UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Ethem Baran Okumalarım

28 Ara 2013
Mehmet Sürücü

İki hafta önce Yarım adlı romanından başladığım Ethem Baran yolculuğum, iki gün önce Emanet Gölgeler Defteri’ne geldi dayandı. Hani bir sepet dolusu inciri, kirazı, ceviz iriliğinde eriği, yaban muşmulası olur da insanın, onlar sanki yemekle bitmeyecekmiş gibi gelir ya insana. Çünkü çokturlar. Bir sürüdürler başta. Sonra bakarsın bir iki tane kalıvermiş... Biliyorum benzetme pek uymadı. Birisi çıkıp da, iyi bir kitabı defalarca dönüp dönüp okuyabilir insan, diyecektir, haklı. En güzel yanlarından biri de bu sanırım kitapların. Bitmiyorlar.

Kitaplarının adları şöyle;

Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı-2005(Öykü), Unuttuğum Bütün Akşamlar(2005) (Öykü), Bozkırın Uzak Bahçeleri(2006) (Öykü), Yarım(2008)(Roman), Evlerimiz Poyraza Bakar(2009) (Öykü), Bulut Bulut Üstüne(2011) (Öykü), Emanet Gölgeler Defteri(2013) (Roman).

Kitaplardaki öykülerin çoğunluğu edebiyat literatüründe taşra olarak adlandırılan mekanlarda geçen, çeşitli insanların yaşamlarına odaklanmış. Okuduğum Baran ve öyküleri ile ilgili yorumlarda, taşradaki insanın sıkışmışlığı, mekanın çoğalttığı bir sıkıntıyı anlattığı ifade ediliyor genellikle. Ben bunun yanında çok daha farklı şeyler buldum okuduklarımda. Sözünü ettiğim, yazarın taşrayı anlattığı, ama bunu bir taşranın “insanı boğan”, “engelleyen”, “yalıtan” olarak görülüp, kabul edildiği bir ön yargı olarak ele almadığı. Biraz daha öteye taşımaya çalışayım bu düşünceyi. Taşrayı hep taşra olmayan yerden gelen, kaçan, sığınan, savrulan, sürülen, kovulan, okumuş, kendince aydın, kültürlü, kağıtla mürekkebe yakınlar anlatır. Oranın eskisi, kalıcısı, orada doğmuşu için orası yaşadığı yerdir, başka bir yaşam şeklini bilmediği için bir eksiklik, bir kuşatılmışlık, bir yokluk duygusunu sadece teoride yaşayıp anlamaya çalışır. Ethem Baran, taşrayı, küçük yerleri “içeriden” yazıyor. (Bu lafı Cemil Kavukçu’dan arakladım) Her öykünün uzak yakın(uzak;anlamaya çalışmışlık-yakın; azçok yaşanmışlık) bir içinde oluşun izlerini taşıyor. Bu nedenle de anlattığı, buradaki insanın dünyası, yaşadıkları, yaşayamadıkları.

Günümüzde “taşra” kavramının belirsizleştiği, metropollerin, merkezlerin de taşralaştığı kavramına ucundan değinip(çünkü uzun-derin mevzu-beni aşar) belki denilebilirse, simgesel anlamda insanın içinin taşrasının anlatımını bulabileceğimizi söyleyebilirim. Şuna da vurgu yapmam gerek, bu sözcük genelde olumsuz, sorunlu, kuşatılmış, esirgenmiş yaşamlara gönderme yaptı kullanımı boyunca. Halbuki taşra’nın diğer yüzü, hatta saymakla bitmeyecek yüzleri var. Asıl taşra olan bunlar. İşte burada, Ethem Baran’ın anlattıklarında ben bu yanımı buldum.

Bir kitabı okurken, bazı yerlerinde geçmişimizden, çocukluğumuzdan, gençliğimizden bir şeyler hatırladığımız olur. Yazar sayfalarca Adsız(bir) Cengaver’i anlatır, kalenin burcundan burcuna atlayan, zıplayan Cüneyt’i, Malkoçoğlunu, Kara Murat’ı. O anlatırken, ben, Erdek’te, yağmurlu bir cumartesi, öğleden sonrası(Okullar yarın gündü o zamanlar), Şuayip Usta’nın marangozhanesinde, akşama kadar zeytin sandığı çaktığımı anımsarım. Sandık çakarım çünkü başka türlü sinemaya gitmeye param olmaz hiçbir zaman. İki üç arkadaş erkenden, önceki günün kaldırımlardaki ıslaklığıyla daha bir soğuk, üşümüş görünen sokaklardan koştururcasına sinemanın önüne gider, cam bir bölmenin ardındaki filmin afişine, yanına raptyelerle iliştirdikleri, filmden alınmış fotoğraflara uzun uzun bakar, filmi, oyuncuları yorumlar, başlama saatine kadar geçmek bilmeyen zamana söve saya dolaşırız sokaklarda. Bir sonraki sayfalarda elde bir kuş sapanı, birkaç sayfa sonra yürek burkan çocukluk aşkları, ilk sevdalar. Tommiksler, teksaslar,zagorlar.

Doğa ve mekan betimlemeleri Ethem Baran’ın öykülerinde en özgün ve başarılı bulduğum yanlarından birisi. Çünkü farklı bir şekilde anlatıyor doğayı. Her gün gördüklerimizi o başka bir gözle görüyor. Bu belli. Bakın örnek vereyim. Sabah, feri kaçmış, uyudu uyuyacak yorgun bir su olan denizin kıyısındaki ilk uyanan dalga, her gittiğinde bir renk alıp gelir, bir martı kanadını, denizde yatan sabah pusunu, ufuk çizgisinin ötesinde kalan açık denizlerin koyu derinliğini, dinmeyen bir rüzgarı... Adamların gözlerinde, yol yorgunu otobüsleri bir çırpıda, mavi sevinçlerin içinde yaylanan orman kokulu otobüslerle değiştirir, uçup konan uçup konan, pır oraya pır buraya kendilerini çoğaltan bu serçelerin havada bıraktıkları ürkekliği içinde duyumsar insan satır satır. Yeni yapraklanan kavak gölgelerinin damlarda gezindiği bir vakitti, diye başlayan cümlelerin ardından, bir yerlerden zamanın durduğu bir ikindi ezanı duyulur, güneş uzun uzun oyalanır pencerelerde, sokak aralarında, patlak bir topun peşinde terli çocuklar koşturur, çeşmenin başında sırasını bekleyen kadınlardan şıngırtılı kahkahalar(şıngırtılı kahkahalar, bu bile o çeşme başını anlatmaya yetmiyor mu?) dökülür kaldırımlara, üzerlerinden bir at arabasının bezgin tıkırtıları geçer, duvar diplerinde gölge gölge hayal işler genç kızlar. Ben okurum. Dönerim tekrar okurum. Birkaç sayfa sonra, Hızlı mı gidiyorum yoksa, derim kendi kendime. O birkaç sayfanın üzerine sayfalar sararım geriye, kitabın bitmesinden rahatsız olurum.

""
“Tanıdık, çok eski bir sesi vardı yağmurun. Çocukluğun konuşuyor sanırsın. Öyle ya, başka neyi anlatacak ki yağmur?” S 28 (Bulut Bulut Üstüne)

""
“Avluda küçük bir gölek kalmış geceden. Bir serçe kondu kıyısına. Avlu duvarını içti önce, sonra duvarın üstündeki ağaçları, onların gerisindeki tarlaları. Sonra da maviliği içti. Bir de baktı yukarı, gök duruyor mu diye. İçtiği her şey duruyordu. Güneşe kalmıştı ne varsa. Görüyor musun, şu minicik serçe, dünyayı içerek bitireceğini sanıyor. Senin yaşaya yaşaya bitiremediğin dünyayı. S 28 (Bulut Bulut Üstüne)

Öykülerdeki dil ve anlatım çeşitliliği, yazmayı önemseyen, bu yoldaki arayışları süren bir yazar olduğunun kanıtları. İlk kitabındaki (Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı) anlatım daha sonra, özellikle Bulut Bulut Üstüne’de, daha katmanlı, üstkurmaca metinlere uzanıyor. “Artık Paçalarım Çamur Olmuyor” paragrafların son cümlelerini birbirine bindirerek ana-çocuk arasındaki anlatımları değiştire değiştire ilerliyor ve son satırında “hançeri saplıyor”;

""
“Sonra ben anlatmaya başlayacağım, biliyor musun, artık paçalarım çamur olmuyor anne, diye.”s.42(Bulut Bulut Üstüne)

Devamındaki Ankara hatları Vapuru da, öykünün içine yazarın da katıldığı, anlatımıyla dikkat çeken, etkileyici bulduğum öykülerden bir diğeri.

Duygulu, savuran, hissettiren metinleri okumayı seviyorum. Ethem Baran’ın okuduğum tüm kitaplarından (Unuttuğum Bütün Akşamlar’ı bulamadım) etkilendim, duygulandım, bir şeyler anımsayıp, ben bir kavağa, bir su birikintisine, bir güvercine, bir çocuğa, çocukluğa hiç böyle bakmayı akıl edememiştim dedim.

Önümüzdeki hafta birkaç öyküsünü burada paylaşıp, okuyup tartışabilirsek iyi olur diye düşünüyorum. Formda, Anka adlı öyküsü, İmge Öyküler’de paylaşılmış. Dilerseniz buradan bir başlangıç yapabilirsiniz Ethem Baran öykülerine.

Anka adlı öyküden bir alıntıyla bitiriyorum.

""

Birden uçan kuşlar durdu, kuşların arasında kalan gökyüzü durdu, göğün yüzünü okşayan yamalı bulut, bulutun ucunun değdiği tepe, tepeyi bekleyen, beklerken kendi gölgelerine sığınıp serinlemeye çalışan üç beş bodur ağaç, ağaçların en kısa olanından haylaz bir çocuğun henüz olgunlaşmadığını bile bile sırf pislik olsun diye koparıp bir kez ısırdıktan sonra tükürdüğü dağ armudunun yakındaki düzlükte dinlenen dereye attığı, derenin de bir ara akacağı tutup ağırdan da olsa koynunda beleye uyuta döndüre dolaştıra götürüp şehrin ortasından geçen kendinden büyük derenin sularına emanet ettiği yaralı dalı durdu, dalın taş köprünün altından geçerken durduğunu gördükleri anda köprünün üstünden suya taş atan çocukların ellerindeki taşlar durdu, suyu halkalandıran taş, taşın suya düştüğü anda çıkardığı ses durdu, suyun sesine yukarıdan, salkım söğüdün gümüş dallarından cıvıltılarını döken serçeler, onların küçük ve hızlı esintilerini minik kanatlarında taşıyarak un pazarındaki buğday yığınlarının dibine bırakan arkadaşları, uçup konan uçup konan, pır oraya pır buraya kendilerini çoğaltan bu serçelerin havada bıraktıkları ürkekliği toplarken pazar yerini kanat şakırtısına boğan güvercinlerin kim bilir hangi uzaklıkta neleri gören gözleri durdu.

Kategori: