UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Mehmed

06 Haz 2014
osman

Kuşlar ki olur tuyûr, olur mürgân
Even may be birds, el âmân
(Tıvîtî)

Rahmetli validemin evindeydim, özlemişim de, lakin bir eksiklik var idi.

Vaktiyle ninemin eteğinde dolandığım, beni keyifli keyifli “uslu dur Mehmed” diye azarladığı mutfağa girdim. Kap kacak ocakla pencere arasındaki raflarda aynı düzeniyle diziliydi amma tozlanmıştı; gümüşî, pek sevdiğim semaver de paslanmış gövdesiyle duruyordu köşede. Pederimin bana elifbayı öğrettiği odayı; evin diğer cenahına düşen, kâh değnekle kâh sahici bir bıçakla küffar üstüne hücum edip nice kereler İslam’ı muzaffer eylediğim küçük odayı, tekrar mutfağı hızla dolaştım.
Bir eksiklik var idi. Evet, üşüyordum. Cumbaya çıktım.

Evin önünde, vaktiyle dedemin elleriyle diktiği, şimdi üryan ağaçlardan gayrı dümdüz toprak, bulutların arasından firar eden birkaç ışık huzmesiyle alacalanmış, ufuktaki toz yığınına dek uzanıyordu. Çocukluğumda defaatle dinlediğim hikâyelerde duyar gibi olduğum ses olanca berraklığıyla çalındı kulağıma. Tüm dikkatimle nazarımı ufka yönelttim. Yarabbi, bu ne haşmetti!
Evlad-ı Fatihân’dan bir atlı, sanki devr-i Süleyman’dan, güya Burak benzeri küheylanıyla cihetime geliyordu. Eyerinin kaşına ilişik, yüz devi devirebilecek gibi görünen gaddâresi, palası ve kudreti arşı delen mızrağıyla hemen omuz omuza cihad etme hevesi peyda etti yüreğimde. Mazinin sayfalarını altın yaldızlarla süsleyen nice zaferin, ışığı ta yaşadığım bu zavallı asra dek vuran o kutlu nizamın kutsî havası sardı her yanımı. Damarlarımda o ilahi kudretin gezindiğini hissediyordum. Bu kudret üzerinde yaşadığım küre-i arzın imkânlarının fevkindeydi.

Önüme birden büyük, pek büyük bir köpek fırladı. Zifir kara derisinin üstünde iri mavi benekler var idi. Gülüyordu. Hoşt diye bağırdım. Kırılacaktı gülmekten. Ona süvariyi gösterdim. Hıyanete meyyal, kinayeli bir tebessümle kenara çekildi. Süvari yaklaşıyordu, o an fark ettim; sekişleri dört mefâilün veznindeydi.
Atlı yaklaşırken kılıncından akan kanın ince bir izle onu takip ettiğini gördüm. Gitgide bir koku yayılıyordu. Tamamen necasetten ibaret bu kokunun içinde her türlü katliam çeşnisinden bir şeyler var gibiydi; kim bilir kaç civan’ın kanı, kaç korkağın bevli, kızgın zırhın çeliğinden tüten habis buhar, harbinden habersiz avarenin beyhude parçalanmış eti, kaç validenin, hemşirenin gözyaşı… Burnumdan tüm ruhumu eziyetle kuşatan dikenli bir mahluk içerime doğru, yırta yırta, kaçma imkânı vermeyen bir kudretle hücum ediyordu. Bir gayret hamlesiyle kapıya doğru döndüm. Etrafta nihayetsiz bir düzlükten başka bir şey yoktu. Ufuktan bir başka güneş daha yükseliyordu. Dehşet veren bir hararet her yana çökmüş, her şeyi titreştiriyordu ve ben bir kayanın üzerinde tek başımaydım. Atlının çüşş! diye kükremesiyle irkildim. Hemen önümdeydi, kaçamıyordum.
Dilinde dönen ıslığa, bir Chopin noktürnüydü bu!, ara verip bonjour Mösyö, dedi, buradan geçen bir çocuk gördünüz mü?

-Evet, dedim. Pek iyi hatırlayamıyorum ama görmüştüm. Bahçeye saklanırdım eskiden burada. Beni önce oyun hissiyatıyla, sonra öfkeyle, daha sonra da korkuyla ararlardı. Atlının gittiği yönün tersinden bir ses şefkatli tınısıyla sofraya davet etti beni. Ne güzel yüzlerdi. Hoop, bir adımda vardım yanlarına. Amcazadem de oradaydı.

Amcazadem Münir Efendi otururken bile benden uzun boyu, pek latif emvac ile esmer suretine kimsede görmediğim, bir başka türlü güzellik veren kumral saçlarıyla Yusuf aleyhisselam misali bakanı mest ederdi. Önünde bilmediğim bir şişe, rahmetli dedemin maşrapası, zerzevatçı Kel Ahmet’in her perşembe getirdiği elmalar bir de frenk harfleriyle yazılmış bir ceride vardı. Amcazadem frenk diyarı denince gülerek Avropa, Avropa diye düzeltir. Sırf böyle etsin diye derim bazen yanında. Öfke nedir bilmez, sohbeti hoştur. İnsanın, kendini tutmazsa, yanında biraz daha biraz daha kalayım diye diye akşamı gece, geceyi sabah etmesi mukadderdir.

Yanındaki efendileri tanımıyordum. Biri elma soyuyor, diğeri bana bakıyordu. Bir değişik bakıyordu. Kıbleden ılık bir rüzgâr esti. Hayretle fark ettim. Ben niye etek giymiştim. Medet ya resulallah! Medet ya resulallah! Allhülme.. allahümmee.. Ya rabbim, ellerim beyazlamış, aklım gitti, korka korka parmağımla avcuma dokundum, yumuşacık, yüzüme değemedim, bakışlarımı kaldıramıyordum, bey’in gözleri vardı. Yere bakamıyordum, gözlerimin ne göreceğini biliyordum. Göğsümde… büyüyorlar. Gözlerimi kapattım.

Amcazadem seslendi. Mehmed, dedi, gelsene evladım. Mehmed, Mehmed? Ya rabbim, neler oluyordu. Korka korka amcazademin gösterdiği yere, sağ yanına oturdum. Kendimi görüyordum. Ne fena, ellerim yumuşacık, allı yeşilli bir basma var üstümde. Ne kadar büyükler. Demek böyle yaşıyorlar, insaniyetin yarısı, validem, ne severdim sinesine sokulmayı. Camın cama çarpma sesiyle irkildim.

İki hanım, ellerinde ayaklı bardaklar, kendilerini çirkinleştiren, değişik bir cazibe vererek çirkinleştiren boyalarla boyanmış, amcazademin etrafında oturuyorlardı. Ne işi vardı Münir Efendi’nin bu kadınlarla, burası neresiydi? Tavandan sarkan fukara, fersiz avizenin meşum ışığıyla müphemiyeti katmerleştiren bir loşluk içinde herkes birbirine bir şeyler anlatıyordu. Amma mahremiyet? Gerçi böyle boyandıklarına göre, demek ki görünmek daha bir mühim, demek ki görünmek için boyanıp görünmemek için ışık kısılıyor burada. Böyle şey olur mu? Anlayamıyorum. Midem bulanıyordu. Tam da bunu amcazademe söylemeyi kuruyordum ki kafamda bir bey yanımıza geldi. Ben dedi, bir şey adı, dilim dönmüyor, tuttu öpüverdi elimi. Kusacaktım. Gıybet etmek gibi olmasın, Allah günah yazmasın ama bizim mahallenin sarhoşu Deli Rüstem denilen gâvur burada pür ü pak görünür de kendini mübeşşer-i Adn ü Firdevs sanır.

Yeni gelen herif de katıldı muhavereye. Bu lisanı anlardım biraz da burada sanki hepten öğreniverdim, bilmiyorum. Köyünü anlatıyordu. Ağaçları, hayvanları, şarap mahzenleri, orduları, kâfir hükümdarların türlü zulümlerini… Benim hiç aklıma gelmeyecek şeylerle, böyle gözümün önünde bir perde varmış da o perdeye gölge değil asıl vuruyormuş gibi… İnsan daha ziyade bakmak, bu berrak görüntüyü tafsilatıyla temaşa etmek istiyordu. Lakin birden sustu. Sufliyatın numunesi kadınlar hemen amcazademe bizim diyarımızı sual etmeye başladılar. Hayrete gark oldum, sultanımızın haremini en rezil lakırdılarla tahkir ettiler, nice asırlar küffarı şamara tutan ordumuzun muvaffak olamamasını kulamparalığa yordular, insanın diline ar geliyor.

Bu tahte’l-idrak-i hayvanat bahisten sonra, çok şükür o bey girdi söze. Buralarda iki değişik insanla tanışmış. Biri bıyıklı öbürü sakallıymış. Bu beyler birbirlerini bilmezmiş ama sanki birinin fikrini öbürü hikaye edermiş; hep de fena bir nihayete varırmış hikâyatı. Yalnız bazen dest-i ilahi dokunurmuş da biçarelerin kalplerine, huzur bulurlarmış. Bu iki bey benzemezlermiş de birbirlerine üstelik. Bıyıklıyı hiç görmemiş, sadece mefkurelerinden haberdarmış: Deveden aslana, aslandan sabiye. Sakallıyla ise bir kumarhanede muhabbet etme talihine ve şerefine ermiş.

Sakallı kendi paralarını bitirmiş. Ertesi gün zevcesinin maliki olduğu tüm eşyayı satıp onu da halletmiş. Memleketine hazin ahvalini bildiren bir mektup yazacak nafakası olmadığından yazamamış da suretini haline yakın gördüğünden yanımızdaki beyden istemiş. İşte o zaman anlatmış uzun uzun. Sarhoş muymuş yoksa hepten divane mi, bilmek mümkün değilmiş.

Demiş ki; bu girdapta, başka girdaplarda, hepimiz, ama hepimiz, köleyiz efendim. En çok da ben. En çok da ben çünkü, benim içimde köleliğini bilen bir şey var, o, yani o şey, ona, yani ötekine, aslında asla öteki değildir, ona işte, ona varana dek rahat vermeyecek bana. Hep bağıracak yüzüme köleliğimi. Ben onun bağırtısına inat yaşıyorum, üstelik acıya, yani acı bile değil, buraya işte, girdaba dedik öyle ya, girdaba, o bağırtıya da tabi, en çok ona, bak köleyim ama köle olduğumu biliyorum hem sonra ben o gelene yani aslında hep gelmiştir ne desek işte sadece o kalana kadar özgür olmayacağım ondan böyle yani işte, hi ha ha haa desem, biliyorum demek zorundayım bunu, bu yüzden işte o bağırtıya da köleyim. Zannederim ki bu köleliği seviyorum. Ne kötü. Ama başka da bir yandan. Yani o gelince, yok yani o olunca, yani işte o vakit, o, bu bataklığı kurutacaktır. O bataklık kuruyunca içimizdeki bataklıklar da kuruyacaktır. Ben bunu biliyorum, bunu da biliyorum amma bak, o, bu bataklığa dışarıdan gelecektir. Bu da uzun, meşakkatli değil, bir dakikalık, bir anlık iştir, doğuverektir. Hep olduğu yeri bize hatırlatacaktır hemen, doğacaktır hemen yanı başımızdan, sonsuz gür. Anlamıyorlar, anlamak istemiyorlar ama hissediyorlar: Hepsi onu arıyor.

Herkes gülmekten edeb adabı unutmuştu. Ben bile birkaç kez tutamadım kendimi. O sakallının halini, sesini o kadar rezil, ama hoşlukla rezil, pek munisçe taklid ve tahkiye etti ki, diyecek laf yok. Kimse pek farkında değildi, hem böylesi bir tahkir vardı etvârında, hem de belliydi, seviyordu sakallıyı. Üstelik sanki bu alay ettiği fikirleri yüzünden seviyordu. Herkes gözlerini ondan ayırıp, neşeyle kendi aralarında taklidini tekrar ederken bey, amcazademin yanına yaklaştı. Gözlerinde tıflâne bir ürperti var idi. Münir diye fısıldadı, kardeşim, bataklık, girdap, herkesi mi?

“Bilmem” dedi amcam ekşileşmiş bir tebessümle. “Gel hadi, otur, iyi oyundu yaptığın. Bu lazım işte bize, herkese.”

Mehmed’in öyküsü kuşkusuz burada bitmiyor, temâşâsı da burada bitmiyor. Diğer yandan, hiç bitmeyecek şeylerin olduğu söylenir. Bu öykü bunlardan birisi değil.

Kategori:

Re: Mehmed

ritmi yüksek, yani nasıl desem biraz da telaşlı bir metin olmuş. anlatım akıcı ama sözcük seçimleri de o telaşe içinde aceleye gelmiş gibi...

mesela:

"Önüme birden büyük, pek büyük bir köpek fırladı. Zifir kara derisinin üstünde iri mavi benekler var idi..." Gibi.

zifir sözcüğü bir köpeğin tüylerinin rengi konusundaki anlatıma uymamış. Diğeri de, kimse bir köpeğin derisinin rengini anlatmaz köpeğin rengini anlatırken tüylerinden ya da kıllarından bahisle yapar bunu.

Bu tür üslup yazdıkça gelişir... çünkü bu bir anlatım biçimi. Bu daha oldukça yeni metin gibi geldi bana. Sevgiler.))


Re: Mehmed

""
Bu tahte’l-idrak-i hayvanat bahisten sonra, çok şükür o bey girdi söze. Buralarda iki değişik insanla tanışmış. Biri bıyıklı öbürü sakallıymış. Bu beyler birbirlerini bilmezmiş ama sanki birinin fikrini öbürü hikaye edermiş; hep de fena bir nihayete varırmış hikâyatı. Yalnız bazen dest-i ilahi dokunurmuş da biçarelerin kalplerine, huzur bulurlarmış. Bu iki bey benzemezlermiş de birbirlerine üstelik. Bıyıklıyı hiç görmemiş, sadece mefkurelerinden haberdarmış: Deveden aslana, aslandan sabiye. Sakallıyla ise bir kumarhanede muhabbet etme talihine ve şerefine ermiş.

nietzschemarx01.jpg

Re: Mehmed

napak pampalar konuşmayak mı :/

sakal benzerliği olmuş zannımca. papaz kılıklı rusa niyet etmiştim.

uyarılar için teşekkürler mete.


Re: Mehmed

nietzsche'nin bıyıklarına, marx'ın sakallarına ince bir sitem olmuş. :')


Re: Mehmed

bu da mı gol değil Smile

880278.jpg

Re: Mehmed

müthiş Smile