UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Kapan - Bir Düş

14 Eki 2012
turgut

Eteklerini sert rüzgârların dövdüğü, dört tarafı dallarını göğe uzatmış çıplak ağaçlarla kaplı kuş uçmaz kervan geçmez bir tepede, dar bir çukura sıkışmıştı; bekliyordu.

Bir mezarcının peşine düşüp gelmişti buralara. Bir akşam vakti, o kimsenin ulaşamadığı, gidenlerinse bir türlü geri dönemediği bu tepenin sırtına varmak için çıktığı yolculuğu sırasında, kurumuş ağaçların arasında ilerlerken yaşlı bir ihtiyar ve onun eşyalarını taşıyan, genç ama çelimsiz bir delikanlıyla karşılaşmıştı.

“Ne tarafa?” diye sormuştu ihtiyar, “Yukarı.” diye cevaplamıştı. Mezarcı, bu sözün üzerine ağzından salyalar saça saça gülmüş; hatta yüzü sapsarı olan delikanlı dahi hafifçe tebessüm etmişti. (Gencin bakışlarına dikkat kesilmişti o ara, bir gözü seğiriyor gibiydi; sırtındaki poşetten tomar tomar sayfaları görünüyordu.) “Benimle gel.” demişti mezarcı. “Buralarda tek başına kaybolursun. Ben de oraya gidiyorum.” Ardından gencin sırtındaki poşeti alıp içindeki kağıtları delikanlının eline tutuşturarak kulağına birkaç şey fısıldamış ve onu öylece bırakarak adamla birlikte yürümeye başlamıştı. Genç, arkalarından aval aval bakıp durmuştu uzun bir süre.

Günler geçip de yolculukları sona yaklaştığı zaman, mezarcı, bir noktayı işaret ederek “Burası işte.” demişti. “Şu gördüğün tepe. Yansıyan ışığı seçebiliyor musun?” Adam, eliyle gözlerini siper edip bakmıştı ışığa; çok parlaktı, büyülenmiş gibi kalakalmıştı karşısında. Mezarcı, tıpkı onu ilk gördüğü gün olduğu gibi gülmüş ve hırıltılı bir sesle “Ama senin yolun, burada bitiyor.” demiş; kaçmaya fırsat bulamadan mezarcının dev küreğini kaburgalarında hissetmişti adam, gözlerini açtığında kendisini bu karanlık çukurda bulmuştu.

Mezarcı, gitmeden evvel boynuna ve bacaklarına birer pranga bağlamış olmalıydı. Ne yapacağını bilemeden bırakmıştı onu. Susuzdu, açtı; dağın ötesinden gelen o parlaklıkla bulanan gözleri yanıyor, kimi zamansa hepten görmez oluyordu. Buraya düştü düşeli ne kadar zaman geçtiğini unutmuş; prangalara bağlı bitkin vücudu güneş görmediğinden sararmış, bu karanlıkta kaldığı bunca zamanda kısalmış, zayıflamıştı.

Bir süre sonra mezarcı çıkageldi ve “Artık gözlerini de kapatmanın vakti geldi.” diye seslendi ona. Direnmedi adam. Çevresindeki nemli toprağın içinden çıkan (belki de yanına kadar sokulan mezarcının elleriydi bunlar) gözlerini siyah bir örtüyle bağladılar, toprak bir tastan pis bir su içirdiler ona. “Tamam.” dedi mezarcı, “İşte oldu.” Tek kelime bile konuşmayan adamı oracıkta bırakıp çekti, gitti. Ayak seslerinin arasından yere sürtünen küreğin sesi duyuluyordu.

***

Rüzgârın olağanca kuvvetiyle esmeye devam ettiği bir vakitte, çukurun derinliğinde sırtını toprağa yaslamış oturan adam, çakıl taşlarının üstünde seken bazı ayak sesleri işitip sessizce doğruldu ama dilini oynatamadı bir türlü. Çatlamış dudaklarını bir açıp bir kapattı, ılık bir sıvı döküldü dudağına. Bir öksürük duydu ve peşisıra bir kadının “Sen kimsin?” diyen sesini.

Kadının bir şeyler daha söylemesini bekliyordu. “Neden oradasın?” diye sürdürdü kadın konuşmasını. “Neden dışarı çıkmıyorsun?” Adam, “Nasıl çıkabilirim ki?” diye cevap verdi. “Her yanımı prangalarla bağladılar. Giysilerimi aralarında paylaştılar.” Kadın “Ne prangası?” diye sordu. “Pranga filan yok.” Bir an duraladı adam. Kadının ne demek istediğini kavrayamadan bekledi bir süre. “Görmek isterdim.” diyebildi çok sonra. “Ama gözlerim bağlı.” Aralarına bir sessizlik girdi. Ansızın “Delirmiş olmalısın.” diye bağırdı kadın. “Ama belki, bir şekilde, seni oradan çıkarabilirim.” Sesi kısılıyordu. “Olur.” dedi adam fısıltıyla. “Ama şimdi ayrılmam gerek.” diye bağırdı kadın, “Geleceğim, söz!” Kadının süratli adımları uğultuya karıştı, bir sürenin ardından tamamen yok oldu.

***

Ansızın kadının çığlığını işitti. Haykırışlar, zincir şakırtıları dört yanını sardı çukurun. Yakılan ateşin kokusu burnuna çarptı, eridi, yok oldu ve adam, uzun zaman sonra, bu kargaşanın içinden fırlayan mezarcının soluk soluğa titreşen sesini duydu: “Ben geldim ve sen, delirdin!” Adam hiddetlendi ama cevap vermedi. Öfkeyle kollarını çekiştiriyor, prangalar sertçe tenini kesiyordu ancak bir türlü sesini çıkartamıyordu. Mezarcı, hırıltılı bir sesle tekrar güldü (bir başkası daha vardı yanında, duyabiliyordu) ve fısıldadı: “Ama senin yolun, burada bitiyor.”

Sessizlik kapladı dört yanı. Birden topraktan çıkan kara eller, sıkıca tuttular adamı, bağladılar. Başını kaldırdı. Gözlerini açacaktı ama o kara örtünün baskısını duyumsuyordu. Üstüne toprak yağmaya başladı ansızın; atılan her toprak parçası düşüyor, canını acıtıyordu. Dışarıdan, kadının “Şimdi ne olacak?” diyen kısık, ürkek sesini işitti.

O an, gülmeye başladı. Salyalara boğulurcasına gülüyordu. Ağzına düşen toprakları tükürmüyordu. Nasılsa bitecekti. Rahatladığını hissetti ve tam o esnada, gözleri aralandı. Bir kadın suratı vardı karşısında, sesizce, ürkek bakıyordu. Yeniden ama bu kez sessizce güldü. Kendisini üzerine yağan toprağın yumuşaklığına bırakırken derin bir nefes aldı.

Kategori:

Re: Kapan - Bir Düş

Rendekar’ın iki metni de(Yankılar-Kapan: Bir Düş) bir rüya, daha doğrusu bir karabasan etkisi uyandırdı bende. İki metinde de ortak bir duygu-tema hissettim; kaçıszızlık, insanın elinin ayağının bağlı olduğu durum(lar).

Kapan-Bir Düş zaten bunu adıyla belirtiyor. Burada düşünülmesi gereken şu belki de; düşler, özellikle kötü düşler çok etkileyici olabiliyor. Bunların ise edebi bir niteliğe-şekle dönütürülmeleri bambaşka bir şey. Bu konuda aklıma gelen kitaplar; Marguerite Yourcenar’ın Rüya ve Kader’i, Adorno’nun Rüya Kayıtları ve Adalet Ağaoğlu’nun Gece Hayatım’ı.

Dün bir rastlantıyla, bir raydo programında, Adorno’nun Rüya Kayıtları’ndan söz ediliyor ve kitaptan alıntılar yapılıyordu. Adorno’nun rüyaları çok bambaşka.(Gerçi herkesin bir parça öyle) Bu programı dinlerken, edebiyatta ve sanatta çok farklı çizgilere gelmiş sanatçıların sıradan insanlardan farklı-düzey ve bilinç olarak- rüyalar gürüp görmediklerini merak ettim.

Radyo Programının ses kaydı

http://archive.org/download/KF27Eylul2012/KF20120927.mp3

Konudan uzaklaştım. Metne döneyim.

Fantastik bir romanın bir parçasını okuyormuşum izlenimine kapıldım okumalarım boyunca. Özellikle çukurda olup bitenlerse bir karabasan etkisini bir parça hissettirdi. Hissettirdi diyorum çünkü benzeri şeyleri sinemada bir filmde, bir Lovecraftta, Edgar Alan Poe’de gördük, yaşadık. Bu türde yazılmış o kadar uç-şaşırtıcı şeyler var ve olacak ki...

Anlatımın bütününde bir akıcılık ve belirginlik var. Küçük anlatım bozuklukları (kendimce tabi ki) fark ettim.

Örnekleyecek olursam;

""
“Bir mezarcının peşine düşüp gelmişti buralara.”

Cümlesi ikinci paragraftan alındı. Yaşlı adamın “Mezarcı” olduğunu belirtiyor. Metnin bütününde buna nasıl karar verdiği ile ilgili bir şey bulamadım. Belki adamı çukura atması, prangalara vurması ona bu adın verilmesini gerektirebilir. Ama en azından daha başlarda “Mezarcı” değil de sadece “yaşlı bir adam” olması geremez mi?

""
sırtındaki poşetten tomar tomar sayfaları görünüyordu.

Cümledeki poşet kelimesi metnin zamanının, fantastik kurgu olarak düşündüğümde, günümüzde geçtiğini düşündürttü bana.
Bunun yanında cümledeki “sayfaları” sanırım “sayfalar” olacak. Kaldı ki sayfalar da aşağıdaki cümledeki gibi düşünülemez mi acaba? (bu bir öneri tabi ki)

sırtındaki torbada tomar tomar kağıtlar görünüyordu.

“Şu gördüğün tepe. Yansıyan ışığı seçebiliyor musun?”

Burada “Yansıyan” sözcüğü tam anlam karşılığı değil gibi. Çünkü ışığın parlak bir yüzey üzerinde yansımasını anlatıyor, halbuki burada uzaktaki bir tepeden ihtiyara ve adama kadar ulaşan parlak bir ışıktan söz ediliyor sanırım.

""
Çevresindeki nemli toprağın içinden çıkan (belki de yanına kadar sokulan mezarcının elleriydi bunlar) gözlerini siyah bir örtüyle bağladılar

Parantez içindeki yazılanlar okunmadan cümlenin bir bütünlük içinde olması gerekiyor sanırım. Parantezi okumayınca anlam sanki eksik gibi.

Rendekar’ın anlatımına sağlık. Farklı bir atmosferi sözcüklerinin içerisine katabilmiş.