UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Mavi Bardağın Terkedişi

16 Tem 2010
hsnglsn

Beyaz köpüğü siyah kartonla kaplayarak oluşturulmuş dekora, kırılmaması için fazla yüklenmeden yaslanmışlar, yerde oturuyorlardı. “Ben senin arkadaşın değil miyim?” diye sordu Yeliz kısık bir sesle. Cenk, derin bir nefes aldıktan sonra parmaklarıyla saçını tarayıp Yeliz’e döndü. “Tabii ki” sesi tam da Hocasının istediği gibi hafif çatallı çıkmıştı. Yeliz gözlerini kısarak birkaç saniye düşündükten sonra konuşmaya başladı: “O zaman anlat. Mademki arkadaşınım… Durup durup dalıp gitmelerin, bir anda mal mal bakmaya başlamaların, duyduğun her Sezen Aksu şarkısında ağlamaklı oluşunun sebebini anlat. Dalıp gitmelerin(Bu kısım textte yoktu. Bir an panikleyip Hocaya baktıktan sonra devam etti.). Seni üzenin ne olduğunu söyle bana?” Cenk “Yapamam…” diyerek kafasını dekora dayadı. Fakat kafasını fazla hızlı hareket ettirdiği için dekordan çıkan ses bayağı yüksek oldu. Yeliz bir kez daha ama bu kez sesli şekilde gülerek Hocaya baktı. Hocanın gülmediğini görünce devam etmeye çalıştı ama başaramadı. Birkaç saniye sonra Cenk de gülmeye başlayınca Hoca, sert bir şekilde “Cenk!” diyerek sandalyesinden kalktı ve masanın ucuna oturdu. “Daha önce hiç yüz kızartıcı bir suç işledin mi? Veya kimseye anlatmadığın, anlatamadığın bir şey geçti mi başından?” Cenk rolüne konsantre olduğundan kendisine söyleneni ilk anda duyamayıp “Efendim Hocam? Duyamadım?” diye sordu. Hoca soruyu tekrarladıktan sonra uzun sayılabilecek bir süre gözleri kapalı bir şekilde düşündükten sonra “Yoo…” dedi “Hayır, daha önce yüz kızartıcı bir suç işlemedim. Kimseye anlatmadığım bir şey de geçmedi başımdan. Neden sordunuz?” Hoca oturduğu yerden kalkıp Cenk’in sorusunu duymamış gibi “Ben işledim,” dedi “Kimseye anlatamadığım şeyler de geçti başımdan.” elleri arkasında oturan öğrencileri gösterecek şekilde yarım bir daire çizdikten sonra devam etti: “Buradaki herkesin başından geçti. Anlat bize?” Cenk, gözleri kapalı biçimde yere bakarak “Ben…” diye mırıldandı. Gözleri açıp Hocaya baktıktan sonra, “Küçükken bir kaza olmuştu. Babam ve kardeşim… Kız kardeşim… Ablam ölmüştü.”
Hoca, suratında gülmekten eser kalmamış aksine suratı kaskatı kesilmiş Yeliz’e bakıp göz kırptıktan sonra Yeliz devam etti: “Anlat bana Kaya? Lütfen…” Cenk sulanmış gözlerle, Hocanın istediğinden bile daha çatallı ve üzgün bir sesle “Yapamam…” dedikten sonra Hoca ellerini bir birine çarpıp “İşte bu!” diye bağırdı. “Şimdi daha gerçekçi oldu.”

---
Yeliz; elinde bir tepsi, tepside dört bardak ve yanında iki arkadaşıyla beraber Cenk’in masasına geldi, Cenk’e selam verip oturduktan sonra yanındakilerden birine “Neden yapamıyormuşsun canım. Gideceksin işte yanına… ‘Merhaba’ diyeceksin; ‘ben Merve, nasıl gidiyor?’” Öyle gidip de direk ‘N’aber? Ben senden çok hoşlandım’ demeyeceksin. Kaşarlığın âlemi yok.” diyerek güldü. Diğeri ise tepsideki bardaklardan birini Cenk’in önüne koyduktan sonra “Sen de arabada mıydın?” diye sordu. Cenk anlamadığını belli eden bir ses tonuyla “Efendim?” diye karşılık verdi. “Hani derste anlattın ya? Kaza… Sen de arabada mıydın?” kızın Cenk’i kırmamaya çalıştığı her halinden belliydi, Cenk kantindeki hemen herkesin duyabileceği yükseklikte gülüp, sağ kaşının üstündeki kapanmış dikiş yarasını kaşıyarak “Ne arabası yahu? Araba falan yok. Babam Tekirdağ’da annemle beraber yaşıyor hala. Uydurdum ben onu.” dedikten sonra daha alçak bir sesle bir daha güldü. Yeliz bir anda Cenk’e dönüp yüksek sesle “Ne!?” diye sordu. “Manyaksın ha! Ben de üç gündür yanında baba muhabbeti açmamak kıçımı yırtıyorum!” Cenk bir kez alçak sesle güldükten sonra “Koyayım nerede baba varsa. Yiyecek bir şey isteyen var mı?” diye sorup, kimsenin yanıt vermesi beklemeden masadan kalktı.
---
Hoca sınıfa girip öğrencileri selamladıktan sonra hiçbir şey demeden Cenk’e sahneyi gösterdi. Ne yapması gerektiğini anlayan Cenk de hiçbir şey söylemeksizin sahneye çıktı. Oturup bağdaş kurduğu anda Hoca “Neden buradasın?” diye sordu. Soruyu tam olarak anlayamayan Cenk gözleriyle sahneyi gezdikten sonra “Çünkü sahneye çıkmamı istediniz Hocam?” diye cevapladı. “Şimdiki zamanda konuşmuyorum, gerzekleşme! Neden sahne? Neden Tiyatro? Neden bu okula kaydoldun?” Hocanın ses tonundan hoşlanmayan Cenk ne diyeceğini bilemedi: “Bi… Bilmiyorum. Hocam…” Hoca sesini daha da yükseltti: “Aptal mısın yavrum sen? Ne demek ‘Bilmiyorum’? Geçerken uğradın ve seçmeler mi vardı? İnsanlar tiyatroya neden gelirler yavrum?” Zorlukla yutkundu Cenk, “Günlük hayatın stre…” Cenk’in cümlesini bitirmesine izin vermeyen Hoca bağırdı: “Kes! Televizyon ağzıyla konuşma bana! İnsanlar neden tiyatroya gelirler?” “Eğlenmek için Hocam.” diyerek bir nefeste cevapladı soruyu. “Eğlenmek için ha? Peki, tiyatrocular da tiyatroyu eğlenmek için mi oynar?” “E… Evet Hocam. Muhtemelen…” diyerek cevapladı tereddütle. “Güzel!” dedi Hoca dişlerini gıcırdatarak, “sen de dedin ki ‘ben o kadar zekiyim ki, ben o kadar iyi oyuncuyum ki seyirciyle bile hatta ve hatta tiyatrocularla bile eğlenebilirim.’ Öyle mi?” Gerçekten de neden bahsedildiğini anlamayan Cenk “Anlamadım Hocam?” dedi. “Beni küçük düşürdün! Sadece beni değil buradaki herkesi küçük düşürdün. Şimdi söyle bana sence ben aptal mıyım? Ha! Söyle ben aptal mıyım?” Yine cevabı beklemeden kükredi “İn sahneden aşağıya! İn!” Hoca elindekileri masaya koymak için arkasını döndüğünde Cenk arkasındaki dekoru bir tekmede parçaladıktan sonra tek hamleden sahneden indi.
Hocayla göz göze geldiklerinde ise bağırmaya başladı: “Sorunuza cevap vereyim: Evet! Aptalsınız!” Hoca’nın gözleri ateş keşfedilmeden önce cehenneme düşmüş kabile şefi şaşkınlığıyla fal taşı gibi açıldı. “Bana sorduğunuz soruyu hatırlıyor musunuz? ‘Kimseye anlatamayacağın bir şey yaşadın mı?’ Bu soruyu sadece aptallar sorar! Bu sorunun cevabı her zaman hayırdır.” Hoca ağzını açıp bir şeyler söylemeye çalışıyor fakat her seferinde ilk harften ileriye gidemiyordu. “Ama siz üstelediniz ve bi’ anda hayatımda hiçbir zaman yapmadığım bir aptallık yaptım. Ne yaptım biliyor musunuz?” Hoca tam tekrar konuşacaktı ki Cenk’in işaret parmağını iki gözünün ortasında hissetti.” Size güvendim! Sınıftakilere güvendim. Bir defa olsun anlatmak istedim. Sonra ne oldu dersiniz?” Hoca nefes almaya çalışan balık gibi ağzını açıp kapamaktan bıkmış sakin sakin dinlemeye başlamıştı. Cenk ise gözleri kapalı bir halde titreyen ellerini sağa sola sallayarak sahnenin önünde volta atıyordu. “Bir haftadır neler çekiyorum biliyor musunuz? Bana bir kez olsun selam vermeyenler dahi gelip ‘üzgün’ olduklarını söylüyorlar. Sırf nazik görünmek için, sırf duyguluymuş gibi görünmek için sanki çok da siklerindeymiş gibi davranıyorlar. O her gün sigara içtikleri ağızlarıyla, kahve içmekten sararmış dişleriyle, o her gün sevgililerinin ağızlarına soktukları dilleriyle ‘Cenk, ablan ve baban için çok üzüldük. Başın sağ olsun.’ diyorlar.” Bir anda gözlerini açtı, Hoca’nın yakalarına yapışıp gözlerinin içine bakarak “Bu ne demek biliyor musun?” Hoca’yı birkaç defa sarstıktan sonra bir daha sordu “Nasıl bir şey bu biliyor musun? Ha!” Hoca ürkek bir ses tonuyla “Tamam evladım, sakin ol.” dediği gibi Cenk “Sakin mi!” deyip kahkaha ve ağlama karışımı bir ses çıkararak sahnenin perdelerini sökerken Hoca ise anlık bir cesaretle “Cenk! Kendine gel!” diye kükredi. Bunun üzerine Cenk bir kez daha hocanın yakalarına yapıştı. Cenk’i hocadan ayırmak için gelen birkaç öğrenciyle birlikte hocayı da sert bir şekilde ittikten sonra masadaki mavi bir CocaCola bardağını aldı, Hoca’ya doğru sallayıp tüm gücüyle masaya vurdu. “Bu benim babam!” Kız öğrencilerin birinin elindeki içi kahve dolu beyaz bir kupayı sertçe çekti. Kupanın içindeki kahve öğrencilerin üstüne döküldü. (Neyse ki soğuktu.) “Bu da benim ablam!” onu da masaya sertçe koyduktan sonra birkaç saniye kadar şaşkın bakışlar arasında çevresine bakındıktan sonra çöpün önünde duran plastik kahve bardağını alıp “Bu da benim!” diyerek diğerlerinin yanına koydu. Tekrar Hoca’ya dönüp “Şimdi size kimseye anlatamayacağım bir şey anlatayım mı?” diye sordu. Hoca henüz cevap veremeden konuşmaya başlamıştı bile: “Daha 6 yaşındaydım.” Sayıyı ellerliyle herkese gösterdi. “ Amına koyduğumun tanrısına her gün dua ediyordum. Durmadan! Babam özel bir şirkette çalışıyordu. Durmadan çalışıyordu. İşleri hep yoğundu.” Hoca’ya mavi bardağı göstererek “Alın size bir cevap daha; buraya geldim çünkü özel şirketler babaları çalarlar. Anneleri çalarlar. Çocuklarıyla ilgilenenler, gezenler sanatçılardır! Derdim ki tanrıya:” Avuçlarını yukarıya doğru açıp gözlerini de tavana dikti. “Babamın işi yoğun olmasın. Derdim ki: Bize para ver babam çalışmak zorunda kalmasın.” Gözlerindeki yaşlara hâkim olamıyor; kısılmış sesi, gırtlağından çıkmamak için direniyor gibiydi. “Doğum günüm yaklaştığında ise her an dua etmeye başlamıştım. Sürekli yalvarıyordum. On yedi gün sonra babama tatil olsun, senden başka bir şey istemiyorum. Dokuz gün sonra babam işe gitmesin, söz bundan sonra bir şey istemeyeceğim. Bugün babam işten kovulsun ki yarın doğum günümde benimle olsun.” Nefes alış verişleri o kadar sıklaşmıştı ki aynı kelimenin için de bazen iki defa nefes alıyordu. “Ve Allah kahretsin ki kabul etti.” Büyük bir gürültüyle sandalyeye bıraktı kendini “ İşten kovulmasını istediğim günün akşamı annemle mutfakta konuşurlarken duymuştum. Doğum günüm için izin almıştı babam. Doğum günümde, sabah işinin olmadığını ablamla ikimizi gezdireceğini işe akşam gideceğini söyleyecekti. Ben doğum günümü hatırlatınca da unuttuklarını, annemin toplantısı olduğunu ve iptal edilemeyeceğini, bu senelik dışarıda kutlasak da olabileceğini, annemin yanımıza geleceğini söyleyeceklerdi. Biz gezerken annem her şeyi hazırlayacak ve eve geldiğimde de sürpriz yapacaklardı. Sabaha kadar uyuyamadım. Aslında bundan başka bir şey istemeyeceğimi söylemiştim ama o tanrıydı.” ‘Tanrı’ kelimesini her söyleyişinde, tiksinç bir koku alıyormuş gibi yüzü buruşuyordu. “sözümü yediğim için kızmaz diye düşünerek sabaha kadar dua etmeye devam ettim. Uyuyor, uyanıyor pastamın nasıl olması gerektiği hususunda dua ediyordum. Uyuyor, uyanıyor kola içmeme izin vermeleri hususunda dua ediyordum. Uyuyor, uyanıyor hangi arkadaşlarımı çağırabileceğim hususunda dua ediyordum. Bu, sabaha kadar böyle devam etti.
“Sabah babam kaldırıp durumu anlattığında çok sevinmişim gibi yaptım, ( İlk defa birini aslı olmayan bir şey konusunda ikna etmişti. Seçmelere katılma cesaretini bu andan aldı. ) ama doğum günü mevzusunu açmadım. Bu sayede daha az yalan söyleyecek ve tanrıyı daha az kızdıracaktı. Annem toplantısını bahane ederek alelacele kahvaltımızı yaptırıp bizi postaladıktan sonra ilk olarak lunaparka gittik ama ben hiçbir şeye binmedim. Sadece ablamı izledim. Atari salonunda da oyun oynamayacaktım ama babamın şüphelenebileceğini düşünüp bir el yarıştım. Yemek yemek istemedim fakat babam yemezsem büyüyemeyeceğimi söyledi. Bir anlık heyecanla “Ben artık büyüdüm!” diye çıkıştım ve anında pişman oldum. Anaokulunda altıma yaptığım zamanlarda ki gibi hissettim. Acaba babam konuşmayı duyduğumu anlamış mıydı?” Sandalyeden yavaşça kalkıp sınıftaki herkese tek tek baktı, gözleri kıpkırmızı olmuştu. “Acaba sorsa mıydım?” diye sordu kendi kendine, fakat cümleyi bitirdiği anda masaya bir yumruk geçirip bağırdı: “Nasıl soracaktım ki?” yumruğunu masadan ayırmadan daha alçak sesle bir daha “Nasıl soracaktım ki?” diye sordu. “Sonra arabaya bindik. Ablam ön tarafa oturdu. Sırayla oturduk ön tarafa. Annem olmadığı zamanlar oturabilirdik sadece. Zaten iyi de olmuştu arkaya oturmam, bu sayede babam heyecanımı göremezdi. O kadar heyecanlıydım ki ellerimi koyabileceğim bir yer bulamıyordum. Zaman geçmek bilmiyordu. Yoldaki elektrik direklerini sayıyordum. O zaman sadece 30’a kadar sayabiliyordum. Daha 30’a gelememiştim ki…” Hemen hemen normale dönmüş olan konuşması tekrar bozulmuş, sesi gırtlağına takılıp kalmaya başlamıştı yine. “Sonra…” Başı dönmüş olacak ki bir iki sendeleyip düşeyazdı. Elleriyle son anda masaya tutunduktan sonra sol elini sağ kaşının üstündeki dikişlere götürdü, boşta kalan eliyle masadaki sürahiyi alıp tüm kuvvetiyle bardaklara çarptı. Bardakların tuz buz olmasıyla sınıfta bir çığlık koptu. Cenk olduğu yerde dizlerinin üzerine çöktükten sonra sol elini kaşından ayırmadan hızlı adımlarla plastik bardağın yanına seğirtti. Devrilmiş bardağı düzeltip, “Arabamız yok olmuştu. Bir saniye içinde yok olmuştu. Yolun ortasında yapayalnızdım. Başım çatlıyordu.” Bir anda ayağa kalkıp delirmiş gibi bağırmaya başladı “Hayır! Hayır! Çatlamıyordu. Zaten çatlamıştı! Hayır! Mecazi anlamda değil direkt olarak çatlamıştı.” Sol elini kaşından çekip, kimsenin görmediği sadece onun gördüğü çok ilginç bir şeye bakar gibi baktı eline. “Elim kırmızıydı, sıcaktı. İşte o zaman o zaman suratımın sağ tarafımdaki sıcaklığı fark edip kendime geldim. Bir şey olmuştu, ama ne olduğunu bilmiyordum.” Elindeki bardağı fırlatıp bağırdı: “Allah kahretsin! Kaza kelimesini bilmiyordum. Birine ne olduğunu sormam gerekiyordu.” Yürümeye çalışıyor fakat bir adım sonra vazgeçip başladığı yere geri dönüyordu. “Babamı bulmalıydım. Evet kesinlikle ona sormalıydım. Sonra da eve gitmeliydik! Ev!” Gözleri kahve kupasının parçalarına takıldı. “Babamı bulmak için sağa sola baktığımda onu gördüm. O şeyi… Eti. Üstüne ablamın kıyafetleri vardı.” Bir anda hocaya bakıp devam etti: “Biliyor musun? O et yenmez! Çünkü pişmemiş et yenmez! Hem zaten o etin kafası vardı. Yenebilen etin kafası olmaz. Yenebilen et kasaptan alınır. Anneler onu terbiye ederler. Ama çocuklarını terbiye ettikleri gibi etmezler. Et terbiyesi başka bir olaydır. Belki diğer etlerin de kafası vardır. Bilmiyorum. Ama onların ki uzaktadır. Sen görmezsin. Bu etin kafası çok yakınındaydı. O kadar yakındı ki büyük etten fışkıran kan kafaya ulaşıyordu. Kafanın saçlarını kıpkırmızı yapıyordu.” Düşmemek için büyük bir çaba sarf ederek masada bıraktığı sürahiyi aldı eline. “Sonra eti bırakıp babamı aramaya devam ettim. Bir adam gördüm o zaman, o da beni gördü. Beni görünce korktu. Düşünsenize suratım ne hale gelmiş. Çok korkunçtum. Kamyona bindi adam. ” Elindeki sürahiyi öğrencilerin bulunmadığı taraftaki duvara fırlatırken “Bastı gaza gitti.” Duvarı göstererek “İşte” dedi “İşte giderken sürahinin çıkardığı sesi çıkardı. Bir şey kırılmıştı. Kamyon gittikten sonra arabamızı gördüm. Koşarak arabanın yanına gittiğimde başka bir et gördüm. Babamın kıyafetlerini giymiş bir et. Bunun kafası vardı hem de babamın kafasıydı. Allah kahretsin! Babam ete dönüşmüştü! Hem de bir dakika içinde! Bildiğin et! “Eğilip bardak parçalarından birini eline aldı, “Kolu yoktu ama.” Sınıftakileri döndü ani bir şekilde, “Kolu olmayan et yenir mi? Bilmiyordum. Acaba kolu nerdeydi? Bilmiyordum. Başka bir derdim yokmuş gibi kolu aramaya başladım. Buldum sonra. Ama yine bir şey eksikti. Yüzük parmağı yoktu.” bağırarak sordu arkasındakilere “Bu ne demek?” cevap alamayınca tekrar sordu “Bu ne demek!?” cevap almayı beklemeden devam etti, “Yüzük parmağı yoksa, yüzükte yoktur” elindeki bardak parçasını sıkmaya başladı. “Yüzük yoksa ayrılmışlar demektir. Anneyle baba ayrılmış demektir.” Yumruk yaptığı elinden kan sızmaya başlamıştı. “Babam bir dakika içinde ete dönüşmüş, et bir dakika içinde annemi terk etmişti.” Ayak parmaklarının üzerinde gerindi, elindeki bardak parçasını silip, parmaklarıyla saçlarını taradı, alnı ve saçları kana bulanmıştı. “Su… Su içmem lazım. Tuvalete gitmem lazım. Sigara verin bana!” diye gürledi. Sınıftakilerden biri bir sigara uzattı. Sigarayı alıp duvarlara yaslanarak çıktı sınıftan.

Lavaboya yaslanıp, gözleri kapalı halde, nefes alışverişlerinin düzelmesini bekledi. Aynaya, gözlerinde narsist bir parlamayla baktıktan sonra sadece kendisinin duyabileceği yükseklikte “İşte bu!” dedi. Yaktığı sigarsından derin bir nefes çekip “İşte bu! Oyunculuk bu! Bir numara olacaksın…” Avucundan lavaboya damlayan kan, birkaç saniye içinde pembeleşiyordu.

Kategori:

Re: Mavi Bardağın Terkedişi

Elinize sağlık. Bu, Uzun Hikâye'de paylaştığınız ilk öykü, devamının da geleceğini umuyorum. Ufak tefek bazı düzeltmelerle başlayayım, sonra öykü hakkında genel bir değerlendirme yapmayı umuyorum.

""
Nefes alış verişleri o kadar sıklaşmıştı ki aynı kelimenin için de bazen iki defa nefes alıyordu.

Gözden kaçmış: "içinde" biçiminde olmalı.

""
Uyuyor, uyanıyor pastamın nasıl olması gerektiği hususunda dua ediyordum. Uyuyor, uyanıyor kola içmeme izin vermeleri hususunda dua ediyordum. Uyuyor, uyanıyor hangi arkadaşlarımı çağırabileceğim hususunda dua ediyordum.

Bu cümlelerdeki "hususunda" kelimesi biraz kulak tırmalıyor, başka bir kelime kullanılsa, meselâ "konusunda" dense daha iyi olacak sanki.

""
Sırayla oturduk ön tarafa.
"otururduk" olmalı sanırım.

---

Öyküye Gelelim...

""
Geçerken uğradın ve seçmeler mi vardı?

Bu cümlede çeviri kokusu aldım biraz. Cenk'in Allah yerine tanrı demesi de benzer bir etki yarattı bende. Hikâyede yer yer kültürel öğelerin bana bu çeviri hissini verdiğini söylemeliyim. Bunun üzerine biraz düşünmek gerek. Özellikle Cenk'in uzun tiradının bu çeviri hissini kuvvetlendirdiğini düşünüyorum.

Öykünün ilk iki bölümü aksamadan oldukça gerçekçi ve inandırıcı biçimde ilerliyor. Özellikle diyaloglardaki doğallığın çok iyi yakalandığını düşünüyorum.

Tiradın olduğu bölümün biraz sorunlu olduğu düşüncesindeyim. İki başlık altında düşüncelerimi açıklamaya çalışayım (yukarıdaki "çeviri kokusu"nu da hesaba katarsak 3 oluyor tabii):

1. Tiradın kazadan sonraki bölümünde "et" üzerinden ilerleyen söylem yaratıcı olmakla birlikte, bence iyi ifade edilememiş. Bu nedenle okurda bırakması gereken etkiyi bırakamadığını düşünüyorum (en azından bende fazla etki uyandırmadı bu bölüm). Kaza sonrasında kurbanların durumunu ayrıntılarıyla anlatıp anlatmamak elbette yazarın tasarrufunda olan bir karar. Ama bu haliyle anlatının biraz ortada kaldığını düşünüyorum. Benzer biçimde tirad da çocuk diliyle yetişkin dili arasında gidip geliyor, ama bunun -bu bölümde- dengeli bir gidip gelme olduğunu düşünmüyorum. Zaman zaman çocuk diline geçmek yerine çocuğun bakış açısını anlatan bir yetişkin dilinin burada daha etkili olacağı düşüncesindeyim. Bu "et"li bölüm üzerine biraz çalışmak gerektiği kanaatindeyim.

Alâkasız yan not: Araba kazası, et, yaralanma bir araya gelince kaçınılmaz olarak J.G. Ballard'ın Çarpışma'sını hatırlıyorum.

2. Tiraddan sonra Cenk sınıftan çıkıyor. Öykü eğer bu noktada bitirilmiş olsaydı, fazla etkileyici olmazdı. Cenk'in bizi aslında pek de ilgilendirmeyen dramını dinlemiş olurduk. Belki dinlediğimiz sahnenin bizim üzerimizde bir etkisi olurdu, ama bu türden sahneleri filmlerde çok sık gördüğümüz için -tabiri caizse yalama olduğumuzdan- bu etkinin fazla derin ve kalıcı olmayacağını düşünüyorum. Bu nedenle öykünün orada bitirilmemesinin, yazarın öyküye yeni bir viraj eklemesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Okuru ters köşeye yatıracak vurucu bir son tam da bu öykünün ihtiyacı olan şey. Ben öykünün mevcut sonunun "tahmin edilemez" olmadığını düşünüyorum (en azından böyle bir sonun da ihtimal dahilinde olduğunu tiradın sonlarına doğru hissetmeye başlamıştım). Bu nedenle, bu son üzerinde biraz daha düşünmek gerektiği kanaatindeyim. Daha yaratıcı, daha sarsıcı bir son düşünülebilir mi bu öykü için?


Re: Mavi Bardağın Terkedişi

Alfred Hickok'un çok önce izlediğim bir filmini anımsattı bu öykü bana. Orada da tiyatro öğrencileri birbirlerine bu tür oyunlar oynuyorlardı. Hatta aldıkları bir dersin gereğiydi sanırım. Eve gelen maskeli bir hırsızı oyuncu arkadaşı sanan film kahramanı, hırsızın kendisine doğrulttuğu silahı alıp "çok uzattın, kes artık şu oyunu" diyor, silahı kendi şakağına dayayıp tetiğe basıyordu filmin sonunda.
Öykü kişisinin oynadığı oyuna öyküdeki öğrenciler ve hoca gibi ben de inandım doğrusu. Et'le ilgili kimi cümleler çok tekrar edilmiş bu da acı içinde kıvranan insanın sayıp dökeceği laflar olmaktan uzaklaştırıyor kimi yerlerde sahiciliği bozuyor gibi geldi bana.
Bir iki yerde yazım yanlışı bulmuştum ama çıktıyı iş yerinde unuttuğum için onları yarın ekleyeyim.
Yazarın ellerine sağlık.


Re: Mavi Bardağın Terkedişi

İşim dolayısıyla yorumları daha yeni görüyorum kusura bakmayın. Önce eren'in yorumu için konuşayım;

- İmla hatalarını kontrol etmiştim aslında ama sanırım çok acele ettim.

- Yazdığım "hususunda" kelimesi bana daha iyi gibi gelmişti ama az önce tekrar okuyunca sanırım haklısınız "konusunda" desek sanrım daha iyi olacakmış.

- "Geçerken uğradın ve seçmeler mi vardı?" cümlesinin çeviri havası verdiğini düşünmüyorum zira bu sorunun aynısı lise tiyatro hocam tarafından bana sorulmuştu. Direkt olarak ondan aldım diyebilirim.

- Et fikrini ilk düşündüğümde çok iyi bir fikir gibi gelmişti, aslında hala aynı şekilde düşünüyorum fakat yeni başladığım için istediğim şekilde aktaramadım o bölümü. Umarım, ileryen zamanlarda kendimi geliştirebilirsem o bölümü düzeltebilirim.

- Benim aklıma daha sarsıcı bir son gelmiyor fakat asıl merak ettiğim; acaba tirad daha kısa olsa sonun tahmin edilebilirliği azalabilir mi?

Elif Cinar'a:

Şu dönem Hitchcock'u bütün filmleri izlemeye çalışıyorum fakat cevabı bu kadar geç vermemden anlaşıldığı üzere işlerim yoğun. Bu yüzden çok yavaş ilerliyorum. Yani bahsettiğiniz filmi henüz izlemedim, ama eğer ismini hatırlar ve bana da hatırlatırsanız bundan sonraki ilk Hitchcock filmim o olsun:)

Eren'e söylediğim gibi o kısmı gerçekten elime yüzüme bulaştırdım, umarım ileride kendimi geliştirip düzeltebilirim.

Yorumlarınız için çok teşekkürler.


Re: Mavi Bardağın Terkedişi

""
- "Geçerken uğradın ve seçmeler mi vardı?" cümlesinin çeviri havası verdiğini düşünmüyorum zira bu sorunun aynısı lise tiyatro hocam tarafından bana sorulmuştu. Direkt olarak ondan aldım diyebilirim.
Ben "Geçerken uğradın da seçmelere mi denk geldin?" gibi bir cümlenin konuşma diline daha iyi oturacağını düşünüyorum; ama tabii tercih sizin.

""
Benim aklıma daha sarsıcı bir son gelmiyor fakat asıl merak ettiğim; acaba tirad daha kısa olsa sonun tahmin edilebilirliği azalabilir mi?
Bu konuda bir şey söyleyebilmek zor. "Et"li bölümü yeniden yazmayı tasarladığınıza göre bir de ondan sonra bakmak gerek sanırım. Sonuçta tiradın kendi içinde bir bütünlüğü ve tutarlılığı olmalı.