UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Fasa

22 Eki 2012
Mehmet Sürücü

Kasaba, denize doğru uzanan yüksek iki dağ arasına sıkışmış. Daracık sokakların yanlarına kireç badanalı, tek katlı evler sıralanmış. Sokak aralarında, sarı samanlar lodosla sağa sola savrulurken, kiremit rengi kediler pencere çıkıntılarında usta bir cambaz sakinliğiyle geziniyor. Denizini, bulutlu dağlarını, senenin üç ayı sokaklarda savrulan mor soğan kabuklarını, uykulu köpeklerini saymazsak, aslında sıradan bir kasaba Langa.

Güneş mevsimine göre, bildiğince erken, dere mahallesindeki kurbağayı, taşduvar arasındaki örümceği, saçak altındaki kırlangıcı uyandırmak için doğuyor. Arada, bu vesileyle de, yaşlı kahvehaneciler, sabırsız yolcular, hep işi olanlar, uyumak isteyip ne fırsat ne de zaman bulabilenler de uyanıyor. Langa’da uyanmanın hiçbir zaman münferit bir şey olmadığını, hep usul, içten ama birden bire işleyen bir etkisi olduğunu, bunun da sihir gibi tüm kasabaya kısa bir zamanda yayıldığını söylerler.

Langa’da bu uyanma sistemi şöyle işler;

1-İsyo’nun gri, kart horozunun, sol gözünün önce üst, sonra alt gözkapağı aralanır. Bir anda iki gözü açılır. O yuvarlak gözler hala kendi içine, daha henüz uyanamadığı rüyasına doğru bakarken, yanlara doğru yavaşça açılıp gerinen kanatlarının hareketleri, kısa kısa çırpışlardan, sıklaşıp genişleyen tepinmelere dönüşür.

2-Kanat çırpışları ve eşinmeden ürkerek uyanan kümesteki tavuklar panikle sağa sola kaçışırlarken, nereden, hangisinden koptuğu belirsiz bir tüy kendiliğinden havaya yükselir.

3-Horozluk hayatı boyunca “K” harfleriyle barışık olmayan pepe horozun, “Uuhhhhuuriiihhuuuuuu!”su kasabaya yayılır.

4-Sakin, dalgın, acelesiz dar sokakların arasında yükselen tüy, Dere mahallesi, Kavala Apartmanı üçüncü katının doğu penceresini incecikten bir dokunuşla sıyırıp geçer. (Bu, biricik aşkım Safiye’nin penceresi.) Safiye bir anda yatağın üzerinde doğrulup, kara sevdalı bir sesle “Fiso!” diye inler. (Fiso; Langa’nın yakışıklı zamparası. Eninde sonunda katili olacağım puşt.)

5-Tüy havada birkaç bacaya dokunur. Bacaların kendi aralarında kurdukları bir haberleşme düzenekleri vardır. Gerisini onlar hallederken, tüy alçalıp derenin üzerine iner. Bir süre suyun akışına bırakır kendini. (Yoruldu ne de olsa.) Ardı ardına dumanı tüten bacalar, kepenk gıcırtıları, öksüren motor pat-patları, havada vınlayıp duvara çarpan tabak, tava sesleri, köpek havlamaları çoğalır.

Burada ufak tefek, mantığa aykırı birkaç şey var gibi görülebilir. Ama yok. Mesela şöyle bir soru gelebilir akla, ya horoz bir gün uyuya kalırsa, veya hadi olmaz ya; bir gün ölürse. Öncelikle kesinlikle öyle bir şey olmuyor, uyuya kalmıyor çünkü. Ama ölürse? Onu bilemem. Ama kasabada, bundan yıllarca önceden bu yana bu mekanizma çalıştığına göre, mutlaka bir şekilde aktarılan bir miras vardır. Her neyse. Bu konular benden ileri konular.

Bu Langa’nın düzeneğinde, her şeyi bir şeyler uyandırır. Beni sabah ezanı uyandırıyor. Nedendir bilmem, içimin tenhalığına çok derin gelir sabah ezanının gün ağarmadan önceki sesi. Zaten duymamazlık edemem ki. Minare birkaç adım ötemde. Caminin öte berisinin, kazanının, maşrapasının, çatlak bir tabutla birkaç yırtık halının tıkıştırıldığı mezbelede konaklıyorum havalar kışlayınca. Arka yana bakan pencerenin camı yok. Kara bir naylon çakmışlar. Arasından giriyorum ortalık tenhalaştığında. Sarınıyorum eskimiş, tozlu halılara. Kasabanın imamı Halil Efendi bilir mi burada barındığımı? Bilir de görmezden mi gelir, bilmem artık.

Kaveci Selim dayı bana aylaklar kralı der. “Ulen Fasa, inan bir şeye özenmem sana özendiğim kadar. Sen aylaklar kralısın” der. Bu demesi içimde bir şeyleri acıtır, ama yine de hoşuma gider biraz da. Sabahın ilk çayını bana verir. Cami ile kahve yan yana. İnce adamdır Selim dayı. Bütün kasaba ona Paşa der. O da sever bu lakabı. Ama ben öyle demem. Utanırım. “Selim Dayı”derim. Gerçi son zamanlarda biraz huzursuz olur oldu bu lakaptan. Nedenini bilmem. Paşaları bir yerlere mi götürüyorlarmış ne? Sivri bir yerlere. Aklım ermedi.

Dedim ya ince adamdır. Bazı akşamlar kahve dağılınca, tezgah altından bir yarım şişe rakı çıkarır, bardağa nasıl düştüğü meçhul bir tüyü çıkarıp, sönmek üzere olan sobadaki külün üzerine attıktan sonra, bardağı çalkalayıp, rakı doldurur, arayla birkaç duble susuz atar. O zehir beş on dakika sonra vücuduna yayılmaya başlayınca da ney dediği uzun bir kamışı duvarda, asılı bir demet kekiğin yanından indirip, bana dalgın dalgın bakıp, “Hiçbir dil yoktur ki aldatmasın Fasa” dedikten sonra, bir daha konuşmaz uzun uzun neyini üfler. Öyle zamanlarda, o uzun kamışın sesi bir başka çıkar. Ben zaten hep, her zaman, gün boyu susarım. Bu ses sanki beni daha çok susuturur, içimdeki derin kuyuların kapaklarını aralar, böyle zamanlarda ben mi onu, o ses mi beni dinler, bilemem. Bir gün Okumuş Nizam, “Mutluluğun mezarları, yalnızlığın heykeli var.(1)” demişti. Böyle heykelken o dediğini hatırlarım.

Bir gün, kasabanın denize kenar mahallesindeki Ihlamur sokak, bundan böyle artık ikindileri tanımayacağını, tüm günlerdeki ikindilerle bir işi olmadığını, ikindiler yokmuş gibi davranacağını duyurmuş. O günden sonra da bir günün içerisinde ikindi yokmuş gibi varlığını sürdürmeye başlamış. Benim bundan sonradan haberim oldu. Her zamanki gibi. En son ben duydum. Gerçi ne farkeder. Duysam ne, duymasam ne!

Öncesinde, Ihlamur sokağın bu davranışı “ikindi”ye ve kasabaya, (kasaba derken kasabayı oluşturan her şey dediğim-sokaktaki bir kaldırım taşından, taş duvar arasındaki örümcek ve örümcek ağına, bir viraneliğin tavan arasındaki tahtaları toz haline gelip, eriyen çıkrıktan, kiremitleri çamurlaşan çatılara, iskelenin ayaklarındaki midyelerden, sokak aralarında görenlerden daha rahat dolaşan körüne- her şey.) çok saçma ve anlamsız geldi. “O sokak ne oluyordu, kim olduğunu sanıyordu, böyle bir şey yapabilir miydi? Hem bu yaptığı görülmüş, duyulmuş bir şey miydi ki?” deyip şaşırdılar.

Ihlamur sokağa gittim. Hatırını sordum. Derdim ağzından laf alıp, ne olduğunu anlamak. Ne de olsa kasabada bazı şeyler de banim alanıma, anlayışıma giriyor. En azından ben öyle biliyorum.

“Eh ama! Yetti artık. Sokaksak ne olmuş. Bizim de bir varlığımız, bir hakkımız, kendimizin olan bir şeyimiz, bir hukukumuz olmayacak mı hiç? Varlığımız, oluşumuz hep içimize içimize, göğsümüze göğsümüze doğru batan, gömülen sivri topuklu ayakkabıların, demir pençeli nalların, postalların yaralarıyla mı dolacak?” diye konuştu. Düşündüm, bir yanıyla haklı Ihlamur sokak. Yürüdüm gittim Dere mahallesine doğru. Ardımda sesi iyiden iyiye öfkeli çıkıyordu. Görenler, duyanlar hiç böyle bir şeyle karşılaşmadıklarını, kaldı ki, yaşadıkları boyunca böyle, kızgın, isyan eden, başkaldıran bir sokak görmediklerini anlatıyorlardı geçtiğim sokaklar boyunca.

Langa’da bazı aklımın ermediği, nedenini bilemediğim şeylerin olduğu olur. Mesela bazı sabahlar deniz kıyısındaki kumların üzerinde, hangi canlının olabileceğini kestiremediğim, bir mana veremediğim ayak izlerine, Safiye’nin o puşta duyduğu sevdaya, senenin bazı günleri deredeki sazlığın arasında dolaşan rüzgarın fısıldadıklarına akıl erdiremediğim olmuştur. Zaman zaman düşündürmüştür beni. Bir anlam, bir ilişik bulamamışımdır. Ama bu, bütün bunlar bambaşka şeylerdi.

Ihlamur sokağın bu tavrı sessiz, usul fısıltılarla yayıldı kasabada. Kadim kasaba meydanı bir parça sertleştirip, kalınlaştırmaya özen gösterdiği vurgularla bu rahatsızlığını dile getirmiş. Bu ufak tefek sokağın yaptıklarını yadırgadığını, onaylamayıp kınadığını, bunu da onun cahilliğine, yeniyetmeliğine bağlamanın pek de doğru olmayacağını ilgili yerlere iletmiş.

Tüm o olumsuz tepkilerin, söylentilerin, çıkışların yanında, orada-burada, içten içe, bunu fark ettirmemeye çalışarak, Ihlamur sakağın yaptıklarını beğenenler, “Oh işte! İyi olmuş, birisinin bir yerde yeter deyip, sesini çıkarması gerekiyordu.” diyenler de oluyordu.

Birkaç sokak lambasının, iki macunları çatlamış sandalın, üç-beş kör kuyu, bir virane evin, el altından, sezdirmeden, bir parça belki de kendileri bile bilmeden, günün başka bir zamanını, bir bölümünü yok saymanın yollarını konuşmaları daha sonraları olan şeyler. Acele etmeyelim. Sırayla gidelim.

Koca çınar, Langa insanının bildiği adıyla; gavak’ta (kasabalı nedense ısrarla “gavak” der durur eskiden beridir) patlak verdi bir şeyler. Kafayı sonbahara takmış. Bir punduna getirse de şu sonbahara bir girişse, yüzünü gözünü dağıtsa, yılların oyduğu içi ne rahatlayacak. Bunu, bu niyetini çisentili bir akşamüstü, yorgun, dibine oturup, sırtımı gavağa dayadığımda anladım. Anladım demek biraz fazla, hissettim demeli belki de.

Sonra arkası çorap söküğü. Kimseye eyvallahı olmayan kasıntılı, kurumlu akşamı, çingene mahallesindeki birkaç loğar kapağı, dere boyundaki çöplüğe atılmış paslı bir el arabasıyla üç gugukçuk; günlerce baş başa verip, bir kuytuya düşürüp, şişlemenin kumpasını işliyormuş inceden inceye. Başka bir yerden duydum.

Kasabama bir şeyler oluyordu. Hem de hiç de iyi olmayan bir şeyler. Bir gün kasabanın en okumuşu, Nizam (arka cebinde hep kıvrışmış, sayfaları yıpranmış kitaplar taşırdı-bir de üzerinde kağıt kalem de olduğunu söyleyenler var ya neme lazım, ben şahit olmadım.), iskelenin kenarındaki Acalikave’de dünyada görünmez kasabalar da olduğunu söyledi. Bana söylemedi. Ortaya söyledi. Benden başka kimse duymadı hep olduğu gibi. Veya duydu da herkes, duymazdan geldi. O zamandan bu yana hep kurcalamıştır aklımın bir kuytuluğunu dediği. Nasıl olur da bir kasaba görünmez. Aha bu Langa’cık, bu nasıl görünmeze geçer. Geçerse içindeki insan, eşya, hayvan, her bir varlık ne olur?

Gerçi bazen kasabanın bir yanının, bir tarafının inceldiğini, silikleştiğini, evlerin taş duvarlarının, sokaklardaki piriket duvarların uzaklaştığını, ötelere doğru kaçtığını, incelip bir naylon, bir mika gibi şeffaflaştığını görür gibi olmuşluğum oldu. Ama ne bileyim. Ben onu çiğnediğim incir yapraklarının, Ferdi’nin sardığı cigaranın etkisi sanmış, unutup geçmiştim.

Bütün bunlardan, olup bitenden herkes, her şey kendince etkilendi. Bu etkilenenlerin içinde, en görünürü, etkisi ayan, meydandaki saat kulesiydi. İhtiyarın biri, onun, zamanın bilinmeyen gerilerine uzanan, zamanla bir ilişkisi olduğunu söylüyordu. “Ahir zaman! ” diyerek derin bir soluk aldıktan sonra, “Tüm bu olup bitenler her şeyi olduğu gibi, zamanı, her şeyin zamanla olan durumunu da etkiledi. Başka zamanlar bu yaşanan. Keserin marangoza, makasın terziye, tarazinin pazarcıya, ağların balıkçıya, çekicin demirciye hasım olduğu, diş bilediği zamanlar.”dedi. bastonuna yaslanıp, sustu.

Başka bir gün de gençlerden birisi, bir yerde, büyük, kocaman bir buz olan yerin, artık buz olmaktan vazgeçip, bundan böle su olmaya karar verdiğini söyledi. İnanmadım tabi ki. Akıl var, mantık var.

Yine de ne olur ne olmaz deyip, birkaç gece sonra, etrafındaki tüm sokak lambalarını taşladıktan sonra en karanlık köşede Fiso’yu beklemeye başladım. Yukarıdan süzülen bir tüy omzuma ilişiverdi. Usul usul. Sesini duydum.

(1) Yalnızlığa Övgü.Özdemir Asaf.

Kategori:

Re: Fasa

Öyküye birkaç kez başladım. Uzunluğu değil ama bu aralar bir şeyi bir müddet de olsa takip etmekteki yeteneksizliğim gözümü yıldırdı her seferinde. Okuduğum yere kadar anlatıcıyı çok ilginç bulduğum gibi anlatım da çok özgün ve etkileyici göründü.

Mehmet Sürücü son zamanlarda birbiri ardına muhteşem öyküler yazıyor. Onun öyküsü yeni bir boyuta sıçrıyor bana kalırsa.

Bir tek eleştirim, geçmişten artakaldığını sandığım ve öykü dokusu içinde işlevini kestiremediğim betimlemeler. Eski öykülerini gözden geçirecek olursak bu betimlemelerin nasıl azaldığını ve öykünün sırtına yük olmaktan çıktığını rahatlıkla gözlemleyebiliriz sanıyorum. Yine de üzerinde daha dikkatli durmalı. Hele ki öykü başlarında. Ki orası öyküyü okumak için oluşan itkinin daha yola çıkmadan sönümlenebileceği yer.

Öyküyü adam akıllı okuduktan sonra yorumlarımı tekrar gireceğim.

Ellerinize sağlık demeli şimdiden.


Re: Fasa

Ne diyeceğimi bilemiyorum. Kendini bırakınca seni içine alıyor ve kasabanın bir köşesinden diğerine sürüklüyor. İçin eziliyor, hüzünlü bir mutluluk hissediyorsun. Elinize sağlık böyle bir hikayeye yorum yapmak haddim değil. Ancak bir kaç yer için fikrimi söylemek isterim.

""
2-Kanat çırpışları ve eşinmeden ürkerek uyanan kümesteki tavuklar panikle sağa sola kaçışırlarken, nereden, hangisinden koptuğu belirsiz bir tüy kendiliğinden havaya yükselir. (Buraya özellikle dikkat çekmek gerekir ki; tüm her şeyin sebebi (ileride görüleceği gibi) bu “tüy” dür.

Bu paragraf tüyü fazlasıyla vurguluyor ve zaten okuyucuda yeterince merak uyandırıyor. En azından "(ileride görüleceği gibi)" denmese. İki nedeni var. Birincisi anlatıcının ağzına yakışmıyor. İkincisi ise okuyucuyu fazlaca güdülüyor.
""
Bu konular benden ileri konular.
İlk başta "bu konular beni aşar." gibi bir cümle duymak istedim. Ama sonradan anlatıcının tam olarak böyle söyleyeceğini anladım. Anlatıcıyı yansıtan düşünülmüş bir cümle.
""
Dedim ya ince adamdır. Bazı akşamlar kahve dağılınca, tezgah altından bir yarım şişe rakı çıkarır, bardağa nasıl düştüğü meçhul bir tüyü çıkarıp, sönmek üzere olan sobadaki külün üzerine attıktan sonra, bardağı çalkalayıp, rakı doldurur, arayla birkaç duble susuz atar. O zehir beş on dakika sonra vücuduna yayılmaya başlayınca da ney dediği uzun bir kamışı duvarda, asılı bir demet kekiğin yanından indirip, bana dalgın dalgın bakıp, “Hiçbir dil yoktur ki aldatmasın Fasa” dedikten sonra, bir daha konuşmaz uzun uzun neyini üfler. Öyle zamanlarda, o uzun kamışın sesi bir başka çıkar. Ben zaten hep, her zaman, gün boyu susardım. Ama bu ses sanki beni daha çok susuturur, içimdeki derin kuyuların kapaklarını aralar, böyle zamanlarda ben mi onu, o ses mi beni dinlerdi, bilemezdim. Bir gün Okumuş Nizam, “Mutluluğun mezarları, yalnızlığın heykeli var.(1)” demişti. Böyle heykelken o dediğini hatırlarım.

Bu paragrafta geniş zaman anlatımı yerli yerinde gözüküyor. Ancak, "Ben zaten hep, her zaman, gün boyu susardım. Ama bu ses sanki beni daha çok susuturur, içimdeki derin kuyuların kapaklarını aralar, böyle zamanlarda ben mi onu, o ses mi beni dinlerdi, bilemezdim." cümlelerindeki geçmiş zaman anlatımlarını da geniş zamana çevirirsek anlatımın sürükleyiciliğini aksatmamış oluruz diye düşündüm.
""
(kasaba derken kasabayı oluşturan her şey dediğim-sokaktaki bir kaldırım taşından, taş duvar arasındaki örümcek ve örümcek ağına, bir viraneliğin tavan arasındaki tahtaları toz haline gelip, eriyen çıkrıktan, kiremitleri çamurlaşan çatılara, iskelenin ayaklarındaki midyelerden, sokak aralarında görenlerden daha rahat dolaşan körüne- her şey.)

Buradaki anlatımın bana çok şey kattığını söylemek isterim. İnce bir zeka ile güzel bir dilin birleşimi...
Genel anlamda betimlemeden, uzun uzadıya mekan ve karakter anlatan hikayelerden hoşlanmasam da bu öyküde farklı birşey olduğunu düşünüyorum. Öykünüzden hem keyif aldım, hem de çok şey öğrendim. Elinize sağlık.


Re: Fasa

Doruk Çağrı Çifteler'in tesbiti doğrultusunda birkaç değişiklik yaptım.

Yardımları için çok teşekkür ederim.