UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Kusursuz Çember*

24 Eyl 2010
Mehmet Sürücü

Daha ne olabilir ki bana,
İyi kötü ne olabilir.
İyi bir asker gibi günleri saymak birbirini izleyen anlamsız, boş.
Hadi kabul edelim ve söyleyelim.
Ölüler her şeyi benden aldılar.
Etlerimi, kemiklerimi, masadaki kalemi, bilgimi ruhumu,
duvar yazılarını, odada yayılan müziği, gözyaşını korkuları.
Hava polenlerle dolu
Ve ondan sonra karanlık. Karanlık… Karanlık…

Abdullah Sidran (Bosna-Hersek’li Şair)

1990’lı yıllarda tüm dünya, herkesi, her ülkeyi bir şekilde etkileyecek olan, Doğu bloğunun parçalanmasına tanık oldu.

Bu parçalanmadan en çok etkilenen bölgelerden birisi de, siyasi ve etnik yapısı nedeniyle Balkanlardı. Bu yeni siyasi değişimin sonucunda, Yugoslavya Devletindeki Ortodoks, Katoliklik ve İslam dinlerine mensup, Sırp, Hırvat, Boşnak, Arnavut, Sloven, Makedon gibi farklı etnik gruplar, bağımsızlık arayışları içerisine girdi. Tito’nun büyük Yugoslavya’sı dağılmanın eşiğindeydi. 1991'de Slovenya. Hırvatistan ve Makedonya ilk ayrılan ülkeler oldular. 1992’de Bosna’lı Hırvat ve Müslümanlar, düzenledikleri bir referandumla bağımsızlıklarını ilan ettiler. Sırplar bu referandumu kabul etmeyip, boykot ettiler.

Sırpların muhalefetine rağmen, 5 Nisan 1992’de Aliya İzzetbegoviç yönetiminde, Hırvat ve Müslümanların kurduğu Bosna Hersek Cumhuriyeti, ardından da 7 Nisan 1992’de Bosna-Hersek Sırp Cumhuriyet’inin bağımsızlıkları ilan edildi. Sırp Cumhuriyeti başlarda, kendi sınırları içerisinde olduğunu savunduğu şehirlerdeki Boşnak ve Müslümanları sınırlarının dışına çeşitli yollarla, korkutarak kaçırmak yoluna giderken, sonrasında ülkede büyük bir etnik savaşı başlatan uygulamalara girişti. Sırplar oluşturdukları polis ve paramiliter güçlerle, ülke çapında, Boşnak ve Müslümanlara karşı büyük bir soykırım hareketi başlattı.

Avrupa’nın orta yerinde kimsenin olacağına ihtimal vermediği şeyler oluyordu. Silekovac, Kupres, Pofalici, Srebrenica, Morkak Katliamları adlarıyla anılacak, aklılarla sığmayacak, insanlık dışı şeyler yaşanıyordu. Hem de Birleşmiş Milletler’in gönderdiği Barış Gücü’nün burnu dibinde.

Bu etnik parçalanmanın bedeli çok ağır oldu. 1992-1995 yılları arasında, Uluslar arası Kızılhaç örgütü verilerine göre Bosna’da 312.000 kişi hayatını, geri kalan insanlar da ailelerini, evlerini, düşlerini, kimliklerini, dillerini kaybetti.
Filmimiz Balkanlardaki bir şehrin, Saraybosna’nın iç savaş yıllarını anlatıyor. İzlediğim Balkan filmlerinin çoğunda ya doğrudan, ya da derinlerde gizlenmiş, yaşanmış acıların, ölümlerin, yıkımların izleri vardı.

Sırpların bastığı bir köyde, ölümden kıl payı kaçarak kurtulan birisi sağır iki çocuk, Adis ve sağır Kerim, Saraybosna’da sahipsiz olduğunu sandıkları şair Hamza’nın evine sığınırlar. Hamza’nın ailesi de kentteki aileler gibi ölüm, soğuk ve açlık gibi bir sürü tehlikeyle yüz yüzedir. “Canını kurtarmak”, “Şehri terk etmek” gibi kavramları aklına bile getirmeyen şair, aksine bu yıkımın, bu savaşın, bu acıların gören, gördüğünün ona yüklediği aydın-sanatçı sorumluluğunu, duyarlılığını taşıyan birisidir. Ailesini, gerekli parayı ve belgeleri zorlukla denkleştirerek, güvenli bir bölgeye göndermiştir. Evde yalnız yaşamaktadır. Karşılaştığı bu zavallı çocukları kaderiyle baş başa bırakmayı düşünmez bile. Çocuklarla beraber, Saraybosna’nın ölüm, yıkım ve soğukla kuşatılmış, her köşeden bir Sırp keskin nişancısının mermilerine hedef olabilecek sokaklarında bir arayış, bir koşturma, bir hayatta kalma mücadelesi başlar. Filmin örgüsünü fazla anlatmayı düşünmüyorum. Bunun yanında, parça parça filmdeki bazı sahnelerden bende kalan acı ve buruk bırakan izlenimlerimi paylaşmak istiyorum.

PARÇALAR

- Yüzleri siyah maskeli elleri silahlı kişiler köyleri, kasabaları basıp, önüne çıkan, inek, köpek, insan tüm canlılara ateş ediyorlar. Kapılar, tozlu, çamurlu postalların tekmeleriyle kırılıp, kırılan kapıdan içeriye pimleri çekilmiş el bombaları atılıyor. Yaşlı bir köylü dede, sisli bir sabah, köyde ineğini sağarken, koca nine, fırına ekmek atarken, masum çocuklar uykularında öldürülüyorlar. İki çocklu bir ana, silahlı kişilerin önünde umutsuzca kaçıp çocuklarını, canını kurtarmaya çalışıyor. Çocukların, olup biten her şeye şaşkın, inanmaz gözlerle bakışları.

- Köyler, şehirler, her yer kazılmış siperlerle, patlamış bomba çukurlarıyla dolu. Gerçeküstü bir heykel haline gelmiş evler, duvarlarında sayısız kurşun delikleriyle, çatıları üzerlerinde patlamış bir top veya havan mermisiyle çökmüş, kapıları soğuk bir kış gecesinde, evsiz barksız birileri tarafından sökülüp yakılmış. Yıllar yılı yaşanan sıcak aile mutluluğunun başka bir dünyada, boyutta kaldığının bilincinde sanki. Her yanda kırılmış, çökmüş, dökülmüş, parçalanmış, bunu kabul edemeyen nesne ve canlı görüntüleri. Varlıklar, canlı cansız ayırımından öte, savaştan, yıkımdan, parçalanmadan üzerine düşeni gönülsüz bir kabullenmişlikle almış, kendi acısını görmezden gelip, ötekinin acılarına gömülmüş kalmış gibi.

- Yol üzerindeki Saraybosna levhası toz ve çamur içerisinde, kurşunlarla ve patlamalarla eğilip kalakalmış. Şehir levhasının bu hali, acı çeken, yığılıp kalmış bir insanı andırıyor. Levhanın ötelerinde, kiremitleri kırılmış, çökmüş çatısından dumanlar ve alevler yükselen bir ev görüntünün arka fonunu tamamlıyor.

- Hep çocuklar savaşta en ağır kayıplarla, en onulmaz acılarla karşılaştılar. Yıllar sonra, okulda öğretmenleri onlardan bir ev resmi çizmesini istediklerinde her yanı sağlam, kapısı, bacası, duvarı tamam bir ev çizemediler.

- Filmdeki her bir kare, ön plandaki asıl konunun yanında, geri plandaki tamamlayıcı, yapay olmayan, rahatsız edecek kadar gerçek. Kaçılamayan, uçurum gibi içine çeken ve irkilten savaşın yıkımının bütünleyici bir parçası gibi. Bu nedenle de, ister istemez insan filmin akışına dalmış, sokakta telaşla, ürkek, korkarak, üzgün, yorgun, saçı başı dağılmış şair Hamza’nın yüzüne, ne yaptığına bakıyorken, bir anda, arkadaki, bir patlamayla yıkılmış evden tüten dumanlara, yanarak kararmış, parçalanmış paslı, kaportası kurşunlarla delik-deşik bir otomobile, sokaktaki tel örgülü bir bariyere, yıkılmış bir duvarın hüzün dolu köşesine takılıp kaldığını fark edebiliyor. Filmin çekim yılı 1997. Savaşın bitimine bu kadar yakın bir tarihte çekilmesi, filmin geri planının gerçekliğini kat ve kat arttırıyor. Görünen yıkılmış, darmadağın olmuş bir şehrin görüntüleri değil, bunların ta kendisi. İzleyici olarak sokaklarda, bir şair, iki çocuk ve bir köpekle gezinirken, mekanın setin bir parçası, yapay bir dekor olmadığı, duvardaki deliklerin gerçekten kurşun deliği oldukları tüm çıplaklığıyla görülebiliyor.

- Sağır Kerim, daha önce bir kez gittikleri, şehrin kenar mahallesindeki teyzesinin evinin nerde, hangi mahallede olduğunu anlatabilmek için kağıda çeşme, ağaç ve mezarlık kelimelerini yazıyor. Kerimin yazdığı kâğıda bakan Hamza çocuklara ne söyleyeceğini şaşırıyor. Saraybosna’nın her sokağında çeşmeler, ağaçlar ve savaş nedeniyle de artık hemen hemen her mahallesinde mezarlıklar bulunuyor.
“Her yer olabilir.” Diyor, acı dolu bir sesle. “Bütün kent bir mezarlık.”

- Şehir içerisinde ambulans sirenleri hiç susmuyor. Yollar, günler boyunca yağan yağmurların suyla doldurduğu bomba çukurlarıyla, yıkıntılarla, barikatlarla yürünmez halde. İnsanlar bir yerden bir yere, duvar diplerinden, kuytulardan, koşarak, saklanarak, yeri geldiğinde sürünerek gitmek zorunda. Her gün onlarca insan, kedi, köpek, kısaca kıpırdayan, canlı olan her şey, Sırp keskin nişancılarının uzaktan açtığı öldürücü ateşin altında can veriyor.

- Şehrin sokaklarında, duman ve yıkıntılar arasında, Şair Hamza çocuklara şehirde, sokaklarda hareket ederken, Sırp nişancılar tarafından vurulmamak için nelere dikkat etmeleri gerektiğini öğretmeye çalışıyor. Hangi güzergâhların daha tehlikesiz olduğunu, burada nelerin bir tehlike işareti olarak anlaşılması gerektiğini, nerede gizlene gizlene, nerede koşulması gerektiğini, bölgelerdeki nişancıların görüş ve ateş alanı içerisinde olan bölgeleri, ölümün nasıl saniyelik bir dikkatsizlik anının hemen ardından gelebileceğini bir yandan da sokakta koşarlarken anlatıyor.

- Sokakta ölümle burun buruna geldikleri, canlarını güçlükle kurtardıkları bir gün, Sırp nişancılarının bacağından vurduğu yaralı bir köpekle karşılaşıyorlar. Yaralı köpeğin durumuna üzülen çocuklar, onu eve götürüp, yarasını sarıp, yiyecek veriyorlar. Çocuklar, bir yandan da, eli silahlı insanların insanları vurmalarını yaşamın bir gerçeği olarak kabul ederlerken, bütün bu olup bitenlerle hiçbir ilgisinin olduğunu düşünmedikleri bir hayvanın, bir köpeğin bir insan tarafından vurulmasını anlayamıyorlar. Vurulan köpeğe acımayla bakan Adis’in savaşta gördükleri, yaşadıkları, olup bitenin ona öğrettikleriyle artık karşı tarafın onun gibi insanlara karşı duyduğu nefreti, kini kabul etmiştir. Ama o elinde tüfek olan kişilerin hayvanlara neden bu şekilde davrandıkları onun için anlaşılmaz bir şeydir.
Hamza’ya sorar;
“Neden köpeği vururlar?”
Hamza çaresiz, ne söyleyeceğini bilemez. İnanmasa da, belki de bilemeden, istemeden vurulduğunu anlatmaya çalışır.
Adis tekrar sorar; (Ateş eden adamı kastederek)
“Şu an mutlu mudur?”
Şair Hamza ne söyleyeceğinden emin olmadan,
“Muhtemelen” derken başının üzerinden vınlayarak geçen bir kurşun, duvardan toz kaldırarak seker.
Kulaklarında sekmiş kurşunun yankısı, kendi kendine;
“Kim bilir!” diye mırıldanır.
Çocuklar, eli silahlı insanların, silahlarla yaptıklarının onlara zevk veren bir oyun olduğunu, birisini öldürürken mutlu olduklarını sanıyorlar.

- Köpeğin yarasını sarmalarına yardım eden komşuları şöyle der;
“Sokakta, Sırp keskin nişancılarının önünde, sakladığın yerden atılıp, geçmeye kalkarken üçüncü sıçrayan olmamaya dikkat edin. Çünkü ilkini görürler, ikincisinde nişan alır, ve üçüncüsünü de kesin öldürürler.

- Yaralı arka ayağı köpeğin yürümesini olanaksızlaştırmıştır. Komşuları onu götürüp bir yere bırakmalarını veya öldürmelerini çünkü, arka ayaklarını kullanamadan yaşayamayacağını çocuklara anlatmaya çalışırlar. İnsandaki kötülüğün sınırsızlığı gibi, iyilik de sınırsız. Köpeğin ayaklarını sargılarla bağlayıp, arkasını, iki tekerleğini kesip uydurdukları bir pazar arabasına yerleştirirler. Bombaların, havan mermilerinin patladığı sokaklarda, yürek burkan, sürrealist bir görüntü; zaman zaman sevdiklerinin hayalini yanı başında görüp, konuşan, duygularının çok yoğun olduğu anlarda kendini asılmış olarak gören bir şair, içleri acıyla dolup taşan, erken büyümüş, yaşamın gerçekleriyle erken karşılaşmış birisi sağır iki çocuk, arka ayakları, bir pazar arabasının tekerlekleri olan, yaşama hepsiyle birlikte tutunmaya, canını kurtarmaya çalışan bir köpek. Bremen mızıkacılarının Saraybosna sürümü.

- Kıştır. Her yerde kar, soğuk. İnsanların açlıktan kıvrandıkları bir ortamda, odun, yakacak bir şey bulmak da kolay değil. Şair, iki çocuk bir de köpek buz gibi bir odada üşümekteler. Adis evin içerisinde dolaşarak yakacak bir şey arıyor. Gözü raflardaki kitaplara ilişiyor. İçlerinden kalın birkaç kitap alıp, şairin yanına gidiyor. Onları yakabileceklerini söylediğinde, şair karşı çıkıyor. Kapının girişindeki ayakkabıları buluyor. Şair Hamza’ya gösterdiğinde, onları yakabileceklerini söylüyor. Ayakkabılıktan ayakkabıları alıp birer birer yakıyorlar.

- Savaşta kadınlar açlığa karşı kendilerine göre çözümler üretiyorlar. Yiyecek bulunan bir şey değil. Taze sebze, meyve zaten yok. Kuru erzak ve konserve, marmelat, reçel türü şeyler bulunabiliyor. O da karaborsada, el altından ederinin çok çok üzerinde paralar ödenerek. Bütün şehirde açlık kol geziyor. Bulabildiği zaman Hamza eve konserve, ekmek, bisküvi gibi şeyler getirdiğinde, eşi onlara hissettirmeden birisini evin en beklenmedik, umulmadık yerlerine, kitapların arasına, banyoya, gizli bir yere saklıyor. Daha kötü günler için. O günleri yaşamakta şimdi; Şair iki çocuk ve bir köpek. En sıkıştıkları anlarda, kitapların arasından bir konserve, başka bir odadaki çekmeceden bir paket bisküvi yardımlarına yetişiyor. O açlığın kol gezdiği günlerde, evin içerisinde saklanmış yiyecek bir şeyi aramayı bir oyuna dönüştürüyorlar. Ama sonunda evin tüm gizli köşelerinde yiyecekler tükeniyor.

- Şair başına ağrılar girdiğinde kağıtlara çemberler çiziyor. Çabası, düzgün, kusursuz bir çember çizmek. Bu çember çizimleri onun baş ağrılarını geçiriyor.

- Karlı, soğuk bire gecede dışarıdalar. Hamza çocuklara yıkıntılar içerisindeki şehrin içerisinde, ışıklar içerisinde, parıldayan Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün kaldığı binayı gösteriyor. Binaya yaklaşıyorlar. Çocuklar her yanı ışıklar içindeki, bahçesindeki havuzdan sular fışkıran binaya şaşkınlıkla, başka bir dünyaymışçasına bakıyorlar. Şehirdeki evlerin birer yıkıntı olduğu, insanların içecek su bulamadığı bir yerde böylesi bir yerin şaşkınlığıyla bakan çocuklara Hamza, bir gün onların da duvarları, kaplıları odaları ve odalarında yanan ışıkları olan, çeşmelerinden sular akan evlerde yaşayacaklarını söylüyor. Işıkları içerisindeki gerçekötesi yapının kapalı perdelerinin ardında kadınlı erkekli gölgeler döne döne dahs ederek, bir noel gecesini kutlarlarken, sokaklara Strauss’un valslarının kıvrak ezgileri dökülüyor.

- Bu acılı, yıkık şehirde olmak, hele hele şair olmak…! Hamza’ya her gördüğü, her yaşadığı acı veriyor. Film boyunca çeşitli yerlerde, çeşitli zamanlarda kendini asılmış olarak görüyor. Şair Hamza’nın asılması, kendini hep asılı olarak görmesi ne anlama geliyor. Ne tür bir kaçış. Kendini yüceltme mi, yoksa çaresizlikten, elinden bir şey gelememesinden dolayı kendini aşağılama mı?

“Korktum İpin ucunu sardım.
Bir çoğu bu yolda bitti, burada ve her yerde.
Günler uzun, Geceler uzun,
Yıllar uzun, aşk olmayınca,
Aşkın suyu olmayınca,
Aşkın havası olmayınca.
Aşk olmayınca.
Emin olun,
Sebebin sesi değil bu.
Hiçbir şeye yardım etmiyor, çözüm bulmuyor.
Ama (ne zaman) gözlerimi kapatırsam,
Kendimi asılmış olarak görüyorum.”

(Filmden alıntı)
- Saraybosna sokaklarında paslı, kapıları, tavanı parçalanmış, pencerelerinde tek bir cam olmayan, eğri büğrü demiryolunda kırık dökük, bomboş bir tramvay ilerliyor. Biraz önce kendisini içinde asılmış olarak gören şair, Hamza omzundaki yavru kediye dert yanmaktadır;

“Bir adım ve karanlığa düşüyorsun. Karanlığın içine. Bu şekilde oldukça iyi gözüküyor. Ama ne zaman yazsam, buharlaşıp gidiyor. Bir mektup bile yazamıyorum. Görüyor musun yavru (kedicik), ne rezil bir şair haline geldim. Neden yazayım ki? Kimse şiire bakmıyor!”

- Dünyada olup bitenler beni ilgilendiriyor. Ben kendimi dünyalı hissediyorum çünkü. Balkanlarda olanlar da öyle. Bunun için kendimi balkanlı gibi hissetmeme gerek yok. Dünyanın her yanında insanların çektiği, insanlara çektirilen acılar beni ilgilendiriyor. Günümüzde Balkanlarda, Bosna-Hersek da olanlar aynı zamanda içimin derinliklerinde ilkel bir korkuyu da uyandırıyor; Avrupa’nın dünyanın en uygar bölgesi sayılan bir yerde yaşanan bu insanlık dışı vahşetin her zaman, her yerde yaşanabileceği korkusu. Bugün insan, ikinci dünya savaşında insanı yakan fırınları kuran insandan çok mu farklı. Ne değişti. Çok değil bundan sadece on beş yıl önce, Avrupa’nın ortasında binlerce insan, insanlık dışı katliamlarla yok edildi. Tüm dünyanın gözleri önünde hem de Strabrezitza’daki BM Barış Gücü Komutanı, daha sonra Sırpların bu hareketini hiç beklemediklerini çünkü tüm dünyanın gözleri önünde böyle bir şey yapamayacaklarına inandıklarını söylemedi mi?.

- Balkan insanını ne kadar biliyorum, tanıyorum. Kendine özgü kimliğinin, kültürünün oluşunu, bileşiminde neler var? Balkan insanında daha fazla belirgin olan; tarihler boyunca hiç bitmeyen etnik çekişmelerin, savaşların iç içeliğiyle gelişen, günü birlik, geleceğin belirsizliğinden kaynaklanan, boş vermişliği, günü birlik yaşamayı, eğlenceyi, ölçüyü kaçıran bir alkol düşkünlüğünü bir yaşam felsefesi midir? Alkolle, oynak bir klarnet, akordeon ezgisiyle yüzeye çıkan, meydanlara, horalara dönüşen neşenin, kahkahaların yamacındaki, ne zaman yüzeyde belireceği, parıldayacağı belli olmayan acı, hüzün, keder mi yoksa?

- Çocuklar en beklemedikleri sabahlarda, sıcacık yataklarında silah sesleriyle uyanıp, gözlerinin önünde, annelerinin, babalarının, kardeşlerinin, kedilerinin, köpeklerinin öldürüldüğünü gördüler. Canlarını kurtarmak için ümitsizce kaçtılar, saklanacak yer aradılar. Tüm ülke, tüm şehirler onlar gibi çocuklarla, onlar gibi insanlarla doluydu. Kaçılacak, saklanacak bir yerin olmadığını gördüler. Her yerde savaş, her yerde yıkım, her yerde bombalar, her yerde ölüm vardı çünkü.

- Çocuk, bir kişinin bile gömüleceği yer kalmayan mezarlıkta, mezar taşlarına baka baka yürüyor… Çocuk, kardeşinin mezarı başına kürekle çakılan tahtanın üzerine adını yazarken; şair mırıldanmaktadır;

Kâbus
Ne yapıyorsun, oğlum?
Düş kuruyorum, anne.
Nasıl türkü çığırdığımı görüyorum anne, bu düşte
Ve sen bana soruyorsun, düşümde:
Oğlum, ne yapıyorsun, diye.
Oğlum, dile getirdiğin ne, düşünde çığırdığın türküde?
Bir zamanlar bir yuvam olduğunu dile getiriyorum, anne.
Şimdi yuvam yok oysa.
İşte bu dile getirdiğim, bu türküde.
Bir sesim vardı, diyorum, bir dilim de, anne.
Şimdi ne sesim, ne dilim var.
Olmayan sesimle, olmayan dilimde, olmayan evimde,
Bu türküyü çığırıyorum, anne.

Abdullah Sidran

Özgün Tablolar: Alyse Radenovic

*ÖNERİ: Yazı, Bosna’ya özgü bir aşk, sevda şarklıları olan “Sevdalinka” türünde bir müzikle okunursa daha yerinde olur.

Yararlandığım Bazı Linkler
http://www.yorumla.net/dunya-tarihi/260137-bosna-savasi.html
http://tr.wikipedia.org/wiki/Yugoslavya%E2%80%99n%C4%B1n_Da%C4%9F%C4%B1lmas%C4%B1
http://www.sarajevo-x.com/forum/viewtopic.php?f=9&t=36421

Kategori:

Re: Kusursuz Çember*

Kusursuz Çember (Savrseni Krug) filmini, Mehmet Sürücü'nün önerisiyle dün izleme şansı edindim. Yukarıdaki satırlar anlatılacak her şeyi anlatmışlar sanki. Bir de, zor bir şey böyle bir film/ olay/ olgu üzerine yazmak.

"Savaş"ın yarattığı tahribatla insan olmanın sınırları üzerine söyleyecek çok şey var halbuki.

Bunları söylemek bize düşer mi ya da ne kadar dönebilir ki dilimiz yaşamadığımız bir şeyi söylemeye?

Filmde, öncelikle, şairin kendini sürekli bir yerlere asılı olarak gördüğü sahneleri çok beğendim. Kendi çaresizliğiyle bunca hesaplaşmaya çalışan bir karakter çok güçlüydü. Elbette bir de şair olunca o kişi, güç daha da artıyor. (Yakın zamanda Ömer Şerif'li Doktor Jivago'yu izledim. Ondan mı acaba bu hassasiyet?) Bir şairin savaştaki işi ya da işlevi, yaşama bakışı, onu kuruşu nasıl olabilir ki? -Fütüristleri bir kenara bırakıyorum; ya da ciddiye almıyorum-. Jivago'ya söylenen "Sen devrime inanıyorsun, ama çok karışık nedenlerden. Bu yüzden bugün ona inandığın gibi yarın yüz çevirebilirsin," lafı geliyor aklıma. Savaşın içinde "kişi"nin duruş karmaşıklığını güzel özetliyor bu film de.

Bir de küçük Adis'in, kendilerini öldürmeye gelen milisleri yatağın altından gördüğü için, "Onlar neye benziyor?" diye soran arkadaşına, "Kafaları yok ki, sadece bacak onlar," demesi gerçekten çarpıcıydı.


Re: Kusursuz Çember*

Mehmet Sürücü ve Barış film hakkında neredeyse her şeye değinmişler. Ben de yönetmenin hayranlık uyandıran tercihine değinmek istiyorum. Soykırım boyutlarına ulaşan ve hatta bir çok olayın artık soykırım olarak adlandırıldığı bu iç savaş sürecini kendisi olmasa bile muhtemelen onlarca tanıdığı savaşın ortasında kalmış bir kişi tarafından bu denli yalın ve kinden arınmış çekebilmesi karşında duyduğum hayranlığı dile getirmek istiyorum. Film boyunca savaşan gruplar arasında taraf tutmamayı başarabilmesi, hatta Sırpların bugün artık olanların bir soykırım olduğunu kabul etmesine rağmen bunu sömürmeden sadece savaşın varlığını lanetlemeyi başarabilmesi bence çok önemli. Savaş karşıtı bir savaş filmi örnek vermem gerekirse sanırım bu filmi örnek veririm.

Yıllarca bir arada yaşamış ama nasıl olduğuysa bu aşamaya gelebilmiş iki halkın, birinden korkar olduğu savaş günlerinde bile bir arada aynı sığınakta kalmalarını ve birbirlerine destek olabilmelerini izleyicinin gözüne sokmadan verebilmiş.


Re: Kusursuz Çember*

Filmle ilgili tanıtım yazısını uzun bir süreçte yazabildim ancak. Bu arada epey oraya buraya savruldum-durdum. Filmin üzerine, Sivi kamion crvene boje, Gravabica, No Mans land, Kod.Amidze.Idriza, 10.Minutes(Kısa-ama çok uzun), Snow gibi, Balkan sineması filmlerin izledim. Nette Balkanlar, Bosna-Hersek, Saraybosna gibi konularda bir şeyler ararken, birkaç belgesel ve çokça da yazıya rastladım. Hemen hemen tümü, acısı yüreğimi sızlatan bir duygusallıkla kaleme alınmış yazılar. Bunların içerisinde, Akgün Akova'nın Saraybosna Kırmızısı adlı yazısı en çok etkilendiğim yazılardan birisi olmuştu.

http://www.akgunakova.com/index.php?edebiyat&b=7&k=17

Yazının “Yıkık Bir Çocuk Bahçesi Gibiydi Yüzü” adlı kitabından alındığını okuyunca, kitapçıma uğrayıp, (taşrada yaşamanın avantajları da oluyor-bir kitapçınız-o zamanla da can dostunuz- oluyor örneğin) kitabı getirtmesini istemiştim. Bugün gelmiş. Nurten Aksakal’ın değinisi hoş bir rastlantıyla bununla çakışınca, kitabı, diğerlerine –biraz bekleteceğim için özür dilerim- diyerek, okumaya karar verdim. Kitabı okudukça paylaşmaya değer bölümleri aktaracağımı söyleyebilirim

Özetleyecek olursak; bir film beni epey sağa sola savurdu. Yararlı da oldu bence.


Re: Kusursuz Çember*

Yıkık Bir Çocuk Bahçesi Gibiydi Yüzü adlı kitabın giriş yazısında şöyle diyor Akova:

""
Saraybosna Kitaplığı’ndaki açılış töreninde, Kitaplık yandıktan sonra, kentin üzerinde küllerin günlerce uçuştuğunu anlattılar. Çocuk bahçeleri ve parklar mezarlık olmuştu. Sokaklarda, sırp bombalarıyla ölen sivillerin kanlarının döküldüğü yerlerin çıkmaz kırmızı boya ile boyandığını gördüm. Üzerine bastığımda içim titredi.

…..

""
Ben bir tarihçi ya da Yugoslavya uzmanı değilim. “Saraybosna Kırmızısı”, savaşın bir şairin yüreğine ve beynine kazıdıklarıdır. Onları yazarken, orada yaşanan şiddeti, zaman ve düş tünellerinden geçirerek sözcüklere dökmeye çalıştım. Amacım, “savaş karşıtı” bir yapıt oluşturmaktı. Başardım mı bilemiyorum. Sanki hep bir şeyleri eksik yazmışım gibime geliyor.

Alıntı:Yıkık Bir Çocuk Bahçesi Gibiydi Yüzü-Akgün Akova-Çınar Yay.-Sayfa: 9-10

saraybosna_gulu.jpg

Re: Kusursuz Çember*

Anımsatmanız ne güzel oldu. No Man's Land (2001) filmi bu bağlamda mutlaka anılmalı.


Re: Kusursuz Çember*

""
- “Canını kurtarmak”, “Şehri terk etmek” gibi kavramları aklına bile getirmeyen şair, aksine bu yıkımın, bu savaşın, bu acıların gören, gördüğünün ona yüklediği aydın-sanatçı sorumluluğunu, duyarlılığını taşıyan birisidir.”

“Evinin camları olmayanlardan biri de, şair İzzet Sarayliç. Sarayliç, bütün acılara ve yıkıntılara rağmen Saraybosna’da kalmış ve “Ölürsem bu kentte ölmek isterim demiş. Şair, yılar önce yazdığı bir şiirinde şöyle diyor;

""
Bu Cuma Paris’te Ölmüş Olsaydım

Bu cuma Paris’te ölmüş olsaydım
yokluğumu bildiren teli kim çekecekti
oysa en azından üç gün gerekirdi polise
bir zamanlar yaşamış olduğumu ispat için.

Bu cumartesi Varşova’da ölmüş olsaydım
güzel bir kadın randevusuna geç aklırdı,
resepsiyonda çalışan güzel bir kadın.

Bu pazar Leningrad’da ölmüş olsaydım
en korkuncu olurdu bu, Bayaz gece
kolunda bir kara pazubentle çıka gelir de
söyler misiniz, neye benzerdi kara pazubendiyle
bu beyaz gece.

Bu salı Berlin’de ölmüş olsaydım
Bir Yugoslav yazarı birden ölüvermiş Berlin’de
diye bir haber yayılırdı ortalığa
ama ben, laf olsun diye değil, mecburum
memleketimde ölmeye.

Görüyorsunuz ya - ne kadar iyi olmuş ölmeyişim
ve gene aranızda bulunuşum.
Beni alkışlayabilirsiniz. Beni ıslıklayabilirsiniz.
Görüyorsunuz ya ne kadar iyi olmuş ölmeyişim
ve gene aranızda bulunuşum.
Çeviri: Yaşar Nabi Nayır

Alıntı: Yıkık Bir Çocuk Bahçesi Gibiydi Yüzü-Akgün Akova-Çınar Yay.-Sayfa: 57-58