazar bizi fazla bekletmiyor:
""
Durumumuz bir halk resmi gibiydi. Bakır kapla gülü sulayan genç kadın ve pencereden ona bakan adam. Pencereyi açtım. Başını kaldırdı, yüz yüze geldik.
Burada yazarın iki zamanı üst üste bindirdiğini, pencerenin o andaki açılışıyla bir hafta sonra orada olacak muştu böceğinin pencereden çıkıp güle kavuştuğunu da düşünebiliriz, bir hafta sonra pencereden çıkmaya çalışacak o muştu böceğine pencereyi açacak kimse olmayacağını da. Her iki durumda da anlatıcıyla kadının ilişkisi, gülle muştu böceğinin bir pencereyle ayrılan ilişkisiyle bağlantılı gibi geliyor bana.
Zaten teklifsizce sularına girdiğim aşırı-yorum meşrebince devam edip yukarıda yaptığımız eşleşmeye dönecek olursak belki şunu bile söyleyebiliriz: Gül, böcek, genç kadın, ateşli erkek gibi yazarın açıkça gönderme yaptığı halk sanatı motiflerine engel olan, o hikâyelerde, resimlerde betimlenen "güzel" birleşmenin gerçekleşmesine engel olan bir şey var ortada: pencere. O pencerenin anlatıcının düşünce ve düş dünyasını olduğu kadar olmasa da kadının İstanbul'a gidip artist olma hevesini de temsil ettiğini düşünüyorum. Halk hikâyesinde yeri olmayan bu etkenler "Mühür"ün içine birer bıçak gibi düşüyor sanki...
eren tarafından Oca 21st, 2010 günü 21:53 sularında gönderildi.
Eren, sana katılmayı çok istiyorum ama öyküyü defalarca okusam da bir türlü disipinli, bütüncül bir saptama yapamadım. Öyküye ulaşamadım.
Daha önce karşılıklı konuşmalarımızda Cihan'a da söyledim; okuma, analiz yapma, yorumlama süreçlerinde inanmadığım bir şey varsa o da "bütünlükçü" yaklaşım. Aslında buna Aydınlanmanın yanlış yorumladığı "ereksel" bütünlük tutkusu da diyebiliriz. Evrenin bir ağ olarak birbiriyle ilişkili olması olarak bütünlükle olay ve olguların daha önceden düşünülmüş bir çizgi üzerinde dizilmesi olarak bütünlük tümüyle farklı şeyler. İlkini tüm kalbimle desteklerken, ikincisi hakkında müthiş kaygılarım var. Özellikle sanat yapıtı söz konusu olduğunda bu ikinci yöntemin tümüyle işlemez, yararsız, hatta zarar verici olduğunu düşünüyorum.
Maalesef bizim içinden geçtiğimiz tedrisat da -hangi düşünce sistematiği ya da ekolden olursak olalım- büyük oranda bu ikinci tür ve onun beter mi beter yorumlamaları tarafından belirlenmiş durumda. Yapıt karşısında durmak, yapıt karşısında daha önceden edinilmiş bir sözlükle başarılamayacak bir şeydir; o duruşa ne kadar çıplak çıkarsak -"tabula rasa"ya ne kadar yaklaşırsak- yapıtla o kadar hemhal oluruz. Sanatın ereğinin bu olduğunu düşünüyorum.
Eren'e bu yalın duruşu inanılmaz başarıyla ortaya koyduğu için büyük hayranlık duyuyorum. Herkese de onun kullandığı okuma yöntemini şiddetle öneriyorum.
NOT: Başlıkla ilgisi olmayan bu açıklamanın biraz uzunca olduğunun farkındayım; ancak bu durumu öykü incelemelerinde karşılaştığımız ciddi bir sorun olarak düşündüğüm için bu kadar üzerinde durdum.
Barış Acar tarafından Oca 21st, 2010 günü 22:43 sularında gönderildi.
Bir saattir kafama dönüp duruyor: "yıldız ışığı". Nedenini, nasılını düşünüp duruyorum. O kadar az şey çağrıştırıyor ki içinden çıkmakta zorlanıyorum. Bir Kızılderiliye vermek için alışılmadık bir isim değil belki bu, ama neden "yıldız ışığı"?
En sonunda cevabı yine öykünün içinde bulduğumu sanıyorum. Zaten iyice ipi koyvermiş olduğum için sapla samanı birbirine karıştırmaktan korkmayarak üstüne üstüne yürüyorum:
""
Zaten onun yüzünden adım çıktı. Bıraktı gitti beni ortalıkta. Allah razı olsun Kasım'ın oğlundan. Beni yanına aldı. İstanbul'a. Sesin güzel dedi, yüzün de güzel. Neyin eksik?
Anlaşılan bu Kızılderili görünümlü kadındaki yıldız ışığını ilk gören anlatıcı değil. Daha önce Kasım'ın oğlu da görmüş o ışığı onda. Onu bir yıldızdan eksiği olmadığına ikna etmiş. Onat Kutlar bir şaka mı yapıyor acaba okuruna?
eren tarafından Oca 21st, 2010 günü 23:01 sularında gönderildi.
Öylece kaldım sokağın ortasında. Tozlu bir köşeye bırakılmış bozuk bir biçerdöver, bir kahve duvarından gülümseyen banka memuru, toprak danım üstündeki sazların güzelliğini bozan bir televizyon anteni gibi uyumsuz, yabancı ve anlamsız.
Bu karşıtlıklar bana önce "Hadi"deki küçük kızı betimlemek için kullanılan şu ifadeleri hatırlattı:
""
Giysileri yırtık, saçları tozluydu. Oraya nasılsa bırakılmış, unutulmuş, gidilmişti. O köşeden süpürgenin köşeli ucuyla alınıp atılacak eski bir tavanarası eşyası gibiydi.
Uyumsuzluğu, doğru zamanda doğru yerde olamamayı ne kadar ilginç biçimlerde anlatmış yazar. "Hadi"deki betimlemede değil, ama diğerlerinde becerilememiş bir modernliğin keskin tadını alır gibiyim.
eren tarafından Oca 21st, 2010 günü 23:33 sularında gönderildi.
Camın kendisi ve muştu böceği: Hoca'nın hikâyesi (düşündükleri, düşleri, yaptıkları, yapamadıkları)
Komşu evin bahçesi: Kızılderili'nin (ya da Hoca'yla Kızılderili'nin) hikâyesi
Ahşap kafes: Muhtarın hikâyesi
Bu eşleşmeyi biraz değiştirmek gerektiğini düşünüyorum şimdi. Belki cam, bahçe ve kafesi doğrudan öyküdeki üç değişik katmanla eşleştirmek mümkündür, ama şimdilik bunu bir kenara bırakayım. Esas değiştirmek istediğim öyküdeki üç katmanın neler olduğu. Şimdi bu üç katmanın 1. muhtarın ikâyesi; 2. anlatıcıyla kadının hikâyesi; 3. anlatıcının geçmişi/ hatıraları; olduğunu düşünüyorum.
Bu üç katman öykünün şu bölümünde üst üste düşüyorlar:
""
Önce birinci ışığı gördüm. Titrek, küçük bir yıldız gibi kayıyordu. Sonra dört tane daha. Küçük, kırık çizgiler çizerek yaklaşıyorlardı bana doğru. Ayağa kalktım, anlayamadım. Bir süre sonra çocuk seslerini duydum. Önce bana doğru gelirlerken birden döndüler, Manav Dede kümbetine yöneldiler. Usulca oraya yaklaştımm. Muhtar'ın karısı ve dört küçük kızıydı gelenler. (...)
Yıldız ışığı, hatıralar ve muhtar.
eren tarafından Oca 21st, 2010 günü 23:42 sularında gönderildi.
Öyküyü yalnızca bir katmanını görmeye çalışarak okumaya karar verdim. Önce Muhtar'ın hikâyesini okudum:
Bir sabah jandarma Muhtar'ın oğlunu götürür. Arkasından Muhtar da kasabaya gider. Muhtar ertesi gün de dönmez. Anlatıcı Muhtar'ın atını eyerleyip yola çıkar. Kasabaya varır. Kasabada Muhtar'la oğlu hakkında hiçbir şey öğrenemez. Kasaba onları yutmuş gibidir. Muhtarın evi her geçen gün daha da kalabalıklaşır. İnsanlar ilkel bir merakla edilgence bekleşmektedir. Birkaç gün sonra Muhtar'ın karısı oğlunun geldiğini haber vermek için gelir. Oğlan elinde bir bavulla evden çıkıp Kasım Ağa'nın ortanca oğlunun mavi Mercedes'ine biner. Annesi kürekle oğluna göz dağı verir gibi yapar. Bunun üzerine oğlan elini kaldırır. Anlatıcı fırlayıp yakasına yaışır. Kasım Ağa'nın oğlu oğlanı alıp götürür. Muhtar'ın kızları analarının eteğine yapışıp ağlamaya başlarlar. Anlatıcı kadınla beraber olduğu akşam kadından Muhtar'la Kasım Ağa'nın oğlunun arasının iyi olmadığını ve Kocakafa'nın kadının kocasını öldürdüğü söylentisini öğrenir. Anlatıcı son gün öğleye doğru Muhtar'ın evine giderken yolda Kocakafa ile karşılaşır. (Kocakafa, muuhtemelen Kasım Ağa'nın yanında çalışanlardan birinin lâkabı.) Muhtar'dan haber yoktur. Akşama doğru avlu kapısı açılır ve Muhtar gelir. İşkence görmüştür. Burada Muhtar'ın ağzından oğlunun kendisini ihbar ettiğini öğreniriz. Bu da oğlanın neden Kasım Ağa'nın oğluyla gittiğini açıklar. Ama oğlanın Muhtar'ı ne için ihbar ettiğini öğrenemeyiz. Öyküde sözü edilen tek suç kadının kocasının öldürülmesidir. Ve fakat bir cinayet zanlısının tahliye edildiği görülmediğinden suçun ne olduğu belirsiz kalır.
Muhtar'ın suçu ne olabilir?
eren tarafından Oca 21st, 2010 günü 23:53 sularında gönderildi.
Bugün öykünün ilk cümlesini okudum. Mühür ve ölüm kavramları hakkında düşünüyorum. Özellikle de bu topraklarda gelişmiş büyük bir "mühür sanatı" geçmişi varken pek çok referansa sahip olabilir bu imgeler.
Barış Acar tarafından Oca 22nd, 2010 günü 21:31 sularında gönderildi.
Bugün öykünün ilk cümlesini okudum. Mühür ve ölüm kavramları hakkında düşünüyorum. Özellikle de bu topraklarda gelişmiş büyük bir "mühür sanatı" geçmişi varken pek çok referansa sahip olabilir bu imgeler.
Barış mühür sanatına dikkat çekince biraz bakındım. Mezopotamya ve Eski Mısır uygarlıklarından beri kullanılıyormuş mühür. Aşağıdaki de İ.Ö. 6000 yılından kalma, Çatalhöyük'te bulunmuş bir mühürmüş. Fotoğraf Ara Güler imzasını taşıyor. (Kaynak)
[attachment=0]muhur.png[/attachment]
eren tarafından Oca 23rd, 2010 günü 2:27 sularında gönderildi.
"Çocukken bile anlamadığım, susan, insanın gözlerinin içine bakmayan, bütün gün elinde bi çomakla toprağı karıştıran, sonra kalkıp bir yerlere giden, sonra gelen, sonra asker olan, sonra gene gelen, sigarayı avcunun içinde içen, sonra anasını döven, sonra her akşamüstü aynı sokağın başında saatlerce duran, sonra ikide bir dişlerinin arasından yere tüküren, televizyonda reklamlara da, başbakana da, Şili'de olup bitenlere de aynı ilgisizlikle bakan bu delikanlı kim?"
Öncelikle belirteyim "Hadi"'nin ardından bu öykü de çok hoşuma gitti. Öncelikle yazının içeriği bana kalırsa yine değersiz, boş gençlik üzerine. Annesini dövmeye kalkışan Muhtar'ın oğlu, adam öldüren Kocakafa, boş boş konuşan Kızılderili ve hepsine sahip çıkan Kasım Ağa...
Eren'in yazdığı olay örgüsüne gelecek olursak, bana kalırsa Kasım Ağa, artis olma hayalleri peşinde koşan Kızılderili kızı "sesin güzel, yüzün de güzel. Neyin eksik?" diyerek kandırıyor ve kızı rahatça kullanabilmesi için, şimdiki hayatıyla bağını koparması amacıyla dayakçı kocasını Kocakafaya öldürtüyor. Bu olayın üzerini örtmek içinde yine anası babasını sevmeyen, ailesinden baskı görmüş, silik görünüşlü, sürekli yere bakarak konuşan muhtarın oğlunu kafalıyor ve cinayeti babasına yani muhtara yükletiyor. Böylece muhtarın oğlu ailesinden intikamını alıyor, kendisini adam yerine koyan Kasım Ağa'nın ekibine katılıyor, Mercedes'le evinden alınmasından ben bunu anlıyorum. Bana kalırsa bir nevi Kasım ağanın ekibe katılınca iktidar sahibi olacağını ve çizdiği ezik insan profilinden kurtulacağını düşünüyor. Zaten gerçek hayatta da öyle değil mi? Kasım Ağa kısacası düşmüş, boş gençleri kullanmasını çok iyi biliyor...
Ayrıca şu kısım acayip hoşuma gitti durup durup tekrar okuyorum;
""
Kapının yanındaki iskemleye oturmuş, saçlarını tarıyordu. Bir yandan da durmadan konuşuyordu, gözlerimin içine bakarak. Söylediklerinin etkisini ve sonuçlarını görmek ister gibiydi. Ne düşündüğümü, bir şey yapıp yapmayacağımı. Sabahın önce mavileşeni sonra ağır ağır beyazlaşan ışığı vuruyordu yüzüne. Dışarda kalmış horoz sesleri. Dehşet içindeydim. İnanılmaz bir hızla bayağılaşıyordu yüzü. Aptallaşıyordu. Düşüşü durdurmak için sert bir sesle ikide bir kesiyordum konuşmasını. "Peki, kim soktu kafana bu artislik meselesini?" Hiç duraklamadan yanıtladı: "Kimse. Ben kendim düşündüm. Neyim eksik?"
Bu günlük hayatta sıklıkla başıma gelen bir şey. Uzaktan baktığınızda gayet güzel, hoş ama ağzını açınca, beyninin diline dökülmesiyle birlikte inanın hiçbir şeyi kalmayan basit, sıradan bir kişiye dönüşüyor ve o güzelliğinin, çekiciliğinin hiçbir değeri kalmıyor...
Ayrıca hikayenin başına ve sonuna dikkat ederseniz aynı zamandan; mühürden, hayalindeki ırmak ve saraydan bahsediyor. Öyküyü ikinci defa okuduğumda daha iyi bir analiz yapabilirim diye düşünüyorum. Onat Kutlar yine içinden çıkılmayan bir hikaye yazmış...
Enes T tarafından Oca 23rd, 2010 günü 13:37 sularında gönderildi.
Eren'in yazdığı olay örgüsüne gelecek olursak, bana kalırsa Kasım Ağa, artis olma hayalleri peşinde koşan Kızılderili kızı "sesin güzel, yüzün de güzel. Neyin eksik?" diyerek kandırıyor ve kızı rahatça kullanabilmesi için, şimdiki hayatıyla bağını koparması amacıyla dayakçı kocasını Kocakafaya öldürtüyor. Bu olayın üzerini örtmek içinde yine anası babasını sevmeyen, ailesinden baskı görmüş, silik görünüşlü, sürekli yere bakarak konuşan muhtarın oğlunu kafalıyor ve cinayeti babasına yani muhtara yükletiyor. Böylece muhtarın oğlu ailesinden intikamını alıyor, kendisini adam yerine koyan Kasım Ağa'nın ekibine katılıyor, Mercedes'le evinden alınmasından ben bunu anlıyorum. Kasım Ağa kısacası düşmüş, boş gençleri kullanmasını çok iyi biliyor...
Bu açıklama akla yatkın geliyor. Benim göremediğim bazı şeyleri de açıklığa kavuşturuyor (Kasım Ağa'nın oğlunun öyküdeki görünmez etkinliği gibi [ben Kasım Ağa'nın değil de oğlunun etkin olduğu kanaatindeyim, ama onun da arkasında babası olması muhtemel tabii]). Öte yandan Muhtar'ın hikâyesini anlamaya çalıştığım kısımda sorduğum şu soru bence geçerliliğini koruyor: diyelim ki oğlu cinayeti Muhtar'ın üstüne attı, bu durumda Muhtar'ın en azından ilk duruşmaya kadar mahpus kalması gerekmez miydi? Bir cinayet zanlısının soruşturma/ kovuşturma safhasında tahliye eddilmesi pek duyulduk bir şey olmadığına göre herhalde Muhtar'ı bir haftada salıvermezlerdi. O zaman şu ihtimal geliyor aklıma: oğlan babasını ihbar ettikten sonra Muhtar türlü işkencelere rağmen suçu üstlenmemiş, savcı da bunun bir iftira olduğuna kanaat getirip Muhtar'ı salıvermiş olabilir. Ama bu durumda da şunu sormak farz oluyor: Muhtar eve geldikten sonra "Oğlan, korkudan beni ihbar etti..." diyor. Öyle olsa Muhtar "ihbar" değil "iftira" derdi gibi geliyor bana. Sonuç olarak ortada Muhtar'ın işlediği bir suç olduğu düşüncesine ulaşıyorum. Ama yukarıda açıkladığım nedenlerle bu suçun cinayet kadar büyük bir suç olamayacağını düşünüyorum. Ama kafam da karışık. Düşünmeye, tırtıklamaya devam...
eren tarafından Oca 23rd, 2010 günü 14:14 sularında gönderildi.
Eskiden bir tabakhanenin de bulunduğu Sunullah Mahallesi Balıkesir'in Bandırma ilçesindedir. Öyküde sözü edilen Batı Anadolu köyü de, Bandırma'nın köylerinden biri olmalıdır.
eren tarafından Oca 23rd, 2010 günü 14:53 sularında gönderildi.
"Muhtar'ın dönüşünü bekliyorum. Damağımda az önceki gündüz düşünün olağanüstü tadı. Çok güzeldi. Büyük bir ırmağın kıyısında, açık altın renginde bir saray duvarının önündeydim. Gülümseyerek bana yaklaşan yüzünü öperken uyandım."
""
"Büyük bir ırmağın kıyısında, açık altın renginde bir saray duvarının önünde, senin, gülümseyerek bana yaklaşan yüzünü gördüm."
Bu rüyasında gördüğü, öykünün bir başında bir de sonunda değindiği, "sen" olarak hitap ettiği kişi kim sizce?
Enes T tarafından Oca 23rd, 2010 günü 15:13 sularında gönderildi.
Bu açıklama akla yatkın geliyor. Benim göremediğim bazı şeyleri de açıklığa kavuşturuyor (Kasım Ağa'nın oğlunun öyküdeki görünmez etkinliği gibi [ben Kasım Ağa'nın değil de oğlunun etkin olduğu kanaatindeyim, ama onun da arkasında babası olması muhtemel tabii]). Öte yandan Muhtar'ın hikâyesini anlamaya çalıştığım kısımda sorduğum şu soru bence geçerliliğini koruyor: diyelim ki oğlu cinayeti Muhtar'ın üstüne attı, bu durumda Muhtar'ın en azından ilk duruşmaya kadar mahpus kalması gerekmez miydi? Bir cinayet zanlısının soruşturma/ kovuşturma safhasında tahliye eddilmesi pek duyulduk bir şey olmadığına göre herhalde Muhtar'ı bir haftada salıvermezlerdi. O zaman şu ihtimal geliyor aklıma: oğlan babasını ihbar ettikten sonra Muhtar türlü işkencelere rağmen suçu üstlenmemiş, savcı da bunun bir iftira olduğuna kanaat getirip Muhtar'ı salıvermiş olabilir. Ama bu durumda da şunu sormak farz oluyor: Muhtar eve geldikten sonra "Oğlan, korkudan beni ihbar etti..." diyor. Öyle olsa Muhtar "ihbar" değil "iftira" derdi gibi geliyor bana. Sonuç olarak ortada Muhtar'ın işlediği bir suç olduğu düşüncesine ulaşıyorum. Ama yukarıda açıkladığım nedenlerle bu suçun cinayet kadar büyük bir suç olamayacağını düşünüyorum. Ama kafam da karışık. Düşünmeye, tırtıklamaya devam...
Evet, Kasım Ağa'nın oğluymuş dikkat etmemiştim, bana kalırsa yazarın bize sunduğu yitik bir genç daha... Duruşma, mahpus, soruşturma meselesine gelecek olursak, köyden bir jandarma alıyor sonuçta her türlü katakulli döner bence yani olması gereken prosedürün oralarda takip edilğini hiç sanmıyorum. Yani ihbar bence iftira yerine de geçebilir ama pek emin olduğum söylenemez.
1. Bildirme, bildirim, haber verme. 2. Suçlu saydığı birini veya suç saydığı bir olayı yetkili makama gizlice bildirme, ele verme Kaynak: TDK
Zaten Kocakafa tam bir katil portresi çiziyor, onun yanında Muhtar'ın yaptığını düşünmüyorum ben. Ortada başka bir suçta gözükmüyor, bence konu cinayetle bağlantılı. Ama hakikaten içinde mühür geçen cümlelere hiçbir anlam veremedim ben de, bir de öykünün adı "Mühür" yani...
Enes T tarafından Oca 23rd, 2010 günü 16:34 sularında gönderildi.
Öyküyü az önce okuyabildim. Bende ilk bıraktığı etki, Onat Kutlar'ın usta bir hikâye anlatıcısı olarak, bütün ilmekleri bir yerlere bağladığı ve çemberi kusursuz biçimde kapatabildiği oldu. Anlatı kendi içinde öyle bir bütünlüğe sahip ki, içinde ilk okumada giremediğim yerler olduğunu sezsem de, yadırgatıcı değildi. Çok bildik bir hikâyeyi "içeriden" anlatmayı çok iyi beceriyordu.
En kısa zamanda, öykü üzerine yapılan yorumları da okuyarak, düşüncelerimi yazmak istiyorum.
Barış Acar tarafından Oca 24th, 2010 günü 22:35 sularında gönderildi.
Kıyı gazinolarda pabuçları sıkan genç kızlar ve paçalarına bisiklet mandalları sıkıştırılmış oğlanlar fırtınalı denize, yanaşan büyük yük gemilerine bakarak inanılmaz bir gayretle ayçiçeği çekirdeği tüketiyorlar.
Bu cümlede bir sorun olduğunu düşündüm.
""
Çocukken bile anlamadığım, susan, insanın gözlerinin içine bakmayan, bütün gün elinde bir çomakla toprağı karıştıran, sonra kalkıp bir yerlere giden, sonra gelen, sonra asker olan, sonra gene gelen, sigarayı avucunun içinde içen, sonra anasını döven, sonra her akşamüstü aynı sokağın başında saatlerce duran, sonra ikide bir dişlerinin arasından yere tüküren, televizyonda reklamlara da, başbakana da, Şili’de olup bitenlere de aynı ilgisizlikle bakan bu delikanlı kim?
Toplumun bir kesiminin yaşayışı, yaşam biçimi, çocukluğuna, ergenliğine, yetişkinliğine dair verilen bu ayrıntılarla ancak bu kadar başarılı özetlenebilir herhalde.
elif cinar tarafından Oca 25th, 2010 günü 2:34 sularında gönderildi.
Öyküde "Mühür" kadar önemli bulduğum diğer bir kelime servi oldu. Ülkemizde çoğunlukla mezarlıklarda bulunan bu ağacın öyküde de ölümü temsil ettiğini düşünüyorum. Öykünün girişinde ve sonunda ölüm- sevgi- mühür üçlemesini sanki bu ağacın gölgesinde birleştiriyor.
""
Bütün bu yaşadıkların, bir ara zamanın gerçek olmayan görüntüleridir. Geleceğin sınırını geç. Geride servi ağaçlarından başka bir şey yok, unutma..
""
Geçmişin servi ağaçlarından, sönen yıldız ışığından, köşeyi dönerek kaybolan gençlikten, bu arabesk acılardan kurtulmaya ihtiyacım var.
Servi ağacı selvi ağacı olarak da bilinir.
nurten aksakal tarafından Oca 25th, 2010 günü 21:33 sularında gönderildi.
Öykü içinde "duyulur duyulmaz bir sığla kokusu" cümlesini okuduğumda "sığla"nın ne olduğuna bakayım diye not düşmüştüm. Bir ağaçmış sığla.
Sığla hakkında bakınırken Onat Kutlar'ın "Sığla Ağacı" adlı bir öyküsü olduğunu gördüm. Öyküye şöyle bir göz attığımda öykü içinde hem Kocakafa hem de Sunullah mahallesi ve bu mahalledeki genelevden bahsettiğini gördüm. Mühür öyküsünün taranmış sayfasının hemen yan sayfasında da (elbette hangi öykü olduğunu bilemiyorum) Kocakafa'dan söz ediliyor. Acaba kitapta yer alan öyküler aynı yer ve olaylardan mı bahsediyor?
"Mühür" öyküsü içinde cevabını bulamadığımız sorular diğer öykülerin içinde mi cevaplanmış. Belki de haberdar olmamız gerekiyormuş gibi üstünde durulmayan şeyler kitabın birbirini takip eden devam öykülerinden oluştuğu için mi? Ya da kitap gerçekten bir bütün olarak mı tasarlanmış?
Kitabın tamamını okuyan var mı?
nurten aksakal tarafından Oca 25th, 2010 günü 21:53 sularında gönderildi.
Öykü anlatıcımız Fırat nehrinin doğusunda doğmuş şimdilerde ise muhtemelen ege kıyılarında denize kıyısı olan bir köyde bulunuyor. Yıllar önce köyde ya da köyün bağlı olduğu kasabada ya da zaman içinde her ikisinde birden öğretmenlik yapmış daha sonra ise İstanbul'a gitmiş. Şimdilerde ise nedenini bilemediğimiz bir olaydan dolayı bu ege köyünde bulunuyor. Öykü içinde de tanık olduğumuz üzere sık sık geçmişine doğduğu yere ilişkin rüyalar görüyor.
Anlatıcının rüyaları onun geçmişiyle hesaplaşması ya da geçmişe duyduğu özlem gibi. Bu rüyalar anlatıcının ölmek üzere olduğunu ya da ölümü bu aralar sık sık düşünmesine sebep olacak travmalar yaşadığını düşündürüyor.
nurten aksakal tarafından Oca 25th, 2010 günü 22:11 sularında gönderildi.
Daha önce Eren'de [url=http://tr.wikipedia.org/wiki/Yusuf_(peygamber)]Yusuf peygamber[/url]e gönderme yaptığından bahsetmişti. Ben bu göndermenin anlatıcının öykü içinde gördüğü rüyalarla sürdüğünü düşünüyorum. Belki de henüz farkında olmadığım başka bağlantılar da olabilir. Üstüne biraz daha düşünmek lazım.
nurten aksakal tarafından Oca 25th, 2010 günü 22:23 sularında gönderildi.
Anlatıcı, pazartesi öğleden sonra Muhtar'ın evinin sofasından arka bahçeye bakarken kadını görür. Pencerenin kenarındaki gülü sulamak için gelen kadını ("yıldız ışığı") bir Kızılderili'ye benzetir. Kadına olan bu ilgisini sevgiyle ya da aşkla değil de ters bir zamanda gelen sevişme isteğiyle açıklar; çocukluğunda her gün bir başka genç kızın (gelinin) gözüne güzel göründüğünü hatırlar; sevgi değil, hayvanî bir istektir söz konusu olan. Ertesi gün aynı pencereden aynı bahçeye bakar, ama kadın görünmez. Anlatıcı aynı gün kasabaya gider. Kasabada amaçsızca dolaşırken bir zamanlar oturduğu bahçeli, tek katlı evin önünden geçer. O sırada Kızılderili'den söz edilirkenkine benzer bir çağrışımla ut çalan "yaşlı kız"dan söz edilir. Anlatıcı cinsel yabancılaşmasını uç noktaya götürerek yolunu Sunullah mahallesine düşürür. Eskiden kerhane olan binanın artık huzur evi olduğunu fark edemez ve yaşlı bir kadından bu nedenle fırça yer. Utanarak koşar adımlarla oradan uzaklaşır. İçindeki hayvanı doyuramamış, yaşadığı utanç belki de kadına olan ilgisinin artmasına neden olmuştur. Köye döndüğünde at, ayak direyerek önce çeşme başına götürür onu. Atın su içtiği sırada kadın gelip ona okuması için bir not bırakır. Notta kadının adamı ezandan sonra ziyaret edeceği yazılıdır (buradan adamın namaz kılmadığını, kadının o nedenle sokakların görece sakin olduğu bu saatleri tercih ettiğini çıkarabiliriz belki). Oğlanın geri geldiği akşam, anlatıcı önce biraz köyün dışında yürür, sonra ezanı duyunca hızlı adımlarla evine döner. Kısa süre sonra kadın da gelir. Sevişirler. Sabah uyandıklarında adam kadından hızla uzaklaştığını, onu bayağı bulmaya başladığını hisseder. Kadın artist olmak istemektedir. İstanbul'a gittiğinde anlatıcıyı aramış olduğunu ama bir türlü bulamadığını, muhtarın da ona bu arayışında yardımcı olmadığını anlatır. Kadının anlatıcıya söylemek istediğinin bu olduğunu anlarız. Kadın, bardakları yıkayıp yatağı düzeltip ayrılır. Anlatıcı şaşkın kalakalmıştır.
eren tarafından Oca 25th, 2010 günü 22:48 sularında gönderildi.
Re: Mühür
Öykü ilk kez 2009 Haziranında Kitap-lık dergisinde Hulki Aktunç'un sunumuyla yayımlandı. Hulki Aktunç'un yazdığı sunuş yazısına şuradan ulaşabilirsiniz: "Bir “Mühür”ün Çağrışımları"
Re: Mühür
Bu bölümde Yakup'un oğlu Yusuf'un hikâyesine açıkça gönderme yapıyor yazar (belki bu noktada Yakup'un da İshak'ın olduğunu belirtmekte yarar var). Öyküyü ikinci kez okuyup yorumlarıma ondan sonra devam etmeyi umuyorum.
Re: Mühür
Bugün fazla zaman bulamadım. Yine de öyküyü ikinci kez okumaya başlayabildim. Ufak ufak başlayayım notlarımı aktarmaya. Herhalde geri kalanını yarın aktarabilirim. Bakalım...
mühür: Bir kimsenin, bir kuruluşun adının veya unvanının tersine kazılı bulunduğu, metal, lastik vb.nden yapılmış araç, damga, kaşe. (Kaynak: TDK)
Mühür belirli bir resmiyeti, iktidarı çağrıştırıyor. Ama ondan da önce çağrıştırdığı başka bir şey var: dondurmak, mutlaklaştırmak. Herhangi bir şeye vurulan mühür onu sonsuza kadar başka bir şey yaparmış, ona artık değiştirilemeyecek bir nitelik verirmiş gibi geliyor. Anlatıcı sevginin de ölüm kadar güçlü olduğunu söylerken, acaba buna benzer bir çağrışıma mı yaslanıyor?
Re: Mühür
Yeri gelmişken sık yapılan bir yanlışa da dikkat çekelim. Yakamoz, ayın ya da şehir ışıklarının deniz üstüne yansıması değildir; uyarıldığında ışık saçan tek hücreli bir deniz canlısıdır (kaynak). Yakamoz olayını Vikipedi gayet güzel özetlemiş:
Onat Kutlar'ın buradaki kullanımı doğru. Fakat özellikle genç edebiyatçıların yakamozu "mehtap" ya da "şehir ışıklarının su üzerindeki yansıması" yerine kullandığına çok tanık oluyoruz.
Ben şimdiye kadar hiç yakamoz görmedim. Sanırım tanık olabilmek için, sessiz bir koyda, aysız bir yaz gecesinde sandalla denize açılıp uzun uzun beklemek gerkiyor...
Re: Mühür
Okuduğumuz iki öyküden sonra yazarın karamsar sahneleri betimlemek konusundaki başarısına şapka çıkarıyorum. Okurken içim kararıyor. O uğursuz boşluğu anladığımı düşünüyorum.
Re: Mühür
Bu ifade bana her okuyuşumda korkunç göründü. Ama korkunçluğunun nereden geldiğini anlayamıyorum. Özellikle "yaşlı kız" düşündürüyor beni.
"Yaşlı kız"la ilgili yukarıdaki ifadeden sonra sarfediliyor bu cümle. Cinsel isteği -nasıl olursa olsun- tatmin etmek olarak okuyorum. Muhtarın komşusu dul kadına duyulan ilgide de buna benzer bir yan var. Onun durduk yere güzelleşmesi, anlatıcının cinselliğinin uyanarak kendine bir hedef seçmesinden başka bir şey değil.
Re: Mühür
Günün aydınlanışıyla adamın kadın konusundaki sahici düşünceleriyle yüzleşmesi arasında kurulan paralellik çok hoşuma gitti. Ulaşılan bir hedefin ulaşıldığında bayağılaşması, değersizleşmesi... Aslında o bile değil. Susuzluğu giderip bardağı yere çalmak gibi. Bilindik bir "kullanıp atma" hikâyesine benziyor daha çok.
Bu satırlar, kadının ilk tasviriyle, daha en başından anlatıcının (Hoca'nın) kadına bakışıyla paralel görünüyor bana. Camdan kadını ilk gördüğü anda yüzünde bir sevgi ifadesi değil de bir "karanlık istek" olması bu gündoğumunu haber vermiyor muydu?
Re: Mühür
Bir başıma yolumu bulmaya çalıştığım bu öyküde monoloğuma devam etmekten başka yapacak şey yok sanırım. Bir sesin beni içine düştüğüm bu kuyudan çekip çıkarmasını bekliyorum... (Sonunda olan oldu, ben de öykünün anlatıcısı gibi konuşmaya başladım.)
Daha burada, öykünün en başında uyarıyor yazar: okumakta olduğunuz öykü üç katmanlıdır. Bu katmanları kabaca camın katmanlarıyla eşleştirecek olursak şöyle bir şey çıkar herhalde karşımıza:
Camın kendisi ve muştu böceği: Hoca'nın hikâyesi (düşündükleri, düşleri, yaptıkları, yapamadıkları)
Komşu evin bahçesi: Kızılderili'nin (ya da Hoca'yla Kızılderili'nin) hikâyesi
Ahşap kafes: Muhtarın hikâyesi
Sorun şu: anlatıcının aksine ben bu katmanların bütün ayrıntılarını görmekte hayli zorlanıyorum. Yine de bu katmanların karikatürleştirilmiş de olsa mahiyetini ortaya koymadan öyküye nüfuz etmenin çok güç olduğunu düşünüyorum. Bundan sonraki birkaç iletimde, kesik kesik, farkına vardıkça bunu yapmaya çalışacağım.
Re: Mühür
Eren, sana katılmayı çok istiyorum ama öyküyü defalarca okusam da bir türlü disipinli, bütüncül bir saptama yapamadım. Öyküye ulaşamadım.
Re: Mühür
Fark ettiysen ben de disiplinli ya da bütüncül bir okuma yapabilmiş değilim. Deyim yerindeyse öyküyü tırtıklıyorum. Ama tırtıkladıkça katman katman açılmaya başladığını da hissediyorum. Bir benzetme oradan bir gönderme buradan derken azıcık aklım da başımdan gidecek herhalde
Re: Mühür
Anlatıcı kadını (Kızılderili) betimlemeye bu cümleyle başlıyor sanki. Okudukça daha çok seviyorum bu cümleyi. Hem belirli bir tehlikeyi sezdiriyor, hem dibinde, gözünün önünde olduğunu (oraya kadar sokulabilmiş olduğunu) söylüyor hem de erotik bir çağrışımın kapısını aralıyor.
Bu gülle, en başta sözü edilen, pencereden dışarıya çıkmaya çalışan muştu böceği arasında bir şeyler olacağını seziyoruz bir de burada. Yazar bizi fazla bekletmiyor:
Burada yazarın iki zamanı üst üste bindirdiğini, pencerenin o andaki açılışıyla bir hafta sonra orada olacak muştu böceğinin pencereden çıkıp güle kavuştuğunu da düşünebiliriz, bir hafta sonra pencereden çıkmaya çalışacak o muştu böceğine pencereyi açacak kimse olmayacağını da. Her iki durumda da anlatıcıyla kadının ilişkisi, gülle muştu böceğinin bir pencereyle ayrılan ilişkisiyle bağlantılı gibi geliyor bana.
Zaten teklifsizce sularına girdiğim aşırı-yorum meşrebince devam edip yukarıda yaptığımız eşleşmeye dönecek olursak belki şunu bile söyleyebiliriz: Gül, böcek, genç kadın, ateşli erkek gibi yazarın açıkça gönderme yaptığı halk sanatı motiflerine engel olan, o hikâyelerde, resimlerde betimlenen "güzel" birleşmenin gerçekleşmesine engel olan bir şey var ortada: pencere. O pencerenin anlatıcının düşünce ve düş dünyasını olduğu kadar olmasa da kadının İstanbul'a gidip artist olma hevesini de temsil ettiğini düşünüyorum. Halk hikâyesinde yeri olmayan bu etkenler "Mühür"ün içine birer bıçak gibi düşüyor sanki...
Re: Mühür
Daha önce karşılıklı konuşmalarımızda Cihan'a da söyledim; okuma, analiz yapma, yorumlama süreçlerinde inanmadığım bir şey varsa o da "bütünlükçü" yaklaşım. Aslında buna Aydınlanmanın yanlış yorumladığı "ereksel" bütünlük tutkusu da diyebiliriz. Evrenin bir ağ olarak birbiriyle ilişkili olması olarak bütünlükle olay ve olguların daha önceden düşünülmüş bir çizgi üzerinde dizilmesi olarak bütünlük tümüyle farklı şeyler. İlkini tüm kalbimle desteklerken, ikincisi hakkında müthiş kaygılarım var. Özellikle sanat yapıtı söz konusu olduğunda bu ikinci yöntemin tümüyle işlemez, yararsız, hatta zarar verici olduğunu düşünüyorum.
Maalesef bizim içinden geçtiğimiz tedrisat da -hangi düşünce sistematiği ya da ekolden olursak olalım- büyük oranda bu ikinci tür ve onun beter mi beter yorumlamaları tarafından belirlenmiş durumda. Yapıt karşısında durmak, yapıt karşısında daha önceden edinilmiş bir sözlükle başarılamayacak bir şeydir; o duruşa ne kadar çıplak çıkarsak -"tabula rasa"ya ne kadar yaklaşırsak- yapıtla o kadar hemhal oluruz. Sanatın ereğinin bu olduğunu düşünüyorum.
Eren'e bu yalın duruşu inanılmaz başarıyla ortaya koyduğu için büyük hayranlık duyuyorum. Herkese de onun kullandığı okuma yöntemini şiddetle öneriyorum.
NOT: Başlıkla ilgisi olmayan bu açıklamanın biraz uzunca olduğunun farkındayım; ancak bu durumu öykü incelemelerinde karşılaştığımız ciddi bir sorun olarak düşündüğüm için bu kadar üzerinde durdum.
Re: Mühür
Bir saattir kafama dönüp duruyor: "yıldız ışığı". Nedenini, nasılını düşünüp duruyorum. O kadar az şey çağrıştırıyor ki içinden çıkmakta zorlanıyorum. Bir Kızılderiliye vermek için alışılmadık bir isim değil belki bu, ama neden "yıldız ışığı"?
En sonunda cevabı yine öykünün içinde bulduğumu sanıyorum. Zaten iyice ipi koyvermiş olduğum için sapla samanı birbirine karıştırmaktan korkmayarak üstüne üstüne yürüyorum:
Anlaşılan bu Kızılderili görünümlü kadındaki yıldız ışığını ilk gören anlatıcı değil. Daha önce Kasım'ın oğlu da görmüş o ışığı onda. Onu bir yıldızdan eksiği olmadığına ikna etmiş. Onat Kutlar bir şaka mı yapıyor acaba okuruna?
Re: Mühür
Bu karşıtlıklar bana önce "Hadi"deki küçük kızı betimlemek için kullanılan şu ifadeleri hatırlattı:
Uyumsuzluğu, doğru zamanda doğru yerde olamamayı ne kadar ilginç biçimlerde anlatmış yazar. "Hadi"deki betimlemede değil, ama diğerlerinde becerilememiş bir modernliğin keskin tadını alır gibiyim.
Re: Mühür
Bu eşleşmeyi biraz değiştirmek gerektiğini düşünüyorum şimdi. Belki cam, bahçe ve kafesi doğrudan öyküdeki üç değişik katmanla eşleştirmek mümkündür, ama şimdilik bunu bir kenara bırakayım. Esas değiştirmek istediğim öyküdeki üç katmanın neler olduğu. Şimdi bu üç katmanın 1. muhtarın ikâyesi; 2. anlatıcıyla kadının hikâyesi; 3. anlatıcının geçmişi/ hatıraları; olduğunu düşünüyorum.
Bu üç katman öykünün şu bölümünde üst üste düşüyorlar:
Yıldız ışığı, hatıralar ve muhtar.
Re: Mühür
Öyküyü yalnızca bir katmanını görmeye çalışarak okumaya karar verdim. Önce Muhtar'ın hikâyesini okudum:
Bir sabah jandarma Muhtar'ın oğlunu götürür. Arkasından Muhtar da kasabaya gider. Muhtar ertesi gün de dönmez. Anlatıcı Muhtar'ın atını eyerleyip yola çıkar. Kasabaya varır. Kasabada Muhtar'la oğlu hakkında hiçbir şey öğrenemez. Kasaba onları yutmuş gibidir. Muhtarın evi her geçen gün daha da kalabalıklaşır. İnsanlar ilkel bir merakla edilgence bekleşmektedir. Birkaç gün sonra Muhtar'ın karısı oğlunun geldiğini haber vermek için gelir. Oğlan elinde bir bavulla evden çıkıp Kasım Ağa'nın ortanca oğlunun mavi Mercedes'ine biner. Annesi kürekle oğluna göz dağı verir gibi yapar. Bunun üzerine oğlan elini kaldırır. Anlatıcı fırlayıp yakasına yaışır. Kasım Ağa'nın oğlu oğlanı alıp götürür. Muhtar'ın kızları analarının eteğine yapışıp ağlamaya başlarlar. Anlatıcı kadınla beraber olduğu akşam kadından Muhtar'la Kasım Ağa'nın oğlunun arasının iyi olmadığını ve Kocakafa'nın kadının kocasını öldürdüğü söylentisini öğrenir. Anlatıcı son gün öğleye doğru Muhtar'ın evine giderken yolda Kocakafa ile karşılaşır. (Kocakafa, muuhtemelen Kasım Ağa'nın yanında çalışanlardan birinin lâkabı.) Muhtar'dan haber yoktur. Akşama doğru avlu kapısı açılır ve Muhtar gelir. İşkence görmüştür. Burada Muhtar'ın ağzından oğlunun kendisini ihbar ettiğini öğreniriz. Bu da oğlanın neden Kasım Ağa'nın oğluyla gittiğini açıklar. Ama oğlanın Muhtar'ı ne için ihbar ettiğini öğrenemeyiz. Öyküde sözü edilen tek suç kadının kocasının öldürülmesidir. Ve fakat bir cinayet zanlısının tahliye edildiği görülmediğinden suçun ne olduğu belirsiz kalır.
Muhtar'ın suçu ne olabilir?
Re: Mühür
Bugün öykünün ilk cümlesini okudum. Mühür ve ölüm kavramları hakkında düşünüyorum. Özellikle de bu topraklarda gelişmiş büyük bir "mühür sanatı" geçmişi varken pek çok referansa sahip olabilir bu imgeler.
Re: Mühür
Barış mühür sanatına dikkat çekince biraz bakındım. Mezopotamya ve Eski Mısır uygarlıklarından beri kullanılıyormuş mühür. Aşağıdaki de İ.Ö. 6000 yılından kalma, Çatalhöyük'te bulunmuş bir mühürmüş. Fotoğraf Ara Güler imzasını taşıyor. (Kaynak)
[attachment=0]muhur.png[/attachment]
Re: Mühür
Öncelikle belirteyim "Hadi"'nin ardından bu öykü de çok hoşuma gitti. Öncelikle yazının içeriği bana kalırsa yine değersiz, boş gençlik üzerine. Annesini dövmeye kalkışan Muhtar'ın oğlu, adam öldüren Kocakafa, boş boş konuşan Kızılderili ve hepsine sahip çıkan Kasım Ağa...
Eren'in yazdığı olay örgüsüne gelecek olursak, bana kalırsa Kasım Ağa, artis olma hayalleri peşinde koşan Kızılderili kızı "sesin güzel, yüzün de güzel. Neyin eksik?" diyerek kandırıyor ve kızı rahatça kullanabilmesi için, şimdiki hayatıyla bağını koparması amacıyla dayakçı kocasını Kocakafaya öldürtüyor. Bu olayın üzerini örtmek içinde yine anası babasını sevmeyen, ailesinden baskı görmüş, silik görünüşlü, sürekli yere bakarak konuşan muhtarın oğlunu kafalıyor ve cinayeti babasına yani muhtara yükletiyor. Böylece muhtarın oğlu ailesinden intikamını alıyor, kendisini adam yerine koyan Kasım Ağa'nın ekibine katılıyor, Mercedes'le evinden alınmasından ben bunu anlıyorum. Bana kalırsa bir nevi Kasım ağanın ekibe katılınca iktidar sahibi olacağını ve çizdiği ezik insan profilinden kurtulacağını düşünüyor. Zaten gerçek hayatta da öyle değil mi? Kasım Ağa kısacası düşmüş, boş gençleri kullanmasını çok iyi biliyor...
Ayrıca şu kısım acayip hoşuma gitti durup durup tekrar okuyorum;
Bu günlük hayatta sıklıkla başıma gelen bir şey. Uzaktan baktığınızda gayet güzel, hoş ama ağzını açınca, beyninin diline dökülmesiyle birlikte inanın hiçbir şeyi kalmayan basit, sıradan bir kişiye dönüşüyor ve o güzelliğinin, çekiciliğinin hiçbir değeri kalmıyor...
Ayrıca hikayenin başına ve sonuna dikkat ederseniz aynı zamandan; mühürden, hayalindeki ırmak ve saraydan bahsediyor. Öyküyü ikinci defa okuduğumda daha iyi bir analiz yapabilirim diye düşünüyorum. Onat Kutlar yine içinden çıkılmayan bir hikaye yazmış...
Re: Mühür
Bu açıklama akla yatkın geliyor. Benim göremediğim bazı şeyleri de açıklığa kavuşturuyor (Kasım Ağa'nın oğlunun öyküdeki görünmez etkinliği gibi [ben Kasım Ağa'nın değil de oğlunun etkin olduğu kanaatindeyim, ama onun da arkasında babası olması muhtemel tabii]). Öte yandan Muhtar'ın hikâyesini anlamaya çalıştığım kısımda sorduğum şu soru bence geçerliliğini koruyor: diyelim ki oğlu cinayeti Muhtar'ın üstüne attı, bu durumda Muhtar'ın en azından ilk duruşmaya kadar mahpus kalması gerekmez miydi? Bir cinayet zanlısının soruşturma/ kovuşturma safhasında tahliye eddilmesi pek duyulduk bir şey olmadığına göre herhalde Muhtar'ı bir haftada salıvermezlerdi. O zaman şu ihtimal geliyor aklıma: oğlan babasını ihbar ettikten sonra Muhtar türlü işkencelere rağmen suçu üstlenmemiş, savcı da bunun bir iftira olduğuna kanaat getirip Muhtar'ı salıvermiş olabilir. Ama bu durumda da şunu sormak farz oluyor: Muhtar eve geldikten sonra "Oğlan, korkudan beni ihbar etti..." diyor. Öyle olsa Muhtar "ihbar" değil "iftira" derdi gibi geliyor bana. Sonuç olarak ortada Muhtar'ın işlediği bir suç olduğu düşüncesine ulaşıyorum. Ama yukarıda açıkladığım nedenlerle bu suçun cinayet kadar büyük bir suç olamayacağını düşünüyorum. Ama kafam da karışık. Düşünmeye, tırtıklamaya devam...
Re: Mühür
Eskiden bir tabakhanenin de bulunduğu Sunullah Mahallesi Balıkesir'in Bandırma ilçesindedir. Öyküde sözü edilen Batı Anadolu köyü de, Bandırma'nın köylerinden biri olmalıdır.
Re: Mühür
Bu rüyasında gördüğü, öykünün bir başında bir de sonunda değindiği, "sen" olarak hitap ettiği kişi kim sizce?
Re: Mühür
Evet, Kasım Ağa'nın oğluymuş dikkat etmemiştim, bana kalırsa yazarın bize sunduğu yitik bir genç daha... Duruşma, mahpus, soruşturma meselesine gelecek olursak, köyden bir jandarma alıyor sonuçta her türlü katakulli döner bence yani olması gereken prosedürün oralarda takip edilğini hiç sanmıyorum. Yani ihbar bence iftira yerine de geçebilir ama pek emin olduğum söylenemez.
1. Bildirme, bildirim, haber verme. 2. Suçlu saydığı birini veya suç saydığı bir olayı yetkili makama gizlice bildirme, ele verme Kaynak: TDK
Zaten Kocakafa tam bir katil portresi çiziyor, onun yanında Muhtar'ın yaptığını düşünmüyorum ben. Ortada başka bir suçta gözükmüyor, bence konu cinayetle bağlantılı. Ama hakikaten içinde mühür geçen cümlelere hiçbir anlam veremedim ben de, bir de öykünün adı "Mühür" yani...
Re: Mühür
Öyküyü az önce okuyabildim. Bende ilk bıraktığı etki, Onat Kutlar'ın usta bir hikâye anlatıcısı olarak, bütün ilmekleri bir yerlere bağladığı ve çemberi kusursuz biçimde kapatabildiği oldu. Anlatı kendi içinde öyle bir bütünlüğe sahip ki, içinde ilk okumada giremediğim yerler olduğunu sezsem de, yadırgatıcı değildi. Çok bildik bir hikâyeyi "içeriden" anlatmayı çok iyi beceriyordu.
En kısa zamanda, öykü üzerine yapılan yorumları da okuyarak, düşüncelerimi yazmak istiyorum.
Re: Mühür
Bu cümlede bir sorun olduğunu düşündüm.
Toplumun bir kesiminin yaşayışı, yaşam biçimi, çocukluğuna, ergenliğine, yetişkinliğine dair verilen bu ayrıntılarla ancak bu kadar başarılı özetlenebilir herhalde.
Re: Mühür
Öyküde "Mühür" kadar önemli bulduğum diğer bir kelime servi oldu. Ülkemizde çoğunlukla mezarlıklarda bulunan bu ağacın öyküde de ölümü temsil ettiğini düşünüyorum. Öykünün girişinde ve sonunda ölüm- sevgi- mühür üçlemesini sanki bu ağacın gölgesinde birleştiriyor.
Servi ağacı selvi ağacı olarak da bilinir.
Re: Mühür
Öykü içinde "duyulur duyulmaz bir sığla kokusu" cümlesini okuduğumda "sığla"nın ne olduğuna bakayım diye not düşmüştüm. Bir ağaçmış sığla.
Sığla hakkında bakınırken Onat Kutlar'ın "Sığla Ağacı" adlı bir öyküsü olduğunu gördüm. Öyküye şöyle bir göz attığımda öykü içinde hem Kocakafa hem de Sunullah mahallesi ve bu mahalledeki genelevden bahsettiğini gördüm. Mühür öyküsünün taranmış sayfasının hemen yan sayfasında da (elbette hangi öykü olduğunu bilemiyorum) Kocakafa'dan söz ediliyor. Acaba kitapta yer alan öyküler aynı yer ve olaylardan mı bahsediyor?
"Mühür" öyküsü içinde cevabını bulamadığımız sorular diğer öykülerin içinde mi cevaplanmış. Belki de haberdar olmamız gerekiyormuş gibi üstünde durulmayan şeyler kitabın birbirini takip eden devam öykülerinden oluştuğu için mi? Ya da kitap gerçekten bir bütün olarak mı tasarlanmış?
Kitabın tamamını okuyan var mı?
Re: Mühür
Öykü anlatıcımız Fırat nehrinin doğusunda doğmuş şimdilerde ise muhtemelen ege kıyılarında denize kıyısı olan bir köyde bulunuyor. Yıllar önce köyde ya da köyün bağlı olduğu kasabada ya da zaman içinde her ikisinde birden öğretmenlik yapmış daha sonra ise İstanbul'a gitmiş. Şimdilerde ise nedenini bilemediğimiz bir olaydan dolayı bu ege köyünde bulunuyor. Öykü içinde de tanık olduğumuz üzere sık sık geçmişine doğduğu yere ilişkin rüyalar görüyor.
Anlatıcının rüyaları onun geçmişiyle hesaplaşması ya da geçmişe duyduğu özlem gibi. Bu rüyalar anlatıcının ölmek üzere olduğunu ya da ölümü bu aralar sık sık düşünmesine sebep olacak travmalar yaşadığını düşündürüyor.
Re: Mühür
Daha önce Eren'de [url=http://tr.wikipedia.org/wiki/Yusuf_(peygamber)]Yusuf peygamber[/url]e gönderme yaptığından bahsetmişti. Ben bu göndermenin anlatıcının öykü içinde gördüğü rüyalarla sürdüğünü düşünüyorum. Belki de henüz farkında olmadığım başka bağlantılar da olabilir. Üstüne biraz daha düşünmek lazım.
Re: Mühür
Anlatıcıyla kadının hikâyesi:
Anlatıcı, pazartesi öğleden sonra Muhtar'ın evinin sofasından arka bahçeye bakarken kadını görür. Pencerenin kenarındaki gülü sulamak için gelen kadını ("yıldız ışığı") bir Kızılderili'ye benzetir. Kadına olan bu ilgisini sevgiyle ya da aşkla değil de ters bir zamanda gelen sevişme isteğiyle açıklar; çocukluğunda her gün bir başka genç kızın (gelinin) gözüne güzel göründüğünü hatırlar; sevgi değil, hayvanî bir istektir söz konusu olan. Ertesi gün aynı pencereden aynı bahçeye bakar, ama kadın görünmez. Anlatıcı aynı gün kasabaya gider. Kasabada amaçsızca dolaşırken bir zamanlar oturduğu bahçeli, tek katlı evin önünden geçer. O sırada Kızılderili'den söz edilirkenkine benzer bir çağrışımla ut çalan "yaşlı kız"dan söz edilir. Anlatıcı cinsel yabancılaşmasını uç noktaya götürerek yolunu Sunullah mahallesine düşürür. Eskiden kerhane olan binanın artık huzur evi olduğunu fark edemez ve yaşlı bir kadından bu nedenle fırça yer. Utanarak koşar adımlarla oradan uzaklaşır. İçindeki hayvanı doyuramamış, yaşadığı utanç belki de kadına olan ilgisinin artmasına neden olmuştur. Köye döndüğünde at, ayak direyerek önce çeşme başına götürür onu. Atın su içtiği sırada kadın gelip ona okuması için bir not bırakır. Notta kadının adamı ezandan sonra ziyaret edeceği yazılıdır (buradan adamın namaz kılmadığını, kadının o nedenle sokakların görece sakin olduğu bu saatleri tercih ettiğini çıkarabiliriz belki). Oğlanın geri geldiği akşam, anlatıcı önce biraz köyün dışında yürür, sonra ezanı duyunca hızlı adımlarla evine döner. Kısa süre sonra kadın da gelir. Sevişirler. Sabah uyandıklarında adam kadından hızla uzaklaştığını, onu bayağı bulmaya başladığını hisseder. Kadın artist olmak istemektedir. İstanbul'a gittiğinde anlatıcıyı aramış olduğunu ama bir türlü bulamadığını, muhtarın da ona bu arayışında yardımcı olmadığını anlatır. Kadının anlatıcıya söylemek istediğinin bu olduğunu anlarız. Kadın, bardakları yıkayıp yatağı düzeltip ayrılır. Anlatıcı şaşkın kalakalmıştır.