Öyküyle ilgili kafamda uçuşan onlarca şey var. Yazarın en anlaşılır bulduğum, anlamlandırmakta zorlanmadığım ve en beğendiğim öyküsü Karameke. Üst tarafta yer alan "karameke avı" hikayesi gerisinde yazarın, ülkesi için kafa yormuş, idealist bir aydın olarak içinde bulunduğu bunalım, insanlardan kaçma isteği ilgimi çekiyor.
""
Yüreğimi saran sıkıntı dağılacak gibi. Çürümeyi ve kaçışı bir unutabilsem.
""
Sanki elimin altında bir şey bulunması gerekiyordu ve o yoktu. Bir ülke vardı sanki bizim olan ve şimdi yerinde yeller esiyordu.
Yazarın içinde bulunduğu mücadelenin getirdiği yorgunluk ya da kısa süreli bir geri çekiliş, gözden uzaklaşma süresidir köydeki kısa yaşamı. Onlarca yıl önce de orada olduğu, ama araya hayli zaman girdiğini anlıyoruz.
Karşısındaki insanların her şeyi kabul edişlerine, zaafsız ama erdemsiz de yaşayışlarına olan kederi büyük. Bunu köylüyle, muhtarla olan konuşmalarından da anlıyoruz. Daha doğrusu seziyoruz.
""
Nasıl oldu da işler bu raya geldi? Bir tek kitap bile kalmamış kitaplıkta. Yüzler yabancı gibi...
""
Verilen emirlere göre bir melek kadar iyi ya da bir şeytan, bir domuz kadar kötü acımasız. Bir koyun sürüsü...
Yazar kafa dağıtmak için(bunu ava pek de alışık olmadığından çıkarttım ki kişisel bir düşünce) yaptığı av sırasında zaman zaman yaşamına dönüyor. Bu geriye dönüşler, öykünün bazı bölümlerinde abartıya kaçmadan kullanılmış.
""
(Av sırasında)... Deniz kıyısında koşan çocukların ayak sesleri, uzak caddelerden geçen göstericilerin adımları, çatlamış toprağa ilk düşen yağmur taneleri gibi.
Bunu yanında öyküdeki anlatımın, benzetmelerin de ayrıca üzerinde durulması gerekiyor. Yazarın içinde bulunduğu "karanlık" ruh hali öyküye başarıyla aktarılmış. Yaptığı her hareketi "avuntu" için yaptığı, aslında içini kemiren karanlığın öykünün genelini kapladığını görüyoruz.
""
Sanki akşam, asansör boşluğunun karanlık kapısıydı.
Cihan Başbuğ tarafından Şub 23rd, 2010 günü 23:35 sularında gönderildi.
"Karameke"yle "Mühür"ü birlikte okumak iyi olacaktı. Keşke o kronoloji hatasını yapmamış olsaydım da en azından arka arkaya okuyabilseydik. Karakterler arasında bir süreklilik olduğunu kolayca ayırt edebiliyoruz bu iki öykü arasında. Üstelik "Karameke" (forumda ilan ettiğimiz kronolojiye göre) "Mühür"den daha önce.
eren tarafından Şub 24th, 2010 günü 14:48 sularında gönderildi.
Vallahi daha önce mi, orası biraz karışık. Keza "Mühür" ilk kez yazarın ölümünden çok sonra, 2009 yılında yayımlanmış. Ancak birbiriyle karakterler üzerinden ilişkili görünen bu üç öykünün (Karameke, Sığla Ağacı, Mühür) ilk ikisi 83 ve 84 yıllarında yayımlanmış. Mühür'ün de bu sıralar yazıldığını öne sürmek çok yanlış olmaz kanımca.
Öte yandan bu üç öykü birbiriyle karekterler, olaylar ve atmosfer bakımından benzeşmesine karşın çok da birbirinin devamı sayılmaz. En azından ben öyle hissettim. Kendi başlarına da gayet derli toplu anlatılar.
Barış Acar tarafından Şub 24th, 2010 günü 20:41 sularında gönderildi.
Uzun süre sıfırın altında kaldıktan sonra o sisli güz günü bir darbeyle suların buza kestiği kenti. Dumanlı lokallerde mutsuz, gölleri örselenmiş kadınları, yenilgileri alayla kapamaya çalışan çocuk yürekli erkekleri ve ötekileri. Nasıl karanlık bir ülke? Günün en güzel saatlerinde meyvelerde bir pas tadı.
Öykünün 1983'te yayınlandığını göz önünde bulundurarak, yukarda bahsettiği darbe gerçek anlamdaki 1980 darbesi olabilir mi? İkinci defa okuğumda farkına vardım. Öyküyü vaktim olunca bir de o gözle okumak istiyorum...
Enes T tarafından Şub 25th, 2010 günü 12:37 sularında gönderildi.
Şaşırtacak kadar güneşli bir mart ikindisi. (...) Karşıda köyün arkasında yükselen dağlarda sis direniyor. Ama batıya, Manyas gölüne doğru gökyüzü iyice berrak. (...) Yüreğimi saran sıkıntı dağılacak gibi.
Havanın durumuyla anlatıcının ruh hali arasındaki bağlantılar ilgi çekici. Öykünün sonlarına doğru önce "Dağın tepesi kırmızıydı" sonra da "Güneş bu kez, Kasım Ağa'nın atının öbür yanından doğdu. Soluk bir aydınlık, eski bir sofra örtüsü gibi yayıldı masanın üstüne" denilerek bu doğa durumuyla anlatıcının ruh hali arasındaki bağ sürdürülüyor. Bu noktadan biraz uzaklaşarak Enes'in "aşırı-yorumu"nun yabana atılmaması gerektiğini söylemeliyim. Karameke'lerin avlanması sahnesi 12 Eylül'le başlatılan sürek avının neredeyse alegorik denebilecek bir okumasına dönüşebilir gibi geliyor bana.
Anlatıcının okuduğu kitap, Bilgeliğin Yedi Temel Direği (The Seven Pillars of Wisdom), Arabistanlı Lawrence (T. E. Lawrence) tarafından kaleme alınmış, Arapların Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı'ya karşı mücadelesini anlatan otobiyografik bir kitap. Gerçekle kurmacanın zaman zaman birbirine karıştığı bu kitabın öyküde adıyla sanıyla yer alması kayda değer diye düşünüyorum. (Kaynak)
""
Karşımda bir tribünde oturur gibi iskemlelere sıralanmış bizi seyreden köylüler. Göğüs ceplerinde Coca Cola'nın armağanı sıra sıra tükenmez kalemleriyle, kol saatleri ve kasketleriyle ses geçirmez, düşüncelerin işlemediği buzlu bir duvarın ardında gibiydiler.
Kahvede oturan köylülere yönelen bu bakışta kötücül bir yan, nefrete, bezginliğe benzer bir şeyler hissediyorum. Anlatıcının onları böyle tektipleştirmesi, hepsini üzerlerindeki (sahip oldukları) birbirinin aynı olan eşyalarıyla tanımlaması, eşyalaştırmasını okurken, anlatıcının, içinden "Allah hepinizin belasını versin," dediğini duyar gibi oluyorum. Hemen biraz sonra muhtara şöyle söylemiyor mu: "Yüzler yabancı gibi..." Bir nankörlüğün, ya da, ne bileyim, verilen onca emeğin boşa gitmesine duyulan öfke ya da üzüntünün dışa vuruluşu.
"Mühür"de de adı geçen Kocakafa'nın "saf" olduğunu, muhtarın üstündeki parkanın kendisine anlatıcı tarafından on yıl önce verildiğini, dolayısıyla anlatıcının köyle ilgisinin o kadar geriye gittiğini bu öyküde öğreniyoruz.
""
Birden başımın üstünden garip çığlıklarla hiç tanımadığım göçmen kuşlar geçti.
Bu ara zaman bir horozla üç dört tavuğun birden bağrışarak dama sıçramaları ile kesildi.
Sessiz ve büyük kuğular geçti önümüzden. Yabankazları, ördekler, toylar, sülünler, turnalar ve adlarını bilmediğimiz binlerce kuş, büyük kanatlarını açarak süzüldüler suların üzerinde.
Bunlar öykünün değişik noktalarında sahne değişimlerinde dikkat çekiyor. Bu dramatik sahne açılışlarında hep kuşların bir özne olarak boy göstermesi, uzun uzun karameke avının anlatıldığı bir öyküye yeni bir boyut katıyor bence. Tam üç kez tespit edebildiğim bu sahne değişimlerinin (kesilmelerin) bizi Enes'in yorumuna daha da yaklaştırdığı düşüncesindeyim.
Coca Cola, televizyon, Mobil, Shell, frisbee, reklam levhaları, minibüsler... Öyküde karşımıza çıkıp duran bu marka ve nesneler belki de anlatıcınnı daha öykünün en başında sözünü ettiği "çürüme"yle ilgili ipuçları veriyor bize.
""
Çeşmenin başında, eğilmiş, su içiyordum. Doğrulduğumda gülümseyerek bana baktığını gördüm. Bir şey söyleyecekti, vazgeçti. İnce bir çalımla topladı eteğini. Küçük, kalaylı bakracını doldurup gitti. Bir küçük yıldız ışığı. Uzun süre o ışığı yitirmemeye çalıştım.
Bu paragrafa dayanarak, bu öyküde anlatılan zamanın "Mühür"dekine göre daha önceki bir zaman olduğunu düşünüyorum. Barış da değinmiş, bu durum (öykülerin "aynı" karakterler üzerine kurulması) öykünün bütünlüğünden bir şey götürmüyor elbette. Öte yandan bu öyküleri birlikte düşünmenin bizi her iki öykünün ayrı ayrı dile getirdiklerinden başka yorumlara da ulaştırabileceğini seziyorum.
""
"Bizi çiğnemeseniz iyi edersiniz. Gerçi bizim yüzümüz topraktır amma çiğnemeseniz iyi olur."
Muhtarın bunları söylemesi açıkçası beni şaşırttı. Anlatıcının köyde istenmediği besbelli. Gelmesinin köyde nasıl bir olaylar zincirini başlatacağı, nasıl bir gerilim doğuracağı ve nasıl sonuçlanacağı pek belli değil. Muhtar bu konuda "politik" bir tutum benimsemiş görünüyor. Her ne kadar anlatıcının yanındaymış gibiyse de her şeyin olumlu olmayabileceğini sezdiriyor. Buna rağmen anlatıcının ayrılma kararına böyle sert sayılabilecek bir tepki veriyor. Bunu anlamakta biraz zorlanıyorum.
eren tarafından Şub 25th, 2010 günü 14:56 sularında gönderildi.
Öykünün siyasi bir dolulukla yazıldığına önceden değinmiştim. Bunun yanında , çevresindekilerin kayıtsızlığı darbe sonrası küskünlüğü de eklersek; yazarın içinde bulunduğu psikolojinin öyküye bu kadar yansımasını da anlıyoruz. Elli kuşağı öykücülerin bir özelliği de siyasi dönemlerin etkilerini; göze sokmadan, doğallıkla eserlerine aktarmaları...
"Coca Cola, televizyon, Mobil, Shell, frisbee, reklam levhaları, minibüsler... " konusunda ise eren'in değindiklerini düşünüyorum da... Darbe sonrası bireyi kuşatan havayı çoğunluğu köyde geçen bir öyküde bile bu kadar sezmemiz, yani tüketim kültürünün rahatsız ediliciliğini sezişimiz ise öykünün farklı bir katmanı. Çok işlenmese de üzerine düşünülmesi gereken bir ayrıntı.
öyküyü Mühür'le birlikte okumak muhtarı, çevreyi, karakterleri biraz daha yakından tanımaya yardımcı oluyor.
""
Muhtarın bunları söylemesi açıkçası beni şaşırttı. Anlatıcının köyde istenmediği besbelli. Gelmesinin köyde nasıl bir olaylar zincirini başlatacağı, nasıl bir gerilim doğuracağı ve nasıl sonuçlanacağı pek belli değil. Muhtar bu konuda "politik" bir tutum benimsemiş görünüyor. Her ne kadar anlatıcının yanındaymış gibiyse de her şeyin olumlu olmayabileceğini sezdiriyor. Buna rağmen anlatıcının ayrılma kararına böyle sert sayılabilecek bir tepki veriyor. Bunu anlamakta biraz zorlanıyorum.
Eren'in bu sözlerine yakın olarak ben de Muhtar'la yazarın ilişkisinde "zamanında yakın olan ama o bölgeyi kafa olarak da beden olarak da aşan, terk eden bir aydınla orada kalan eski arkadaşın ilişkisini seziyorum. Ama emin değilim
Cihan Başbuğ tarafından Şub 25th, 2010 günü 17:14 sularında gönderildi.
Sanki zamanın atına yüksek bir taşa basarak binerdik, şimdi o taşın yerinde derin bir kuyu.
Yazarın eski hevesinin ve inancının kalmayışının, bu idealizmin yerini kaçışın almasının burada çok güzel anlatıldığını düşünüyorum.
""
Önce hayvanı kandırısın. Tehlike yok sanır. Ay ışığında yem aramaya çıkar. Eşini arar.
""
Eti biraz serttir.Ama kolay avdır.
Ayrıca; karamekelerin, köylüler olduğunu düşündürdü buradaki benzetmeler bana. 80 darbesi sonrası çıkılan bu karameke avı, yazarın bu kadar içlenmesine sebep oluyor gibi hissettim.
piyasemen tarafından Şub 25th, 2010 günü 21:16 sularında gönderildi.
"Karamake" kitabında arka arkaya sıralanmış bu üç öyküyü (Karameke, Sığla Ağacı ve Mühür) olaylar zincirini takip edebilmek için birkaç kez okudum. Daha önce söylediğim gibi, bir olay zincirinden söz edilebilse de öykülerin dokusu (özellikle Mühür'ünki) birbirinden çok farklı.
Üç öykü de aslında bir "dönüş" öyküsü. Karakterlerin bir şekilde köye ve dolayısıyla geçmişlerine geri dönmesiyle ilişkileniyor.
Karameke öyküsü, bir zamanlar bu köyde öğretmenlik yapan anlatıcının, burası için yapıp etmeye çalıştıklarının yok olmasıyla yüzleşmesi ve bu yüzden Muhtar'la hesaplaşması üzerine kurulmuş. Anlatıcı burada Muhtar'ın üstündeki giysiye kadar köyle nasıl ilgilendiğini gösteriyor. Böylece ağa, muhtar ve köylü arasındaki denklemde hocanın eşitleyici bir rol oynamaya çalıştığını ancak zaman içinde bunun yok olduğunu anlıyoruz. Öyküde kullanılan markaların da bu yozlaşmanın, yani hocanın yaptığı şeylerin yıkılmasının simgesi olarak kullanıldığını düşünüyorum. Ağa gittikçe körleşirken eski inadını koruyor; muhtar duymamaya görmemeye çoktan alışmış, sadece olanın olduğu gibi kalmasını sağlıyor; köylüyü temsil ettiğini düşündüğüm "saf" Kocakafa ise farkında olmadan öykünün merkezinde yer alıyor.
Kocakafa'nın merkezi bir karakter olarak ortaya çıkmasını asıl olarak Sığla Ağacı öyküsünde hissediyoruz. İlk öyküden koru bekçisi olduğunu öğrendiğimiz Kocakafa, Sığla Ağacı'nda doğayla özdeşleşiyor sanki. Öykünün başlarında bu atmosfer öyle güçlü kurulmuş ki, çevresini hissedişiyle, sahiplenişiyle ve arzularıyla adeta bir dağ trolü gibi görünüyor Kocakafa. Bu öykünün geri dönen kahramanı ise "yıldız ışığı" olarak anılan kadının hapisteki kocası Dağköylü. Dağköylü'nün köye dönme nedeni karısını ayartıp İstanbul'a götüren sonra da ortada bırakan ağanın oğlundan intikam almak. Mühür'de kadının, hocaya anlattığı hikâye bu. Ancak Dağköylü Sığla Ağacı'nda muradına eremiyor. Çünkü Ağa'nın isteği ve Muhtar'ın yönlendirmesiyle Kocakafa Dağköylü'yü kendi baltasıyla öldürüyor (Dağköylü'nün de başının koparılması, önceki öyküyle güçlü bir bağ kuruyor). (Bu arada Sığla Ağacı'nın bu üç öykü arasında en dikkat çekici olanı olduğunu düşünüyorum.) Böylece Mühür'de oğlunun Muhtar'ı neden ihbar ettiğini de öğrenmiş oluyoruz. Büyük olasılıkla azmettirici olduğunu polise ya da Dağköylü'nün akrabalarına söylüyor.
Karameke'ye geri dönecek olursak, Muhtar'la beraber gidilen karameke avı sizin de belirttiğiniz gibi çok sembolik bir öğe gibi duruyor. Ancak ben de piyasemen gibi, bu sembolün köylüye daha çok oturduğunu düşünüyorum. Dönemin ruhunu ele vermesine karşın anlatıcının derdi genel bir çıkarımdan çok, köylünün içinden geçtiği dönüşüm ya da dönüşememe süreci gibi geldi bana.
Bu arada, Kutlar bütün öykülerinde döngüsel anlatımı kullanıyor. Öykünün sonunda çemberi başa bağlayarak öyküyü yeni bir okuma katmanından yeniden gözden geçirmemizi sağlıyor. Hatırlayacağımız gibi bunu Mühür'de de yapmıştı. Aynı zamanda Sığla Ağacın'da da bu yöntem izleniyor.
Barış Acar tarafından Şub 26th, 2010 günü 13:50 sularında gönderildi.
Görsel: Kaynak (Aramalarıma karşın fotoğrafçının adına ulaşamadım. Ulaşınca eklemeye çalışacağım.)
Fotoğraf için teşekkürler. Bir ara ben de aramayı düşünmüş ama sonra "ördek benzeri bir kuş" ayrıntısı verildiği için vazgeçmiştim. Fotoğrafçı, vodo nickli Selim Tumir olmalı.
eren tarafından Şub 27th, 2010 günü 13:57 sularında gönderildi.
Onat Kutlar'ın belki bütün öyküleri için de izi sürülebilir; ama özellikle bu üç öykünün dilsel olarak daha çok çaba istediği düşüncesindeyim. Şöyle ki; genellikle gündelik hayatta ya da edebiyat yapıtlarında birbirini izleyen cümleler bir bağ ile birbirlerine bağlanırlar. Kötü örneklerinde bu "dolayısıyla", "çünkü", "bunun yanında" gibi geçiş ifadeleriyle sağlanırken, iyi örneklerinde anlamsal bir çağrışımla bir önceki cümledeki fikir geliştirilip yeni bir yöne sokularak yapılır.
Oysa Kutlar, bu konuda hiç tavizkâr değil; doğrudan sözünü söylüyor. İki cümle bağlaçlarla bağlanmadığı gibi, çoğu zaman anlamsal olarak da birbirini izlemiyor. Bu iki cümle arasını okurun doldurmasını bekliyor Kutlar. İyi de yapıyor.
Barış Acar tarafından Şub 27th, 2010 günü 18:16 sularında gönderildi.
Oysa Kutlar, bu konuda hiç tavizkâr değil; doğrudan sözünü söylüyor. İki cümle bağlaçlarla bağlanmadığı gibi, çoğu zaman anlamsal olarak da birbirini izlemiyor. Bu iki cümle arasını okurun doldurmasını bekliyor Kutlar. İyi de yapıyor.
Barış'ın dil konusunda anlatmak istediğine bu da giriyor mu tam kavrayamadım; ama sanırım giriyor. Bahsedilen duruma örnek oluşturduğunu düşündüğüm iki örnek:
""
"Bilgeliğin Yedi Temel Direği. Bomboş..."
Ve
""
"Karşımda bir tribünde oturur gibi iskemlelere sıralanmış bizi seyreden köylüler.Göğüs ceplerinde Coca Cola'nın armağanı sıra sıra tükenmez kalemleriyle, kol saatleri ve kasketleriyle ses geçirmez, düşüncelerin işlemediği buzlu bir cam duvarın ardında gibiydiler. ' Av sevmem bilirsin Muhtar'dedim,"
Her iki alıntıda da ilk cümlelerin ardından gelen cümledeki ilk sözcük önceki cümleyi de düşündürüyor.
Nurten Öztürk tarafından Mar 1st, 2010 günü 23:12 sularında gönderildi.
“Bizi çiğnemeseniz iyi edersiniz. Gerçi bizim yüzümüz topraktır amma çiğnemeseniz iyi olur.” kısmı burada şöyle yorumlanmış:
Alıntı:
(...)
Muhtarın “Bizi çiğnemeseniz iyi edersiniz. Gerçi bizim yüzümüz topraktır amma çiğnemeseniz iyi olur.” demesini, -karamekeyle simgelenen Hoca ve çevresinin- köylüyü dayanak, destekçi olarak görmemesi yönünde dostça bir uyarı, öğüt olarak algılıyorum.
Toprağın (sağlam ve durağan köylünün), karamekelerin (aydın, sol kesimin) en çok güvendiği, yaslandığı, destek aldığı ve koruduğu zeminin çamura dönüşmesiyle, ölümü, mağlubiyeti, sisi ve karanlığı getirmesinin, av ve avcı ilişkisi bağlamında oldukça kapalı, simgesel anlatımıdır diyebilirim.
(...)
Nereus tarafından Şub 13th, 2011 günü 1:59 sularında gönderildi.
Re: Karameke
Öyküyle ilgili kafamda uçuşan onlarca şey var. Yazarın en anlaşılır bulduğum, anlamlandırmakta zorlanmadığım ve en beğendiğim öyküsü Karameke. Üst tarafta yer alan "karameke avı" hikayesi gerisinde yazarın, ülkesi için kafa yormuş, idealist bir aydın olarak içinde bulunduğu bunalım, insanlardan kaçma isteği ilgimi çekiyor.
Yazarın içinde bulunduğu mücadelenin getirdiği yorgunluk ya da kısa süreli bir geri çekiliş, gözden uzaklaşma süresidir köydeki kısa yaşamı. Onlarca yıl önce de orada olduğu, ama araya hayli zaman girdiğini anlıyoruz.
Karşısındaki insanların her şeyi kabul edişlerine, zaafsız ama erdemsiz de yaşayışlarına olan kederi büyük. Bunu köylüyle, muhtarla olan konuşmalarından da anlıyoruz. Daha doğrusu seziyoruz.
Yazar kafa dağıtmak için(bunu ava pek de alışık olmadığından çıkarttım ki kişisel bir düşünce) yaptığı av sırasında zaman zaman yaşamına dönüyor. Bu geriye dönüşler, öykünün bazı bölümlerinde abartıya kaçmadan kullanılmış.
Bunu yanında öyküdeki anlatımın, benzetmelerin de ayrıca üzerinde durulması gerekiyor. Yazarın içinde bulunduğu "karanlık" ruh hali öyküye başarıyla aktarılmış. Yaptığı her hareketi "avuntu" için yaptığı, aslında içini kemiren karanlığın öykünün genelini kapladığını görüyoruz.
Re: Karameke
"Karameke"yle "Mühür"ü birlikte okumak iyi olacaktı. Keşke o kronoloji hatasını yapmamış olsaydım da en azından arka arkaya okuyabilseydik. Karakterler arasında bir süreklilik olduğunu kolayca ayırt edebiliyoruz bu iki öykü arasında. Üstelik "Karameke" (forumda ilan ettiğimiz kronolojiye göre) "Mühür"den daha önce.
Re: Karameke
Vallahi daha önce mi, orası biraz karışık. Keza "Mühür" ilk kez yazarın ölümünden çok sonra, 2009 yılında yayımlanmış. Ancak birbiriyle karakterler üzerinden ilişkili görünen bu üç öykünün (Karameke, Sığla Ağacı, Mühür) ilk ikisi 83 ve 84 yıllarında yayımlanmış. Mühür'ün de bu sıralar yazıldığını öne sürmek çok yanlış olmaz kanımca.
Öte yandan bu üç öykü birbiriyle karekterler, olaylar ve atmosfer bakımından benzeşmesine karşın çok da birbirinin devamı sayılmaz. En azından ben öyle hissettim. Kendi başlarına da gayet derli toplu anlatılar.
Re: Karameke
Aşırı yorum yapayım ben de bir tane.
Öykünün 1983'te yayınlandığını göz önünde bulundurarak, yukarda bahsettiği darbe gerçek anlamdaki 1980 darbesi olabilir mi? İkinci defa okuğumda farkına vardım. Öyküyü vaktim olunca bir de o gözle okumak istiyorum...
Re: Karameke
Havanın durumuyla anlatıcının ruh hali arasındaki bağlantılar ilgi çekici. Öykünün sonlarına doğru önce "Dağın tepesi kırmızıydı" sonra da "Güneş bu kez, Kasım Ağa'nın atının öbür yanından doğdu. Soluk bir aydınlık, eski bir sofra örtüsü gibi yayıldı masanın üstüne" denilerek bu doğa durumuyla anlatıcının ruh hali arasındaki bağ sürdürülüyor. Bu noktadan biraz uzaklaşarak Enes'in "aşırı-yorumu"nun yabana atılmaması gerektiğini söylemeliyim. Karameke'lerin avlanması sahnesi 12 Eylül'le başlatılan sürek avının neredeyse alegorik denebilecek bir okumasına dönüşebilir gibi geliyor bana.
Anlatıcının okuduğu kitap, Bilgeliğin Yedi Temel Direği (The Seven Pillars of Wisdom), Arabistanlı Lawrence (T. E. Lawrence) tarafından kaleme alınmış, Arapların Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı'ya karşı mücadelesini anlatan otobiyografik bir kitap. Gerçekle kurmacanın zaman zaman birbirine karıştığı bu kitabın öyküde adıyla sanıyla yer alması kayda değer diye düşünüyorum. (Kaynak)
Kahvede oturan köylülere yönelen bu bakışta kötücül bir yan, nefrete, bezginliğe benzer bir şeyler hissediyorum. Anlatıcının onları böyle tektipleştirmesi, hepsini üzerlerindeki (sahip oldukları) birbirinin aynı olan eşyalarıyla tanımlaması, eşyalaştırmasını okurken, anlatıcının, içinden "Allah hepinizin belasını versin," dediğini duyar gibi oluyorum. Hemen biraz sonra muhtara şöyle söylemiyor mu: "Yüzler yabancı gibi..." Bir nankörlüğün, ya da, ne bileyim, verilen onca emeğin boşa gitmesine duyulan öfke ya da üzüntünün dışa vuruluşu.
"Mühür"de de adı geçen Kocakafa'nın "saf" olduğunu, muhtarın üstündeki parkanın kendisine anlatıcı tarafından on yıl önce verildiğini, dolayısıyla anlatıcının köyle ilgisinin o kadar geriye gittiğini bu öyküde öğreniyoruz.
Bunlar öykünün değişik noktalarında sahne değişimlerinde dikkat çekiyor. Bu dramatik sahne açılışlarında hep kuşların bir özne olarak boy göstermesi, uzun uzun karameke avının anlatıldığı bir öyküye yeni bir boyut katıyor bence. Tam üç kez tespit edebildiğim bu sahne değişimlerinin (kesilmelerin) bizi Enes'in yorumuna daha da yaklaştırdığı düşüncesindeyim.
Coca Cola, televizyon, Mobil, Shell, frisbee, reklam levhaları, minibüsler... Öyküde karşımıza çıkıp duran bu marka ve nesneler belki de anlatıcınnı daha öykünün en başında sözünü ettiği "çürüme"yle ilgili ipuçları veriyor bize.
Bu paragrafa dayanarak, bu öyküde anlatılan zamanın "Mühür"dekine göre daha önceki bir zaman olduğunu düşünüyorum. Barış da değinmiş, bu durum (öykülerin "aynı" karakterler üzerine kurulması) öykünün bütünlüğünden bir şey götürmüyor elbette. Öte yandan bu öyküleri birlikte düşünmenin bizi her iki öykünün ayrı ayrı dile getirdiklerinden başka yorumlara da ulaştırabileceğini seziyorum.
Muhtarın bunları söylemesi açıkçası beni şaşırttı. Anlatıcının köyde istenmediği besbelli. Gelmesinin köyde nasıl bir olaylar zincirini başlatacağı, nasıl bir gerilim doğuracağı ve nasıl sonuçlanacağı pek belli değil. Muhtar bu konuda "politik" bir tutum benimsemiş görünüyor. Her ne kadar anlatıcının yanındaymış gibiyse de her şeyin olumlu olmayabileceğini sezdiriyor. Buna rağmen anlatıcının ayrılma kararına böyle sert sayılabilecek bir tepki veriyor. Bunu anlamakta biraz zorlanıyorum.
Re: Karameke
Öykünün siyasi bir dolulukla yazıldığına önceden değinmiştim. Bunun yanında , çevresindekilerin kayıtsızlığı darbe sonrası küskünlüğü de eklersek; yazarın içinde bulunduğu psikolojinin öyküye bu kadar yansımasını da anlıyoruz. Elli kuşağı öykücülerin bir özelliği de siyasi dönemlerin etkilerini; göze sokmadan, doğallıkla eserlerine aktarmaları...
"Coca Cola, televizyon, Mobil, Shell, frisbee, reklam levhaları, minibüsler... " konusunda ise eren'in değindiklerini düşünüyorum da... Darbe sonrası bireyi kuşatan havayı çoğunluğu köyde geçen bir öyküde bile bu kadar sezmemiz, yani tüketim kültürünün rahatsız ediliciliğini sezişimiz ise öykünün farklı bir katmanı. Çok işlenmese de üzerine düşünülmesi gereken bir ayrıntı.
öyküyü Mühür'le birlikte okumak muhtarı, çevreyi, karakterleri biraz daha yakından tanımaya yardımcı oluyor.
Eren'in bu sözlerine yakın olarak ben de Muhtar'la yazarın ilişkisinde "zamanında yakın olan ama o bölgeyi kafa olarak da beden olarak da aşan, terk eden bir aydınla orada kalan eski arkadaşın ilişkisini seziyorum. Ama emin değilim
Re: Karameke
Yazarın eski hevesinin ve inancının kalmayışının, bu idealizmin yerini kaçışın almasının burada çok güzel anlatıldığını düşünüyorum.
Ayrıca; karamekelerin, köylüler olduğunu düşündürdü buradaki benzetmeler bana. 80 darbesi sonrası çıkılan bu karameke avı, yazarın bu kadar içlenmesine sebep oluyor gibi hissettim.
Re: Karameke
"Karamake" kitabında arka arkaya sıralanmış bu üç öyküyü (Karameke, Sığla Ağacı ve Mühür) olaylar zincirini takip edebilmek için birkaç kez okudum. Daha önce söylediğim gibi, bir olay zincirinden söz edilebilse de öykülerin dokusu (özellikle Mühür'ünki) birbirinden çok farklı.
Üç öykü de aslında bir "dönüş" öyküsü. Karakterlerin bir şekilde köye ve dolayısıyla geçmişlerine geri dönmesiyle ilişkileniyor.
Karameke öyküsü, bir zamanlar bu köyde öğretmenlik yapan anlatıcının, burası için yapıp etmeye çalıştıklarının yok olmasıyla yüzleşmesi ve bu yüzden Muhtar'la hesaplaşması üzerine kurulmuş. Anlatıcı burada Muhtar'ın üstündeki giysiye kadar köyle nasıl ilgilendiğini gösteriyor. Böylece ağa, muhtar ve köylü arasındaki denklemde hocanın eşitleyici bir rol oynamaya çalıştığını ancak zaman içinde bunun yok olduğunu anlıyoruz. Öyküde kullanılan markaların da bu yozlaşmanın, yani hocanın yaptığı şeylerin yıkılmasının simgesi olarak kullanıldığını düşünüyorum. Ağa gittikçe körleşirken eski inadını koruyor; muhtar duymamaya görmemeye çoktan alışmış, sadece olanın olduğu gibi kalmasını sağlıyor; köylüyü temsil ettiğini düşündüğüm "saf" Kocakafa ise farkında olmadan öykünün merkezinde yer alıyor.
Kocakafa'nın merkezi bir karakter olarak ortaya çıkmasını asıl olarak Sığla Ağacı öyküsünde hissediyoruz. İlk öyküden koru bekçisi olduğunu öğrendiğimiz Kocakafa, Sığla Ağacı'nda doğayla özdeşleşiyor sanki. Öykünün başlarında bu atmosfer öyle güçlü kurulmuş ki, çevresini hissedişiyle, sahiplenişiyle ve arzularıyla adeta bir dağ trolü gibi görünüyor Kocakafa. Bu öykünün geri dönen kahramanı ise "yıldız ışığı" olarak anılan kadının hapisteki kocası Dağköylü. Dağköylü'nün köye dönme nedeni karısını ayartıp İstanbul'a götüren sonra da ortada bırakan ağanın oğlundan intikam almak. Mühür'de kadının, hocaya anlattığı hikâye bu. Ancak Dağköylü Sığla Ağacı'nda muradına eremiyor. Çünkü Ağa'nın isteği ve Muhtar'ın yönlendirmesiyle Kocakafa Dağköylü'yü kendi baltasıyla öldürüyor (Dağköylü'nün de başının koparılması, önceki öyküyle güçlü bir bağ kuruyor). (Bu arada Sığla Ağacı'nın bu üç öykü arasında en dikkat çekici olanı olduğunu düşünüyorum.) Böylece Mühür'de oğlunun Muhtar'ı neden ihbar ettiğini de öğrenmiş oluyoruz. Büyük olasılıkla azmettirici olduğunu polise ya da Dağköylü'nün akrabalarına söylüyor.
Karameke'ye geri dönecek olursak, Muhtar'la beraber gidilen karameke avı sizin de belirttiğiniz gibi çok sembolik bir öğe gibi duruyor. Ancak ben de piyasemen gibi, bu sembolün köylüye daha çok oturduğunu düşünüyorum. Dönemin ruhunu ele vermesine karşın anlatıcının derdi genel bir çıkarımdan çok, köylünün içinden geçtiği dönüşüm ya da dönüşememe süreci gibi geldi bana.
Bu arada, Kutlar bütün öykülerinde döngüsel anlatımı kullanıyor. Öykünün sonunda çemberi başa bağlayarak öyküyü yeni bir okuma katmanından yeniden gözden geçirmemizi sağlıyor. Hatırlayacağımız gibi bunu Mühür'de de yapmıştı. Aynı zamanda Sığla Ağacın'da da bu yöntem izleniyor.
Re: Karameke
Fotoğraf: Vodo (Selim Tumir) Kaynak
Re: Karameke
Fotoğraf için teşekkürler. Bir ara ben de aramayı düşünmüş ama sonra "ördek benzeri bir kuş" ayrıntısı verildiği için vazgeçmiştim. Fotoğrafçı, vodo nickli Selim Tumir olmalı.
Re: Karameke
Ben de, şu güzel fotoğrafile Karameke çamurda nasıl toplanırmış anlamaya çalıştım.
Re: Karameke
Onat Kutlar'ın belki bütün öyküleri için de izi sürülebilir; ama özellikle bu üç öykünün dilsel olarak daha çok çaba istediği düşüncesindeyim. Şöyle ki; genellikle gündelik hayatta ya da edebiyat yapıtlarında birbirini izleyen cümleler bir bağ ile birbirlerine bağlanırlar. Kötü örneklerinde bu "dolayısıyla", "çünkü", "bunun yanında" gibi geçiş ifadeleriyle sağlanırken, iyi örneklerinde anlamsal bir çağrışımla bir önceki cümledeki fikir geliştirilip yeni bir yöne sokularak yapılır.
Oysa Kutlar, bu konuda hiç tavizkâr değil; doğrudan sözünü söylüyor. İki cümle bağlaçlarla bağlanmadığı gibi, çoğu zaman anlamsal olarak da birbirini izlemiyor. Bu iki cümle arasını okurun doldurmasını bekliyor Kutlar. İyi de yapıyor.
Re: Karameke
Barış'ın dil konusunda anlatmak istediğine bu da giriyor mu tam kavrayamadım; ama sanırım giriyor. Bahsedilen duruma örnek oluşturduğunu düşündüğüm iki örnek:
Re: Karameke
“Bizi çiğnemeseniz iyi edersiniz. Gerçi bizim yüzümüz topraktır amma çiğnemeseniz iyi olur.” kısmı burada şöyle yorumlanmış:
Alıntı:
(...)
Muhtarın “Bizi çiğnemeseniz iyi edersiniz. Gerçi bizim yüzümüz topraktır amma çiğnemeseniz iyi olur.” demesini, -karamekeyle simgelenen Hoca ve çevresinin- köylüyü dayanak, destekçi olarak görmemesi yönünde dostça bir uyarı, öğüt olarak algılıyorum.
Toprağın (sağlam ve durağan köylünün), karamekelerin (aydın, sol kesimin) en çok güvendiği, yaslandığı, destek aldığı ve koruduğu zeminin çamura dönüşmesiyle, ölümü, mağlubiyeti, sisi ve karanlığı getirmesinin, av ve avcı ilişkisi bağlamında oldukça kapalı, simgesel anlatımıdır diyebilirim.
(...)