UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Gerçeği Iskalamak

01 Ağu 2010
Barış Acar

Aslı Erdoğan Öykülerine Giriş Denemesi

“Ben de bütün anlatıcılar gibi gerçeği ıskalıyordum.”
Aslı Erdoğan

Öykünün kapsamı, farklı uygulanımları ve öyküyle ilgilenen genç kuşak edebiyatçıların yönelimlerinin tartışma konusu edildiği 90’ların sonunda yazılmaya başlayan bu yazı, o dönem birlikte çalıştığım süreli yayın tarafından yayıma uygun bulunmadı. Bu dönemde bir yandan çok sayıda genç edebiyatçı tür olarak öyküyü tercih ediyor ve tarihsel belirlenimlerinden habersiz olsalar da, gerekçesini herkesin kendine göre açıklamaya çalıştığı itkilerle durmaksızın ürün veriyorlardı. Öykü dergilerinin sayısı artmış, dergilerde öyküye verilen önem çoğalmış, buna bağlı olarak çok sayıda yeni öykücünün kitabı yayımlanmaya başlamıştı. Adam Öykü, Üçüncü Öyküler, Düşler Öyküler, Bir Bilet: Gidiş-Dönüş, Fayton Öykü, döneminde öyküdeki bu patlamanın mecrası oldu. Öte yandan, Ankara’da yapılmaya başlayan Öykü Günleri de bu tartışmaları bünyesinde barındırmıştı. Semih Gümüş’ün Adam Öykü’de yayımladığı “Genç Öykücülerin Ağzını Bıçak Açmıyor” ve Aydın Çubukçu’nun Evrensel Kültür’deki “Öykünün Sefaleti” yazıları, dönemin tartışmalarının ana hatlarını veriyordu. “İçe kapanık”, “ben anlatıcılı”, “kurmacaya dayalı”, “insansız”, “apolitik”, “karamsar”, “kapalı” öykülerdi bunlar. Murat Gülsoy, Faruk Duman, Sema Kaygusuz, Nalan Barbarosoğlu, Müge İplikçi, Hakan Şenocak, Akın Sevinç gibi adını burada anarak çok uzun bir liste oluşturabileceğimiz pek çok öykücü, bu ortamda kendilerini ve öykü anlayışlarını ortaya koydular. Onların yanında bugün ismi öyküyle yan yana gelmese de çok sayıda genç yazar ve yazar adayı öyküye soluk verdi.

Aynı yıllarda, yurtdışında çeşitli ülkelerde sürdürdüğü yaşantısını bırakarak Türkiye’ye dönen ve deneyimlerinden hareketle yazdığı öyküleri kitaplaştıran Aslı Erdoğan, bu kuşak içinde yukarıdaki “eleştiri”lere neredeyse bire bir muhatap olan üslubuyla dikkat çekici bir biçimde öne çıkıyordu.

Yazı, bir yandan Aslı Erdoğan edebiyatını Mucizevi Mandarin adlı öykü kitabı üzerinden değerlendirmeye çalışırken, bir yandan da genel anlamıyla kuşağa sirayet etmiş ve “usta” öykücülerin eleştirilerine konu olan “bunalım edebiyatı” temasını tartışmayı hedefliyordu. Şimdi yeniden ele almaya çalışırken heyecanlarını ve eksikliklerini daha iyi görebildiğim bu yazı, incelemek üzere olduğu yazarla fazla özdeşleşmekle eleştirilmişti. Geçen yıllar içinde Aslı Erdoğan edebiyatında değişen şeyler oldu, değişmeden kendini sürdüren şeyler de. Ancak, gözlemleyebildiğim kadarıyla değişmeyen en önemli şey, onun sahihliği, içinde olduğu ruh durumunu anlatmaktaki kararlılığı ve başarısı oldu. Öykü Günleri’ne eş dost tavsiyesiyle gelip aralarda makyajını tazeleyen “edebiyatsever” yazar değil de, Aslı Erdoğan’nın kolyesi boynunu sıkar gibi bir duyguyla, yaşayarak seslendirdiği satırları bugüne kaldı diye düşünüyorum. Öykülerin üzerinden bir kez daha geçerek bu yazıyı değerlendirmek, belki on yıl önceki tartışmaları yeni ve taze bir bakışla ele almayı da sağlayabilir.

“Bunalım Edebiyatı”

“Bunalım edebiyatı” genel ifadesiyle anlatılanın ne olduğu, o kadar açık değildir. Buna karşın, şöyle bir düşününce, bu adlandırmayla kastedilenin neliğine ilişkin belirgin birkaç özellik kolayca sıralanabilir: Anlatımına “mutsuzluk”, “umutsuzluk” ve “çözümsüzlük”ün hakim olduğu bir edebiyat. Burada “mutsuzluk”, Georges Bataille'ın İmkânsız’da sevinçle bağdaştırdığı mutsuzlukla türdeş değildir. Tam anlamıyla mutluluğun mümkün olmadığını söyleyen Bataille, daha belirgin ve güçlü olan mutsuzluk duygusunu yaşatıcı gücü yüzünden kutlar. Oysa mutsuzluk uç noktalara dek sürdürülmüş yabancılaşmayla birleştiğinde karşımıza “umutsuzluk” çıkar. Gelecek de şimdi gibi elden kaçıp gitmiştir. Bataille’ın gerçeküstücü “mutsuzluk”unu bunalım edebiyatıyla birleştiren ince çizgi ise “çözümsüzlük”tür. İnsana ait bir durum olarak bunalımı anlatan edebiyat ile “bunalım edebiyatı” adlandırmasının içerimi arasındaki fark da burada belirir. “Çözümsüzlük” ya da bir çözüm aramaktan vazgeçme durumu.

İki yaklaşım arasındaki farkı daha iyi tariflemek için J.P. Sartre iyi bir örnek olarak gösterilebilir. Sartre, yapıtlarıyla ve öncüsü olduğu “varoluşçuluk” akımıyla insan varoluşunu sorgular. Bu yüzden sık sık benlik araştırmaları yapar; “Bunaltı”yı işler. Ancak aynı adlı romanında kahramanın düşüncelerine hakim olan hep bir çözüm arayışıdır. Bu yüzden kahraman kitap boyunca sorular sorar, cevaplar arar. Umutsuzluğa düşse de pes etmez, pes etmeyi de salık vermez. Bu pes etme/ etmeme ikilemi, bunalımı anlatan edebiyatla “bunalım edebiyatı” tanımlamasıyla kastedilen yaklaşım arasındaki ayırım çizgisini oluşturur. “Bunalım edebiyatı”na hakim olan pes etme durumudur. Yazarlar ve kahramanları mutsuzdur, umutsuzdur, ama hepsinden de önemlisi çözümsüzdür. Çoğu öyle bir noktaya ulaşmışlardır ki çözümsüzlüğü yüceltmeyi görev edinmişlerdir. Çözüm arayışları anlamsız bir çabadır onlar için. Onlar, zamanında çözümü aramışlar ve bulamamışlardır. Bulunacak herhangi bir çözümün olmadığı sonucuna varmışlardır. Kimi zaman doğrudan, çoğu zaman ise altmetin olarak okuyucularına “kabullenmeyi” salık verirler. Yapılacak en iyi şey sözcüklerin iç dökücülüğüne sığınmak ya da konuşmak için konuşmaktır.

Edebiyat geleneğimize 80 öncesinde on yıllık sürelerle tanımlanan farklı farklı eğilimlerden söz edilebilir. Ancak özellikle öykü alanında bunlar arasında öne çıkanlardan biri edebiyat dünyamıza 40 kuşağı yazarları ile beraber girmiş toplumsal hareketlenme olarak belirlenebilirse, bir diğeri de 50 kuşağı ile başlayan sanat, simge ve dil problemlerini ön planda tutan yaklaşımdır. 80 sonrası dönemde, toplumsal hareketlenmeyi destekleyen tüm unsurlar lanetlenmeye başlamış, belirgin bir kesim ise aldığı yaralardan şikâyetçi sürekli sızlanıp duran bir edebiyata yönelmiştir. Bu dönemin öykü kahramanları içine dönük, sürekli bir “kendini arama”, “kim olduğunu öğrenme” çabasıyla hareket eden ve sonunda “intihara eğilimli” bunalımlı kişilere dönüşmüşlerdir.

Mucizevi Mandarin

Mucizevi Mandarin, ikisi uzun (alt başlıklara ayrılan) olmak üzere toplam altı öyküden oluşuyor: “Yitik Gözün Boşluğunda”; “Mektup, Size”; “Giderken”; “Aynanın Dibine Yolculuk (İmgeler)”; “Unutulmuş Topraklar” ve “Geçmiş Ülkesinden Bir Konuk”. Mucizevi Mandarin adı, Yitik Gözün Boşluğunda isimli ilk uzun öykünün alt başlığı. Öyküler arasındaki bağlar kitabın akışını hızlandıracak -hatta bir roman bütünü oluşturabilecek- şekilde seçilmiş.

Aslı Erdoğan öykülerinde en çok dikkat çeken öğe mekân sorunudur; belki de bir tür mekânsızlık diyebiliriz buna. Genç öykücülere dair tartışmalarda da sık sık değinilen bu konunun özünü öykülerin ya da romanların “yabancı” ülkelerde geçmesi oluşturuyor. Bunalım edebiyatı temasında öne çıkan bir motifi gerçeklerden “kaçış” olarak düşündüğümüzde, bu yadırganası bir durum olmaz. Ancak, Aslı Erdoğan özelinde bu yaklaşım konuya yüzeysel bir bakış olarak nitelenebilir. Çünkü yazarın birçok konuşmasında, röportajında belirttiği gibi “yurtdışında geçirdiği süreçlerin oluşturduğu” bir durumdur bu. Yazarın yazınsan çabası üzerinde de yaşamının “kritik bir dönem”inin (kendisi böyle betimlemektedir) etken olması kaçınılmaz görünmektedir. Böylece mekân olarak seçilen yabancı ülkeler bir kaçış olarak değil de, daha çok yaşanmışlığın bir parçası olarak değerlendirmeli. Öte yandan, az sonra değineceğimiz gibi, mekân sorununda belirleyici olan şey; anlatılanın neresi olduğu değil, anlatılanın içinde nelerin öne çıkarıldığı ve ne şekilde ele alındığı olmalı. Aslı Erdoğan’ın mekânları en genel ifadesiyle arka sokaklardır diyebiliriz. Cenevre’de ya da İstanbul’da arka sokakları dolaşmayı, oraları anlatmayı seviyor yazar. Hiçbir ayrıntıyı atlamıyor. Hatta diyebiliriz ki mekân bazında anlattığı şeyler özellikle ayrıntılar. İsviçre’nin gizlenmeye çalışılan yüzünü görmek istiyor. Sarhoşların, yoksulların, dışlanmışların mekânlarında geziniyor bu yüzden. “Yitik Gözün Boşluğunda” adlı ilk öyküdeki Cenevre’nin (özellikle kent merkezinin, yani Eski Kent’in) anlatımıyla;

""
“Göl kıyısına iner, Rhône Irmağı’ndaki küçük köprülerden birinden karşıya geçer ve sabahın ilk saatlerini kentin fuhuş ve uyuşturucu merkezi Paki’de karşılarım. Rousseau adacığını, eşcinsel çiftlerle dolu İngiliz Parkını, Cenevre’yi Cenevre yapan, lüks barlarla, otellerle, lokantalarla dolu caddeleri bütünüyle atlarım. Karanlıkları, gölgeleri, eskiyi, yasadışını seçerim ben. Düşü gerçeğe, geçmişi bugüne, acıyı umuda yeğ tuttuğum için her halde.”(s.13)

Son öykü olan “Geçmiş Ülkesinden Bir Konuk”ta okuyucuya İstanbul’u semt semt dolaştırırken yazarın kullandığı anlatım, seçtiği mekânlar sıkı sıkıya örtüşmekte;

""
“Benim içimde taşıdığım İstanbul’da, Pera, Haliç, Ayasofya kadar Ümraniye de var. Beyoğlu’ndaki sinemalar ve sahaflar, Balıkpazarı, Boğaz, Ortaköy’deki, Salacak’taki yaz akşamları, nasıl hep benimleyse, bu aralık gecesi Ümraniye girişinde, polisin götürdüğü iki yoksul adam da hep benimle kalacak.”(s.107)

Yazarın tutumu tam anlamıyla betimleyici. Kendi varlığını “izleyici” olarak konumlandıran bir anlatıcıyla karşı karşıyayız. Bu izleme edimi, Erdoğan’ın öykülerindeki kişileri yaşam öyküsü olmayan yaratıklara, bir anlamda mekânın bir parçasına çeviriyor. Tek bir kişinin, anlatıcının yaşantısının birer tezahürü onlar. Arka sokaklarda yaşayanlar bu öykülerde mekânın bir parçası olarak var oluyor. Hayatları bilinmiyor ya da yazar bununla o kadar da ilgilenmiyor. Bir “izleyici” olarak, canlı dünyayı “mekâna” çevirerek donuklaştırıyor. Geriye bir tek öykü kalıyor: Kahramanın (kendi bunalımını yaşayan kadın kahramanın) öyküsü. Canlı olan bir tek o. Öyküler boyunca da bir tek O’nun “trajedisi” anlatılan.

“Kadın Olmak” Sorunu

Mucizevi Mandarin’de, mekânı bir kenara bıraktığımızda, genele yayılmış şekilde duran “yabancılaşma”nın işlendiği en önemli izlek şüphesiz “kadın sorunu”. Yazarın çarpıcılıkta mekân olgusunun ötesine geçtiği en önemli sorundur bu. Aslı Erdoğan bu sorunu öykülerinin arasına sıkıştırırken, ataerkil geleneklere göre düzenlenmiş ve “erkeğin egemenliği” düşüncesi üzerine oturtulmuş kapitalist toplumu teşhir eder. Ortadoğu insanına kader olarak biçilen rolden doğmuş Ortadoğu kadınının Avrupa kadını karşısında “ayrıcalıklı ezilişini” şöyle dile getirir.

""
“Avrupa’nın orta yerinde bile Ortadoğulu kadınları bir bakışta ayırt edebilirim. Hepimizin gözlerinde derin bir korku ve hüzün var. Özgüvenimizi hiçbir zaman kazanamamışız, gururumuz Rasputin gibi yaralarla dolu. Batılı kadınların bedenlerini taşıyışından eser yok bizde.” (s.15)

Ancak hemen arkasından;

""
“Daha yıllar yılı gündemi hep erkeklerin belirlediği masalarda, toplantılarda, yemeklerde oturacak ve sağa sola güller dağıtır gibi gülümsemeler saçacak; bedeni için her türlü çılgınlığa girişmeye hazır gibi görünenlerin göz açıp kapayıncaya dek aynı bedeni nasıl küçümsediklerini, nasıl didik didik ettiklerini görecek...”(s.22)

diyerek, Avrupa kadınının yaşam tarzını da benzer bir “eziliş” olarak ortaya koyar. Kısacası “kadın olmak”, hele de geri bıraktırılmış Ortadoğu’da kadın olmak, aşağılanmaya, ezilmeye, “meta” ile eş tutulmaya mahkûm olmak demektir. Aslı Erdoğan daha derine inmeye çalışır:

""
“Erkeklerin benimle ilgili uydurdukları masallardan genellikle hoşnutumdur, gerçeklikle bağlantılarını araştırmak gibi çetin ve düş kırıklıkları içeren bir işe kalkışmam bile. Nasıl olsa onlar beni değil, kendi yarattıkları bir imgeyi sevecekler, yargılayacaklar, aşağılayacaklar, terk edecekler, ona hem aşık olup hem de savaş açacaklar.” (s.26)

Yazar, burada tavrını açıkça göstermektedir. Bir yandan erkeğin “egemen” olarak kendine bir düş yarattığının ve bu düşle yaşadığının üzerinde durur, bir yandan da kadın kahramanın buna karşı gösterdiği “tepkisizlik”le durumun olumlanmasına neden olur. Yani tam anlamıyla bir sorun saptandı ve bunalımın aşılması için şimdi çözüme girişebiliriz, diyecekken, yazar bu çabadan vazgeçer. Böylece sorun psikolojik boyutuyla bir kez daha tartışmaya açılır. Sevişme sırasında ve sonrasında geçen bir diyalog ve düşünceler ise konunun çarpıcılaşmasına yardımcı olur.

""
“- Kabul et. Hayatın güzel olabileceğini kabul et. Şu anda hayat güzel değil mi?
- Evet. Evet. Evet.(...)
Geçmiş gelecek ve korkular silinmiş. Dünya benim bedenimden oluşuyor, sonsuzluk yalnızca bir an. Şu anda ben varım, varım, varım. Sergio da.
Nefesimi tutuyor, sonra salıyorum.
- Olağanüstü, diye fısıldıyorum.
- Nasıl bir duygu bu? Tekrarla!
- Olağanüstü!” (s.43)

""
“Başımı göğsüne yaslayıp hıçkırıklara boğulmamı, gözyaşları içinde trajik anılar anlatmamı, yara izlerimi onun şefkatli ellerine sunmamı nasıl da bekliyor! İşkenceden geçmiş bir kadını kusursuzca sevebileceğine, aşkının tılsımlı gücünün en derin yaraları iyileştireceğine öylesine inanmış. Nasıl da kendine güveniyor! Beni bir acı anıtına, günah çıkartmak için önünde diz çökeceği bir tapınma nesnesine dönüştürmek istiyor.” (s.45)

Erkek, egemenliğinin büyüsüne kendini öyle kaptırmıştır ki, her şeyin kendi çevresinde döndüğünü görmek ister. Hayat veren de can alan da O’dur! Kadın bu oyunun içinde dizgeyi bozacak bir harekette bulunma gücünden mahrumdur. Kabullenir ve bu boyuneğişle kendini var eder:

""
“Evet. Evet. Evet.” “Varım, varım, varım.”

Ancak oyun sevişme sonrasında bozulur. Gerçekler güçlü gelir ve kadın görmek istemediği hegemonyayla yüzleşir. Eş zamanlı olarak “varlığını” da kaybeder. Uzun uzadıya ele aldığımız bu bölüm, yazarın yaklaşımındaki temel eksikliği görmemize de yardımcı olur. Kahraman “kadın” olmasının yarattığı “nesneye dönüşme” tuzağından söz etmekte, ancak ne buna karşı bir arayışa girişmekte ne de çözüm için her hangi bir girişimde bulunmaktadır. Tamamiyle “edilgen” bir durumda kalmıştır ve böyle kalmaya da devam edecektir. Bu yönüyle “kadın sorunu”, Erdoğan’ın elinde asıl olgu olarak değil de adeta satır aralarında, bir düşünceden diğerine geçişte kullanılır. Çözümü aranan bir sorun değildir. Doğal olarak, geriye yaşamın acımasızlığı ve çekilmezliğinden başka bir şey anlatmayan bir metin kalır.

Varoluş Sorunu

""
“Şu anda ben varım, varım, varım.”(s.43)

Yitik Gözün Boşluğunda öyküsünde, anlatı biteviye bunalımlı tonda sürüp giderken bir yandan da “varlık” sorunu kapıya gelip dayanır. Öykünün kahramanı, bir gözünü yitirmekte olan bir kadın.

""
“Adımlarımı dinliyorum, kalp atışlarım ritmik ve güven verici. Var-ım, var-ım, var-ım.” (s.31)

Mektup, Size öyküsünde:

""
“Cezalı bir çocuk gibi” sabahı bekleyen “bir piyano sonatı dinleyerek ağlayan”, yaşamında artık “en dar hapishaneye”, hatta “bir tabuta” varmış olan “yazılmış ya da yazılmamış her sözün güç isteminden başka bir şey olmayacağının” bilincine erişen bir kişinin mektubunu okuyoruz. Kıssadan hissesi de sonunda bulunuyor: “Unutun bunları; üslubumu, öğütlerimi, hayallerimi, size yazdıklarımı ve yazacaklarımı, hepsini unutun lütfen.” (s.73)

Giderken öyküsündeyse benzer bir gece, yine benzer bir yağmur öykünün kahramanına “biraz daha mutsuz olmasını” fısıldıyor. Kahramanımız da “yaşamın ağını gözyaşlarıyla örmeyi” seçiyor zaten. “Bu an’ın geçmiş oluşundan” iç sızısı duyuyor ve “var olabilmek” için “izler istiyor”; “kanayan, kabuk bağlayan yaralar, belki de gerçek ölümler.” “Bir düşten uyanır gibi hayattan uyanmayı” bekliyor. Sözünü ettiği durumda öyle umutsuz bir noktadaki, bunun “ölüm bile” olmadığını söylüyor. “Ölüm çok gürültülü” diyor. “Giderken, tek avuntum, kımıltısızlığı taşların.” Yaşamın kavranılışının bu kadar durağanlaştırılması, ölüm gibi bile olmayan, daha “kımıltısız”, daha “cansız” bir şey haline getirilmesi bir varlık sorununu değil bir varlık kipini ele veriyor; “bunalım edebiyatı” ifadesini gerektirecek bir kipi.

“İmgeler” öyküsünün kahramanı “bir kuyunun dibinde unutulmuş” bir ölü. Öykünün anlattığı; yok olmak, yitirmek, “düşünmekten vazgeçmek”, “boş yere beklemek”, “ölmek”, “olmak”, “uzaklardaki bir aynaya doğru parçalanarak yürümek”, “ölümü yaşamından önce öğrenmek”, “hiçliğe feda olmak” gibi şeyler. Hemen canlanabilecek ‘Niye?’ sorusunun cevabı da hâlihazırda var: “Yaşamın sesinin zayıflığı.” Bu cevap tatmin etmezse, daha açık söylenmişi de var: “İnsan karanlık, dipsiz bir kuyudur. Acısının derinliklerinde boğulur.”

Dört kısa öykünün sonuncusuna geçelim: "Unutulmuş Topraklar". Bütün öykülere yayılmış, özellikle de son öyküye damgasını vurmuş bir "kızılderili hikayesi" bu. Kısa kısa beş alt başlığı var. Bir: “Varlık”. Bir toprak parçasını kişileştirerek, belki ona ‘düşünce’ eklenerek kuruluyor öykü. Daha ilk cümleler: “Ben hep olduğum yerde dururum. Benim varoluşum durağanlıktır.” İki: “Gökyüzü”. “Unutulmuş bir ülkeye gitme özlemi” üzerine kurulu. Son cümle: “Hiçbir şey hatırlamayacağım.”Üç: “Ağaçlar”. Öykünün bütününe göre en canlı yeri. Ancak mutsuzluk ve umutsuzluğu çağrıştıran şeyler yok değil: “Zamanı ilgisiz seyrederiz.” Dört: “Yokluk”. Bir Kızılderili efsanesi. Oldukça melankolik ve idealist bir sonuç: “Artık ölüler de geri dönmek istemiyor.” Sonuncusu: “Unutulmuş Topraklar”. Yine Kızılderili mitolojilerinden çıkmış bir öykü. “Yok olmanın onurunu öğreneceğiz” lafından başlayıp, artık “ruhlarının bile bu toprakları bırakıp gitmesine” kadar ilerliyor.

""
“Dünyayı adım adım katettim, gözüme ilişen her deliğe, çukura, kovuğa ellerimi uzatıp karış karış aradım. Avuçlarımda bulduğum hep boşluktu, kader çizgilerimin arasında bulduğum boşluk. Yaşamı bütünüyle ıskaladım.” (s.93)

Kitabın bütünlüğüne yayılan atmosferde bir varlık sorunu olduğunu söyleyebiliriz. Yabancılaşma yaşayan karakterler (ya da bir karakter) söz konusu. Yani 80 sonrası edebiyat dünyamızın her yanını saran, ne ya da kim olduğunu aramaya çıkmış umutsuz, dışa dönük olmayan, sürekli aynı soru etrafında ve adeta onu “çözemeyeceğini bilmenin rehavetiyle” dönüp duran kahramanlar, öyküler bunlar.

""
“Düşü gerçeğe, geçmişi bugüne, acıyı umuda yeğ tuttuğum için herhalde.” (s.13)

""
“Dünya acımasız bir kararlılıkla beni izliyor” (s.17)

""
“Kendi mezarına gömülmüş bilincim sadece karanlığı ve gölgeleri seçebiliyordu.” (s.86)

""
“Yaşamı yaşamaya değer kılacak bir inanç, bir düşünce, bir insan olmalıydı bir yerlerde.” (s.93)

""
“Hiç kıpırdamıyor, bir mumya gibi dimdik, kaskatı, hareketsiz dikiliyordum. Tek duyduğum bitmez tükenmez bir inatla devam eden soluğum.” (s.100)

""
“Yaşam korkunçluklarla, iğrençliklerle, doluysa eğer, yaşamaya değmiyorsa, ölümü daha kolay kabullenebiliriz, değil mi?” (s.108)

1950’lerin edebi yaklaşımıyla kıyaslayacak olursak, başta verdiğimiz Bataille örneğinde olduğu gibi, ne gerçekliğin neliğine ilişkin bir araştırma ne onun tümüyle alaşağı edilip yeni bir gerçekliği yaratma girişimi var bu öykülerde. Onat Kutlar’ın kahramanlarının çıkış arayışlarıyla, Leyla Erbil’in toplumsal cinsiyet araştırmalarıyla, Ferit Edgü’nün dille sarmalanmış karakterleriyle bir akrabalık yok Aslı Erdoğan öykülerinde. Bu yönüyle bir dekadans çağı karakteri taşıyorlar. Bu yüzden “mutsuzluk”, bu yüzden “umutsuzluk”, bu yüzden “çözümsüzlük” saçıyor onun cümleleri. Benlik hesaplaşması anlamında Sartre’ın Bunaltı romanındaki gibi eline bıçak saplayan bir karaktere kadar ulaşıyoruz bu öykülerde. Aslı Erdoğan, yaşadıklarını anlatmakta çok başarılı. Gözlem gücü ve ayrıntıları seçmedeki ustalığı onu, 90’lı yılları tanımlayan, kurmacaya dayalı, oyuncaklı öyküler yazan içinde bulunduğu kuşaktan ayırıyor. Anlatmak istediği duyguyu kendi bedeninde bir teşrihe girişerek kanından, iliklerinden çıkartıyor. Öte yandan, yazdıkları insana ait bir durum olarak “bunalımı işleyen edebiyat”ın değil de, tam da “bunalım edebiyatı”nın örnekleri olmaktan sıyrılamıyor. Kahramanları karanlık içinde el yordamıyla dolaşıyor ve trajedilerini yinelemekten başka bir şey yaptıkları da yok! Küçük burjuva hayıflanmaları içinde ömür tüketen, bencil, yalnız, uzak karakterler bunlar. Gerçek dünyayla bağlarını yitirmişler. Gerçekliğin yalnızca bir tasarım değil, aynı zamanda bir olanak olduğunu hesaba katmıyorlar. Bu yüzden şehrin arka sokaklarını oluşturan soluk alıp vermekte olan onca insan dekorun ötesine geçemiyor. Yazar, o yaşantının içinde değil, giremiyor, girmek istemiyor da. Onun yerine bir gözlemci olarak “yabancı” kalmayı tercih ediyor. Böyle olunca da trajedi trajedi olarak kurulamadan dramatik yapının içinde eriyor, “tek”leşiyor ve yüceleşiyor; “katharsis”in arındırıcılığıyla “ucuz kahramanlık”a dönüşüyor.

Bir alegori yaparak “Ben de bütün anlatıcılar gibi gerçeği ıskalıyordum.” diyor, Erdoğan. Yanılıyor! Aynı alegoriyi kullanarak diyebiliriz ki; anlatıcının ilmik ilmik ördükleridir gerçek, istense de ıskalanamaz! Erdoğan, anlatılarıyla, gerçeğin hem temsilcisi hem de yaratıcısı olarak üretmeye devam ediyor.

Alıntılar için kullanılan kaynak: ERDOĞAN, Aslı. Mucizevi Mandarin, İstanbul, Adam Yayınları, Kasım 1998.

Yazıyı bilgisayarına indirip okumak isteyenler için:

Kategori:

Re: Gerçeği Iskalamak

Aslı Erdoğan öykülerine benim bakmamın mümkün olamayacağı denli yakından baktığı için bir teşekkür borçluyum sanırım Barış'a. Eline sağlık. Alkış

Metinde gözüme çarpan bir iki yazım yanlışını aşağıya not aldım (gerçi hepsinin yanlış olduğundan da emin değilim ya).

90’ların sonunda yazılmaya başlayan bu yazı

"yazılmaya başlanan" olsa daha doğru olacak sanki?

***

Burada “mutsuzluk”, Georges Bataille İmkânsız’da sevinçle bağdaştırdığı mutsuzlukla türdeş değildir.

"...George Bataille'ın İmkânsız'da..." biçiminde olmalı sanırım.

***

belirgin bir kesim ise aldığı yaralardan şikâyetçi sürekli sızlanıp duran bir edebiyata yönelmişlerdir.

"belirgin bir kesim ise aldığı yaralardan şikâyetçi sürekli sızlanıp duran bir edebiyata yönelmiştir."

***

Şu andan hayat güzel değil mi?

"Şu anda hayat güzel değil mi?"?

***

Alıntı:
Varoluş Sorunu

Bu ara başlık olmalı sanırım, metinde Alıntı olarak görünüyor.


Re: Gerçeği Iskalamak

Teşekkürler Eren, dikkat çektiğin yanlışlıkları düzelttim.


Re: Gerçeği Iskalamak

Ama "Gerçeği Iskalamak" konusunda aylarca sonra da olsa bir şeyler yazmaya çalışacağım. Tabi ki buradaki saptamaların beni aşan yönünün olduğunun farkındayım. Birkaç farklı okumayla ancak anlattıklarının bazılarının bana "ayan" olacaklarının farkındayım. Ama şunu söyleyebilirim, "dolu dolu bir yazı" Teşekkürler Barış Acar.


Re: Gerçeği Iskalamak

merhaba, üniversitemdeki Türkçe dersi dönemlik projem olarak seçtiğim Aslı Erdoğan'ın Mucizevi Mandarin adlı kitabı hakkında yazdığınız eleştiri yazısı için öncelikle çok teşekkür ederim.Bana sunumum için çok güzel bakış açıları kazandırdınız. Yararlandığım kaynaklar arasında İnternet'i gösteremeyeceğim için hocama acaba yazılı bir kaynağınız var mı bu yazar hakkında? veya bu yazınızı paylaştığınız herhangi bi dergi var mı bulup bir kopyasını hocama sunabileceğim? En yakın sürede cevap verirseniz çok mutlu olurum.İyi akşamlar.


Re: Gerçeği Iskalamak

İnternetteki kaynaklar (eğer ki güvenilir sitelerden geliyorsa) akademik referans olarak kullanılabiliyor. Tez yazım yönergelerinde bile artık bunun referans verme biçimi yer alıyor.

Yazım, Uzun Hikâye dışında herhangi bir basılı ortamda kullanılmamıştır.


Re: Gerçeği Iskalamak

bu "tip"-küçük burjuva ve onun "bireyselleşmiş" yığınsallığı - üzerine önemli ve yetkin tespitlerini paylaştığı için barış acar'a teşekkür ederim.