UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



İsmail

11 Mar 2013
Mehmet Sürücü

kimsecik
Koca taşları döven, mendireği aşıp, limana zerrelere ayrılarak savrulan, teknelere halat kopartan dalgalar öğlene doğru duruluyor. Hava açıyor. Rıhtıma vuran sabah güneşiyle yerden ince bir buhar yükseliyor.

Öğlene kadar kimse görünmüyor ortalıkta. Sadece İsmail makine dairesine birkaç kez girip çıkıyor. Vincin, ırgatın, pompanın aralarında geziniyor. Tamburaları makaraları, dinamoları kontrol ediyor. Mutfaktan aşçının tıkırtıları geliyor. Bir iki kez yanına uğruyorum. Islattığı kuru fasulyenin kurtarabildiği kadarı büyük tencerede kaynıyor. Kokusunu duyunca acıktığımı fark ediyorum. Kimseciklerin olmadığını söylüyorum, bir şey söylemiş olmak için. Fazla sürmez, kurunun kokusu hele biraz daha yayılsın ortalığa, duyan yatamaz, kalkar gelir, diyor.

****

motor, pompa, vinç, ismail
İsmail teknenin makinisti. Bakmayın öyle sözcüğün çok alengirli durduğuna. Ne bir yerde motorlar, elektrik sistemleri, pompalar, vinçler, makaralar, türlü türlü kaynak yapmayla ilgili bir kurs görmüşlüğü ne de okuluna gitmişliği var. Çalışan makinelere, dönen dişlilere, çevrilince bir hareket zincirini başlatan kollara, dönen kasnaklara, bilyelere, tamburalara sarılan çelik halatlara meraklı sadece. Çocuklukta oynayamadığı, eksik bir oyun gibi görmüştür belki hepsini. İnsan garip canlı. Neyi seveceği, neye ilgi duyacağı kestirilemiyor. O da, ilk kez daha çocukluktan çıkamamışken, balık kokulu, denizin ortasında, dalgalarda beşik gibi sallanan bir teknede, deniz tutmuş, günlerce kusmuş, kaderine küfür etmiştir. Kurşun çekmeyi, ağ aktarmayı, mantar istiflemeyi sevmemiş, paslı vincin makarasına dolanan çelik halata bakmak ona nedensiz bir şekilde huzur vermiştir belki de. Kimbilir.

Öyküsünü parça parça, birkaç tayfadan dinliyorum. Küçükten daha, yokluktan, yaşam derdine, geçim derdine bir gırgıra sezonluk tayfa olmuş, tarla yok, tapan yok, at yok, inek yok. O, pek konuşmayı sevmiyor. Başka sevmediği şeyler de var. Ama çok çok sevdiği bir şey var ki… Onu da sırası gelince...

Öğlene doğru kamara doluyor. Kenarları kararmış demlik elden ele geziyor. Şiş gözler, demli çayın yudum yudum acılığıyla mılım milim aralanıyor. Pek konuşmuyor kimse. Masanın üzerine geçmiş günlerden gazeteler serilmiş. Birinin köşesinden bir kadın, diğerinin bir futbolcu bacağı ilişiyor bakanın gözüne. Soyulmuş soğanlar, çatallar, ekmek dilimleri eşit aralıklarla dizilmiş. Kuru fasulyenin işgalci kokusu sarmış her yanı. Herkeste hissettirmemeye çalıştığı gizli bir acele, bir an önce önüne bir tabak konsun, kaşığı daldırayım istiyor kuruya. İsmail yok ortalarda. Nerede kim bilir?

Biraz sonra giriyor kamaraya. Gören bir iki şakacı takılıyor İsmail’e. Neredesin be? Isıtamadık bir türlü kamarayı. Gel bi tabak kuru da sen ye. Belki sen ısıtırsın bir iki cartada. Elinde iki kangal misina, kurşunlar, oltalar var. Görünce şaşırıyorum. Cavit’e göz kırpıp, “Ne iş?” der gibi bakıyorum. Hasta işte! Ne yapsın garip, diyor.

****

derin
Yemekten sonra kafa uyuşturanlar ekibini yapıp dağıldı. Kimi rıhtımın dibindeki kahveye, okeye, kimi fazla aralarına girmeden, ona buna göz iliştirmeden sokak aralarına dolaşmaya, kimi kamaraya yeniden yatmaya gitti. Tekneden ayrılanların nereye giderse gitsin, bir kulağı her daim bir sürüsü içinden tanıdıkları toplan borusunda. Bazı zamanlar reisin ani bir duyum alıp, beş, on dakika içerisinde boruyu öttürüp, palamar çözüp limana kıç dönüverdiği oluyor. Kahvede okey, meyhanede şişe başındaki yetişti yetişti, yetişemedi, karadan tekne arar liman liman. Tayfanın ağzına sakız olmak, alay edilmek de cabası.

Yemeğin ardından İsmail oturdu artıkların temizlendiği masaya. Bir gazete serdi. Misinaları, boy boy oltaları, kurşunları, fırdöndüleri gazeteye dizdi. Cebinden küçük bir çakı çıkardı. Usulca açtı, onu da oltaların yanına koydu. Sonra meditasyon yapan bir Tibet rahibi yavaşlığı ve sessizliğiyle oltaları misinalara bağladı, kurşun taktı, misinaları kasnaklara doladı. Ne kadar sürdü bilmiyorum. Ben birkaç kez çıktım, rıhtımda dolaştım, kahveye uğrayıp çay içtim, kamaramda okudum, yanına uğradığımda o hala aynı derin uğraşısındaydı.

Son derin bir soluk verdi. Geriye yaslandı. Tüm yüzüne yedirdiği bir gülümsemeyle; Tamam, bitti, dedi. Toparladı olta takımlarını. Kamaradan çıktı.

****

misina, yem
Akşama doğru gidenler, yatanlar kamaraya doluştu. Her kafadan bir ses, içeride göz gözü görmüyor. Kızaran kolyoz, sigara, meyhaneye uğrayanların bira şarap kokuları karışıp yayılmış ortalığa.

Dışarı, hava almaya çıkıyorum. İsmail başüstünde. Yanına yaklaşıyorum. Bir mindere çömelmiş. Parmaklarının arasındaki misinayı fark diyorum. Baş’ın yanından denize doğru uzanıyor. Yanında sudan ıslanmış bir gazete parçasında, irice bir balık, küçük parçalara bölünüp, yem yapılmış. Çakının üzerinde birkaç pul ve kan var.

Şaşırıyor, garipsiyorum. Gözlerimin önüne kocaman, tepeleme balık dolu kıtal geliyor. Bom kaldırıyor, tayfalardan birisi altına giriyor, hızla altındaki ipi çekip, kaçıyor. Bir balık seli boşanıyor orta güverteye, her yan titreşen bedenler, kuyruklar. Üzerlerinden, aşağıdan yukarıya bir pul yağmuru yükseliyor. Her yan balık kesmiş. Tayfalar kasıklara kadar çizmelerle arlarında dolaşıyor, su döküp, buz atıyorlar kürek kürek. Kovalarla, küreklerle aktarılıyor saatlerce, kasalara dolduruluyor. Günde beş, altı mola yapıldığı oluyor. Tayfa balık görmekten, balık aktarmaktan, balığa dokunmaktan bıkıyor.

Ya bu ne oluyor? Bütün gün boğazına kadar balığa gömülmüş insan, akşam olur da eline oltayı alır mı? İsmail bu, alır tabi ki. Onun da hayatındaki en büyük zevklerinden birisi bu; misinasını alıp, bir kenara çekilip, oltaya bir parça yem takıp oyalanmak.

Parmağı titreşiyor hafifçe, sert ama usulca asılıyor misinaya, yarıya kadar çekip bırakıyor, Tüh be! İriydi namussuz, derken sırıtıyor. Yüzü mutluyum, diyor. Az sonra oltayı çekip, bir kutsal ritüeli yerine getirircesine yeni bir yem takıyor oltaya, kurşuna suda ses yaptırmadan bırakıyor.

Kalabalığa karışıyorum. Uğultu, koku, duman artmış. Tabaklarda kızarmış yağın büktüğü kuyruklarıyla kolyozlar uzanmış, herkes kendi telinden çalıyor. Bir tabak tepeleme balık konuluyor önüme. On parmağımı batırarak yiyorum. Yanımda Garmada oturuyor. Doymuş. Çay içiyor.

Bana bir öykü anlat diyorum, herhangi birisinin öyküsünü anlatıyor.

****

koku
Dalgalı bir günde uzak bir limanın dar çarşıları arasında gezinirken, yanından karısı gibi kokan bir kadın geçti. Kendine hakim olamadan kadının ardından gitti. Tüm cesaretini toplayıp, utana sıkıla kadına kullandığı kokuyu sordu. Kadın bir koku adı söyledi. Kokuyu aradı, buldu, aldı. Bir ay sonra ev izni vardı. Karısına götürecekti.

Balıkçı teknesine dönünce kokuyu başaltındaki ranzasına, yastığın altına koydu. Gece yatmadan önce, kapağını açıp uzun uzun kokladı. Yastığın ucuna hafifçe bir damla döktü. Koku tüm gece, uyku aralarına, rüyalarına sızdı durdu. Sabah her zamankinden daha dinlenmiş, daha mutlu uyandı.

Bir sonraki geçe bir damla daha damlattı yastığının üzerine.

Gideceği sabah şişe boştu.

****

balıkları yemleme
Sabah erken kalkıyorum. Denizin yüzeyine tan kızıllığı serilmiş. Rıhtımda birkaç kumru geziniyor. Martılar da köpekler de yok ortalıkta. Hafif bir lodos esiyor. Genel kamarada oturakların üzerinde birisi kıvrılmış yatıyor. Ses çıkarmadan oturuyor, kitabımı açıp birkaç sayfa okuyorum. Uyanıyor, üzerine örttüğü kirli battaniye aralanıyor; İsmail’miş. Bir an ne desem diye düşünüyorum, Ne yaptın gece, diyorum. Üzerine battaniyeyi tekrar çekerken, Ne yapayım abi, sabaha kadar balıkları yemledim, diyor.

****

o, öyle olacak
Akşamları Garmada’yla Şaban, meyhanenin en kuytu köşesinde, sokak arasında göz ucuyla gördükleri kadının memelerinden, yürüyüşünden, yürüdüğünde kalçalarının halinden söz edecekler. Garmada sallana sallana kül tablasını silerken, muhabbete kulak kabartan garson çocuğa siktir çekecek.

Bazı kapı önüne, camlara vuran bir yağmur sesi, bazı ara sokaklardan köpek ulumaları duyacaklar. Garson yerleri ıslatacak. Toz kaldırmamaya çalışarak yerleri süpürecek kabasından. Yerdeki bir yığın fıstık, kuruyemiş kabukları, şişe kapakları, boş sigara paketleri, izmaritler toplanacak. Bir bir boşalan masalara yakın ışıklar kapanacak. Meyhaneci Suphi, “Tamam, kapatıyoruz. Başka yok, diyecek. Yüzüne etmeye cesaret edemedikleri küfrü arkasından, duyurmadan edecekler. Keşke bu pezevengin mekanına gelmeseydik de, limandaki kahvede iki el okey çevirseydik diye pişman olacaklar. Şaban paketteki son iki sigaranın birini uzatacak. Garmada çakmağına davranacak. İki sigara ateşi, limana çıkan sokağın ilerisine doğru uzayıp, kaybolacak.

İsmail, baştaki iki, kıçtaki üç oltanın arasında mekik dokuyacak sabaha kadar. Arada bir oltaya yeni yem takacak, ucunda kıvranan kefali, çinakopu, istavriti oltadan kurtarıp, yarısına kadar su dolu kovaya atacak. Sabah ne yaptığını sorduklarında, Bütün gece balıkları yemledim. Benimki aptallık. Aptallık ama ne yapayım, diyecek. Birazdan reis yukarıdan seslenecek. İskeleye bağlı palamarları çözüp, çıkacaklar limandan.

11.03.2013

Kategori:

Re: İsmail (Kardeşim Deniz 8)

Öncelikle, Mehmet Sürücü'nün ilk dönem öyküleri ve son yazdıkları arasındaki gelişimi takdir ettiğimi, arayışlar içinde ortaya çıkan her bir ifadeyi değerli bulduğumu söylemeliyim.

Kardeşim Deniz serisinin son öyküsü sanırım bu. Öncelikle öyküdeki anlatıcının "mükemmelliği", anlattığı insanlarla arasındaki mesafeyi çok beğenmedim. Yani, 50 öncesi öykülerindeki gibi "siz insanlar" odaklı geldi bana. anlatmak istediklerimi açıkladığını düşündüğüm bir örnek:

""
Çocuklukta oynayamadığı, eksik bir oyun gibi görmüştür belki hepsini. İnsan garip canlı. Neyi seveceği, neye ilgi duyacağı kestirilemiyor. O da, ilk kez daha çocukluktan çıkamamışken, balık kokulu, denizin ortasında, dalgalarda beşik gibi sallanan bir teknede, deniz tutmuş, günlerce kusmuş, kaderine küfür etmiştir.

""
Bana bir öykü anlat diyorum, herhangi birisinin öyküsünü anlatıyor.

Bence kişileriyle, mekanıyla, olayıyla çokça gerçek olabilecek bir öykü. Tek sıkıntının okuyucuya izin vermeyen anlatıcıda olduğunu düşünüyorum.