UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Kuyu

09 Mar 2014
Mehmet Sürücü

Bir gün avludaki kuyunun her zaman kapalı, hep sürgülü kapağını açık bulduyduk. Ah! O ne sevinmeydi.

Hemen karşıdaki boş arsadan ceplerimizi, koynumuzu taşla doldurduyduk. Sıska, çelimsiz, rüzgâr esse sürüyecek olan ben, taşların şişirdiği gömleğimle, iri, şişman, göbekliydim. Zorlukla yürüyordum. Güçlükle her adım atışımda, birbirine çarpan taşların tok sesleri kalıyordu ardımda.

Kuyunun başına vardık.

Dibindeki durgun, ayna gibi suya, saçları üç numara tıraşlı kafalarımızın akisleri düştü. Birbirimizin suratleriyle alay edip, eğlendik. Biri küstü, birimizin incecik kahkahası yankılandı duvarlarda.

Koynumdan bir taş çıkardım. İleri uzattım elimi. Bırakıverdim. Düştü, düştü, düştü... Dalgalandı kuyudaki ben. Küçükten büyüğe koşturan dalgacıkların sırtında, yan duvarlara sıvanıp, yosunlu taşların ışıksız aralıklarında kayboldum.

Hoşumuza gitmişti kendimizi böyle dalgacıklara bölüp, duvarlara, boşluklara dağıtıp saklamak. O zaman, Hadi, bir daha yapalım!

Bir taş daha çıkardım koynumdan. Boşlukta elim, kolum erdiğince. Bırakıverdim. Uzata uzata zamanı, acelesiz düştü taş. Daha iyi görebileyim diye dipteki aynanın kırılışını, biraz daha uzandım. Biraz daha, az daha...

Düğmeleri ilikli gömleğimin arası, ceplerim hep taş. Taş havadan ağırmış. Sudan da ağır. Taş suda batarmış. Dibe indiğinde de, ayna kırılırmış.

Babam kuyunun ağzındaki mavi göğe beton döktü.

Kategori: