UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Duvardan Bakmak - I

25 Ağu 2013
Tankut Akar

Başlangıçlar

-I-

1960lı yıllar hem politik hem de toplumsal atmosferin bir sonucu olarak yeni bir gençlik ve dünya anlayışı yaratır. Fransa'daki 1968 hareketi, Amerikalı 'çiçek çocuklar' ve saçlı sakallı, 'aykırı' hippi gençliği, etkileri bütün ülkelere yayılan düzen ve savaş karşıtı, yeni, 'özgürlükçü' bir dil. Bu doğumu anlayabilmek için elbette ki süreci bu aralıkla sınırlamak yanlış olacaktır. Biraz daha geriye gittiğimizde, başını Jack Kerouac, Allen Ginsberg veya daha sonraları Charles Bukowski'nin çektiği Beat Kuşağı'nı göreceğiz. Aykırı, düzenle ve toplumsal geleneklerle başı dertte olan; alkol ve uyuşturucuya oldukça 'olumlu' bir gözle bakan bu kitle, kendisinden sonraki nesilleri büyük ölçüde etkileyecek; mevcut siyasal çatışmaların ve yıkımın karşısında yeni ve bir o kadar da 'dışarıdan' bir yaşam ortaya çıkaracaktır.


("Güzellik Sokaktadır" - 1968 Mayıs'ı afişlerinden)

İşte Beat Kuşağı'nın etkisi, belki de varoluşçu felsefenin yarattığı 'kendi kaderini kendin tayin et!' anlayışı ve özgürlük tahayyülü; ayrıca, Vietnam Savaşı başta olmak üzere hasıl olan anti-militarist anlayış, devrim gücü ve isteği, sınırsız bir özgürlük anlayışı, kapitalist düzenin yarattığı yozlaşmış kültüre bir başkaldırı ve yeni, underground bir kültür... Hepsi, o siyah-beyaz ekranlardan yükselen, oldukça politik ve aslında yerleşik değerler söz konusu olduğunda bir o kadar apolitik, sivil bir gençliğin ortak tezahürleridir.

Bu hem toplumsal hareketlerle hem de gençlik içinde yükselen yeni eğilimlerle yoğrulan yaşam biçimi, doğal bir sonuç olarak müzikteki kimi 'atılımları' da tetikleyecektir. Bu atılımlar, önce psyhcedelic rock ve arkasından da progressive rock olmak üzere iki farklı müzikal eğilimi ortaya çıkaracak ve bu yeni müzikal formlar, uzun bir süre dünya müzik tarihinde kendine önemli bir yer edinecektir.

Psychedelic rock, genel olarak karmaşık, kaotik ve anlaşılmaz bir müzik formunu işaret eder. Belirli bir 'düzen'in olmadığı, sürekli kendi içinde farklılaşan, dönüşen ve yeniden doğan bir müzikal dil, artık parçalara egemen olmaya başlar. Bir de Albert Hoffman'ın tedavi amacıyla bulduğu ve kimi halüsinasyonlara kapı aralayan etkilere sahip uyuştucu bir madde olan LSD'nin gençlik içerisinde yayılması, bu oldukça soyut ve kaotik dilin çıkışının belki de önemli bir faktörüdür.


(Syd Barret)

Gelelim ilk Psychedelic atılımlara. 1967 senesinde, Syd Barrett'ın neredeyse her şarkıda gölgesinin bulunduğu Pink Floyd albümü, The Piper at the Gates of Dawn'ın çıkışı, yeni bir devrimin ilk ateşiydi. Neredeyse her şarkıda hakim olan çocuksu renk ve kaotik dünya, "başka bir müziğin", "özgün bir müziğin" doğumuydu. Ancak yine de Psyhcedelic rock'a kapı aralayan bu albümden iki ay önce çıkan ve dönemin popüler grubu The Beatles imzası taşıyan Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band albümü, içinde barındırdığı kaotik dille kimilerince ilk Psyhcedelic rock albümü olarak kabul edilecektir. Albümün içerisindeki Lucy in the Sky with Diamonds parçası, soyut şarkı sözleri ve alışılmadık müzikal formuyla altmışlarda ve yetmişlerde dünyayı kasıp kavuracak müzik anlayışını doğurmaktaydı.

Psyhchedelic rock'ın öncü olduğu bu devir, arkasından birçok yeni eğilimi doğuracaktır; artık ortak olabilecek tek anlayışı herkesin birbirinden farklı olması olan progressive rock, rock müzikle klasik müziğin evrensel birikimini birleştirmeyi hedefleyen senfonik rock, teknolojik gelişmelerle ortaya çıkan yeni görsel ve işitsel efektleri bir araya getirmeyi hedefleyen space rock bu dönemin ürünleri olarak ortaya çıkar.

-II-

Progressive’in Türkiye’de ne ifade ettiğini anlamak sanılandan biraz daha güç olabilir. Keza progressive rock, 1960lı yılların günümüze kıyasla az gelişmiş kapitalizminin beklentilerini sarsan köktenci özgürlük ruhu içinde bizim coğrafyamızda bambaşka renklerle ifadesini bularak Anadolu Rock bünyesinde soluk alıp vermiştir. Bu yüzden Amerika ve Avrupa’dakinin aksine kentli olduğu kadar kırsal kökenleri vardır. Büyük kentlerdeki burjuva ya da küçük burjuva ailelerin çocuklarını olduğu kadar, belki onlardan da fazla taşranın boğucu atmosferinden sıyrılmaya çalışan, ücra köylere dek uzanan ergen başkaldırı ihtiyacındaki büyük bir gençliği peşi sıra sürüklemiştir. 80li, 90lı yılların çok renkli kaset günlerinde, içinde genç soluklar bulunan neredeyse bütün evlerde hippi özentisi, hercai entari giyinmiş, uzun saçlı bu adam ve kadınların kırtasiyelerden edinilmiş fotoğrafları, dantelle süslü dolaplara özenle saklanmış röportajlarını barındıran –abilerden, teyzelerden, dayılardan kalma– dergileri ve eğer ki biraz şanslıysak bir-iki plak ya da albüm bulmak mümkün olmuştur.


(Cem Karaca'nın Safinaz albümü için çekilmiş fotoğraf/ 1978)

O hazinelerin içine karışmış Pink Floyd 33lükleri, King Crimson 45likleriyle bu şekilde karşılaşılmıştır. Öte yandan Türkiye’den takip edildiğinde karmakarışık olan yığın içinde yol bulmaya çalışmak dünyanın en meşakkatli işlerinden biridir.

Dayının Ahmet Kaya albümleriyle Telsizci Çetin’in araba hoparlörlerine yaptığı ahşap kasaların cızırtılı sesi arasında bir yerden ortaya çıkmış Pink Floyd benim için tam olarak bu karanlıkta yol bulma çabasıdır. The Wall ile başlayan yolculuk kısa zamanda Wish You Were Here ve Dark Side of the Moon gibi popüler olan albümlere ulaşmamı sağlasa da, Pink Floyd’u Pink Floyd yapan şeyin içerdiği deneysellik olduğunu anlamam uzun sürmemişti. Daha sonra synthesizer ve dönemin alameti farikası olan mellotron gibi aletlerle yapıldığını öğreneceğim elektronik efektler müziği yepyeni alanlara doğru açıyorlardı. Müziğin bütünsel bir sanat yapıtı olarak dünyaya açılması bizim için Wagner operalarıyla ya da görsel show ve performanslarla değil, ahşap kasalara tutturulmuş iki oto hoparlörü arasına yere konmuş kafamızın içinde yankılanan bu büyülü sesler aracılığıyla gerçekleşiyordu.


(In the Court of the Crimson King - albüm kapağı/ 1969)

-III-

Yirmi bir yaşında, dönemin modasına uygun kıyafetler giyinmiş ve oldukça savruk bir genç adam, takvimler bin dokuz yüz altmış yedinin ağustos ayını gösterdiğinde elinde tuttuğu o albümün neler yaratacağının farkında mıydı acaba? Albümü sehpanın üzerine bırakıp arkadaşlarıyla bunu "kutlamaya" gittiğinde muhakkak ki birileri o albümün neler yaratacağının bilincindeydi. O 'birileri', belki de albümün çıkışından birkaç ay önce bu savruk adamın ve arkadaşlarının hülyalı, 'buğulu' konserlerine katılmıştı ve şimdi, elindeki bu albümün tadını çıkartıyordu. Yolculuklar ve masallarla, düşsel arkadaşlıklarla, gökyüzünden yeryüzüne kadar çok geniş bir evreni içine alan imgelemlerle örülmüş; biraz dağınık ve bir o kadar 'uçucu', sonu gelmeyecekmişçesine uzayan dokunuşlardan yaratılmış bu müzikal başkaldırı, yakın bir zamanın ardından birtakım 'işbilir' isimlerin 'psychedelia' adını yakıştıracağı bu 'su katılmamış' şölen, yeni bir dilin yepyeni bir yaratımıydı ve o savruk genç, görünüşe göre bu dilin çok büyük bir öncüsü olacaktı.

The Piper at the Gates of Dawn'dı bu albümün adı; artık müzik ile görselliği ve teatralliği birleştirmiş, tarifsiz canlı performanslarla önündeki kitleyi saatler boyunca kendinden geçirmiş bu savruk gencin ve onun etkisiyle ve en az onun kadar dolgun bir yetenekle bu şölene hayat veren arkadaşlarının bu başyapıtı, bir deliliğin dışavurumu olarak da görülmüştü. Yoksa 'başka' bir haletiruhiye içerisinde dokunmuş başka bir 'şey' miydi? Öyle ya, romantik edebiyatçılara taş çıkartacak aşk hikayelerinden veya kırsal kesimin ve taşranın dertlerini konu edinen yöresel renklerden değil; sözgelimi bir kediden, korkuluklardan, uyuşmuş bir aklın yarattığı hayali arkadaşlıklardan bahsediyorlardı - kümes hayvanları, delicesine soluk alıp vermeler, çocukça haykırışlar, bozulan sözdizimi, bisiklet sesleri, peltekçe uzayan harfler, mızmız bir bebeği andıran bir sesle sıralanan kelimeler... Yeni bir şeyler, 'uçuk' bir şeyler...

Bu savruk genç, Syd Barrett, kendisinden sonra başka bir hüviyete bürünecek bir grupta hakimiyetini ilan etmişti ve bu albüm de onun 'deliliğinin' yarattığı bir 'psychedelia' mucizesiydi. Daha sonraları kendisine 'crazy diamond' diye seslenilecek olan, uğruna 'Wish You Were Here' gibi bir müzikal abide bestelenecek Syd, sahneye LSD'den bilincini kaybetmiş bir biçimde fırlayan, daha sonraları aklını kaybettiği söylenegelen, sahnede bir saati aşkın bir süre boyunca hep aynı 'riff'i tekrarlayarak önündeki kitleyi sarhoşa çeviren o savruk delikanlıydı ve yeni bir grubun, ilk ateşleyicisiydi.

Elbette ki The Piper at the Gates of Dawn ve arkasından, Roger Waters'ın grubun egemenliğini almaya başladığı o ilk dönem, yani A Saucerful of Secrets'ı, Ummagumma'yı, Atom Heart Mother'ı ve Meddle'ı yaratan Pink Floyd'un o ilk dönemi, ensesinde hep Syd Barrett'ın soluğunu duyacaktır. Progressive rock değil; onun da 'atası' ve hazırlayıcısı, 'psychedelic müzik' bütün benliğini parçalara yayacaktı. Meddle albümünün son ve en uzun parçası Echoes, Live at Pompei konserinde her ne kadar Syd'in eksikliğiyle sahneye çıkan ve aslında ondan da oldukça uzaklaşmaya başlayan bir grubun eseriyse de amfi tiyatroda, tarih ve şimdiyle bütünleşen bir atmosferin altında çalınan bu ilahi müzik, başta Syd Barrett'a ve 'daha az kullanılan yolu tercih edenlere' bir saygı duruşu gibiydi.

-IV-

Adını henüz bilmiyorduk ama bizi çarpan şey psychedelic (halüsinojenik/ sanrı gördüren) müzikti. İçinde bulunduğumuz dünyanın sınırları yenisini alamadığımızdan her yıl git gide küçülen gömleklerimizden de boğucuydu. Başı dertten kurtulmayan arkadaş çevresi, bitmeyen akrabalıklar, köşebaşındaki derme çatma bakkalının tıynetince küçücük mahalle, ülkenin birbirinden sıkıcı politik simaları her yanı sarmışken sağlam bir kafaya ancak sanrılarla ulaşabilirdik ve biz uyuşturucunun ne olduğunu da bilmiyorduk. Hap, Anadolu Rock’ın kültürü değildi zaten; ot desen, adı var kendi yoktu. Ama sanrı görme ihtiyacı vardı. Etrafımızı saran uğultudan kurtulmanın tek yolu sanrıydı. Ferdi Tayfur’lu dünyada bir başka kutup daha vardı.

Pink Floyd sanrı görürken gördüren tanrıydı. Roger’la tanışmamıza karşın Pink’i kazarken karşımıza çıkan Syd uyuşturucunun etkisiyle kendinden geçmiş, seyircileri de grubun geri kalanını da takmazcasına gitar çalarken, biz de müritleri olarak tasavvuf erbapları gibi onunla birleşiyorduk. Onun bedenindeki sanrı müziği aracılığıyla bizim bedenimize akıyordu. Beraber transa girmişçesine dans ediyorduk kafamızın içinde. Bu dansın kuralları yoktu. Birlikte yapılabilen bir dans da değildi. Hepimiz tek başımıza, yapayalnız Mevleviler gibi dönüp duruyorduk.

Bir hikâye anlatıldığının farkındaydık, ama hikâyeden çok anlatılışı önemliydi bizim için. Müziğin içinde müzikten ötesini bulan bizim gibi birileri olmalıydı bu şarkıları söyleyen. Başka bir dünyaya baksa da bizimle aynı rüyaları gören. Hikâyeyi görmemiz çok sonra olacaktı.

Kategori:

Re: Duvardan Bakmak - I

Bana sorarsanız, uzunhikâye ara sıra müzik konuşmayı sürdürmeli!