UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Duvar

18 Nis 2013
ahmedkutlu

1994 yılının ilkbaharında akşam vakti, gün, kızıllığını karanlığa bırakıyordu. Gökyüzü, adeta son kadehteki şarabın rüyasına uyurken, insanlar, zamana yetişme endişesiyle bir yerlere gitme ya da bir yerlerden geliyor olmanın aceleciliğini taşıyordu yüzlerinde. Kentte de insanlarınınki gibi bir acelecilik okumak mümkündü. Ve kent, doğasından uzakta tıpkı kadınları gibi kendini olduğundan farklı gösterme çabası taşıyordu. Bilhassa yollar, beride o kutlu rüyaları uykuya taşıyan yüce yollar şimdi kentin tekdüzeliği uğruna asfaltlarla cezalandırılmış idi.

Ve şehrin tutunamayanları vardı… Tutunamayan cadde ve sokakları. Koynunda, unutulmuş olan, uzaklarda olan, ölen ve ölmemiş olan insanların, kendilerinin bile hatırlamadıkları hatıralarını, hayatlarını taşıyan cadde ve sokaklar. Gölgeleri vardı şehrin. İnsanlar fark etmezdi bu gölgelerin ululuğunu. Safiyane bir alışkanlıkla zikirlerinin bütün çirkinliklerini çeken ayakları, zikirlerine istinaden kirlettikleri ağızlarıyla bu gölgelere basar ve tükürürlerdi. Şehir, gün geçtikçe, yazgısının kaçınılmazlığı ile bu ayaklar ve ağızlar altında, adeta alacakaranlıkta batınî bir güç tarafından hüküm giymişçesine ölmekteydi. Ve insanlar uyuyorken yere düşen her ölüm dökülen asfalt altında kalıyordu.

Dünya yine zıtlıklar içindeki değişmez mevcudiyetini korumaktaydı.

Kurutulmuş ıhlamur sıcacık suyla bir fincan dibinde sevişiyordu. Ve nefesi, bardaktan taşıp etrafa harika kokular yaymaktaydı. Garson tepsisine alışık bu ihtiraslı sevişmenin hangi masada durulacağına gebe olduğu, becerikli garson ve bardaki görevli ile birkaç saniyelik bakışması ile anlaşıldı.

Ne masasına bırakılan fincanı ne de garsonun afiyet dileğini duymayan bu adam şüphesiz, birazdan dalgınlığına sokulacak olan bu ıhlamur kokusunun, düşler anaforunu dindirecek olan kahraman olduğunu ömrü boyunca bilmeyecekti! Giyiminden orta halli olduğu anlaşılan orta yaşlı bu adamın masada kitapla ilgileniyor iken adeta huzur uzunca yoluna bir mola vermek için bulunulan yeri seçmişti. O an bakıldığında adam öyle güzel yerleşmişti ki oturduğu yere sanki bulunduğu mekân, mekanda bulunan insanlar, masa ve sandalyeler, ikindi güneşinin içeriye kattığı dinginlik, mevsimin yaza doğru yol alışı rüzgarın esişindeki bu ahestelik… Öylesine bir uyum içindeydi ki sanki o an var olan her şey uzun bir zaman pusuya yatmışta bu anı beklemiş izlenimi vermekteydi.

Güneşin mekândan ayrılırken değdiği kitabın sırtından aşağıya doğru beliriverdi arap harfleri. Kapının açılışı ile dikkati dağılan adam dağlar ardındaki batan güneşi fark ediyormuşçasına gördü fincanı. Başını kaldırıp garsonun başka bir masayla ilgilendiğini görünce teşekkür etmek için geciktiğini anladı. Gece yarısı hiddetli fırtınanın dışarıda yarattığı gürültüden dolayı uykusu bozulmuş kişiyi andıran iğreti bir yüz ifadesi ile yine uyumaya çalışıyormuşçasına kitap ile meşgul olmayı sürdürdü.

İranlı bir şairin acısına dalmış, mısraları arasındaki gözyaşlarıyla dindiriyordu susuzluğunu. Öyle dalmıştı ki; mısraları, şairinin ağzından, şairinin diliyle dinliyor zannı yüzüne acınası bir tebessüm giydirmişti.

Bir arkadaş gurubu aralarında muhabbet ederek mekâna doğru yürümekteydi. Kapıyı uzun boylu bir adam açtı ve yol boyunca edilen muhabbete istinaden “sizce de öyle değil mi” derken arkasındaki kadına geçmesi için yol buyurmaktaydı. Kadın söze bu fikre katılmadığını dile getirerek başladı “ben öyle düşünmüyorum. Yani…” derken kalabalık, yayvan mekânın arka taraflarına doğru ilerlemekteydi.

Bir tutam ıhlamur ve buharlı su ebedi uykularındayken fincan hiçbir anlam ifade etmiyordu masada. Adamın dikkati yeniden dağılmıştı ama hiçte öyle bir görüntü vermiyordu. Kaldığı beyitte bir kelime dahi ilerlemesine müsaade etmeyen bir ses, dinlediği şairin sesine halef zarif bir ses… Doğrusu Rodin bir sene daha yaşama hakkı bulabilseydi bu irkilen adamın heykelini de yapacaktı zira son nefesinde dahi hala içinde bulunduğu bu durumu kabullenemeyen Cammile ‘e ilham olacak bir fikir olabilirdi… Öyle donuk, yüzünde korkaklığı andıran bir ifade ile duruyordu ki dünyanın o tarafını terk eden ikindi güneşinin, adamın yüzünden aşağılara doğru inişi ve adamın gölgede kalışı sanki ruhunun çekildiği izlenimi vermekteydi.

Mısralar arasında o son damladaki kutsallık neydi ki adam bir anda kapı dışında buldu kendini. İçerinin kalabalığında bir enkaz gibi yalnızlığının üstüne çöken mısraların unutturduğu uzaklarda bir yerde kalan sadık umudu anımsadı.

Kapının dışındayken dönüp onu o mısralar arasındaki sarhoşluğundan bir anda çekip alan sese bakamadı. Onu taşıyan rüzgârdan belliydi sesin, unutulmuş olan umudun dermanını taşıdığı. Dönüp kirpiklerinin arasına, sesin geldiği kalabalığı çizmeye korktu. Zira ses bedenden bedene çarparak ve her bedenden bir parça alarak dökülüyordu.

Sesin rüzgârı tanır onu. Tanır ve bilir yıllardır savrukluğunu bildiğini. Bilir dökmeye kıyamadığı acılarla bir mesken geçtiğinde yahut bir haber gibi bir meskene vardığında, koynundakine olan şahitliğini bilir.

Vurdu kapıyı yere düşen korkaklığından artakalan arsızlığıyla! Açan olmadı. Elleri bedenine aç olan toprağa iniverdi çaresizce. Adeta o sadık umudun cenazesinde, artık bunun, göz önünde olanın, yani neredeyse herkesin kabulü ile yalnızlığına gömülen bir bedenden vazgeçişin başlangıcı gibiydi ellerinin toprağa çaresizce inişi. Ve bir anda yüzyıllık uykusundan uyanan hıçkırığı ile damarlarında hissettiği sıcaklık, yüzünün büzüşmesi, ağzın yarı açık kasılışı ve kursaktaki mahkeme sessizliği ile bir hükmün beklenişindeki kasıntı… O an yok olacağını sanmıştı… Ama henüz kavuşmamıştı korkuları toprağın kursağına ve yitmemişti arsızlığı. Gözlerini, uzaktaki unuttuğu umudu yeniden anımsayarak, onun verdiği güç ile kaldırdığında gördü ki kapı yok!

Kapının boşluğunda bir fidanın filizlenişi gibi devinmekte olan ses baktı adamın çıplaklığına. Ve gözleri ile dedi ki:

“Ey yabancı! Varlığımı sana borçluyum. Asırlar önce yolumu kaybettiğimde bu çölde, buranın son olduğunu sanmıştım. İnancımı yitirdim zamanla. Ve toprak umudumu rüzgâra bırakıp beni bütün çıplaklığım ile bağrına bastı. Hiç unutmuyorum acem işlemeli entarimi bedenimden alıp ufkun dibine götüren akşam güneşini. Kızıllığına öyle vuruldum ki gözlerimi de aldı benden kavuşmadan toprağın bağrına. Ve hep düşledim denizden çıkan bir periyi. Suyun, kutsal suyun bedenine hizmetkârlığını ve gidişine olan hürmetini. Ve hiçbirine geç kalmayan, tan vakti yolda olan güneşi… V e güzelliği önünde sararan güneşi. Ve güneşin, güzelin gözleri oluşunu… Sonra güzele sunulan entariyi. Acem eli entarisi ile perinin ormanlarda dolaştığını…

Acın o kadar büyük ki yüzyıllık uykumdan uyandırdı beni. Günlerdir dinliyorum nefesinin içindeki yüreği. Tanırım… Tanırım ey yabancı yitirdiğin güzeli. Yüzyıllık bir düşte tanıdım onu. Yalnızdı. Üzerindeki acem eli entarisi ve gözlerindeki güneş ile hava zerreciklerinin dansını izlemekteydi. Etrafında cesetler gördüm. İskeletler. Kimisinin kolları uzak gövdesinden duaya kalkmış elleri, kimisinin avuçları yüzünü kapamış. Üzerlerinde neredeyse çürümekte olan giysileriyle her birinin birer keşiş birer derviş olduğu anlaşılıyordu. Güneş gözlü güzeli görünce uzakta aklını kaybeden onca insan… Delilik demiyorum. Aklın yerine yüreğin düşünüşünden bahsediyorum. Ve o yürekten duaların, o yürekten serenatların hava zerreciklerini baştan çıkarışından.

O yollarda durulmaz. Durmadan yürümek gerekir. Durmak yitirmektir umudu o yolda. Ve o yolda umudun yitişi, varlığın yitişine gebedir. Ama korkma. Dervişlerin yürekten duaları ile korunmakta kadının. Sen onu bulana dek bekleyecek.

Günlerdir duruyorsun burada. Ey yabancı. Öyle dalmışsın ki kumun altında yatan toprağa yüreğini döktün. Anladım yiteceğini. Dayanamadım. Söylüyorum sana kalk git. Yol sorma sadece yürü.”

Bedeni kaskatı kesilmişti adamın ve nefesi hıçkırıklara çarpa çarpa zoraki bir biçimde ölüme gidiyormuşçasına solumaktaydı. Mekânda bulunan herkes pürdikkat adama bakmaktaydı. Garson elindeki tepsi ile masa aralarında bir yerde kalakalmış, masalarda muhabbetler kesilmiş, bir adamın eli havada tutmakta olduğu çayıyla öylece duruyor, bir kadının parmakları arasındaki sigara, izmaritini yakıyordu. Zaman durmuştu. Sanki güneş yansıyan ışığını kapıda bırakma uğraşı içerisindeydi. Elinden kitabı bıraktı ve bulunduğu ruh halinin hareketlerine yansıyan acemiliği ile yerinden kalkmaya çalışıyordu adam. Kalkarken ayağını masaya çarpması masanın sallanışına sebep verdi. Fincan yere düştü. Fincandaki yarıktan görünen ıhlamur denizin dibini andırıyordu.

Bir kadın adamın bu halini öyle içerlemişti ki parmakları arasında sönen sigaranın elini yakışını dahi hissetmemişti. Dayanamayıp kalktı. Kalkarken kirpikleri arasında ince belli su dolu bir bardağın kımıldanışını ile taşan su gibi sessiz damlalar dökülüyordu gözlerinden. Hızlı adımlarla bu kendini kaybetmiş adama doğru yaklaştı. Ve bütün kalbiyle adama sarıldı.

Kategori:

Re: Duvar

Öykünün coşkun bir anlatım dili var. Sözcüklere taşıyabileceğinden fazlası yüklenmeye çalışılmış sanki. Sözünü ettiğim uzun, dolambaçlı cümleler değil, uçan, uçuran bir coşkunun, kanatları kısa kelimelerin üzerinde yalpalaması, uçması gerekirken sendelemesi.

Bazı cümlelerde ne demek istendiğini tam olarak anlayamadım. Benim dikkatsiz, sağır, bilmeyen yanıma denk gelmişlerse, üstüme düşen affı dilerim, ama bence aşağıda alıntıladığım cümlelerin, anlatı öbeklerinin anlamları biraz bulanık.

""
Gökyüzü, adeta son kadehteki şarabın rüyasına uyurken,

Giyiminden orta halli olduğu anlaşılan orta yaşlı bu adamın masada kitapla ilgileniyor iken adeta huzur uzunca yoluna bir mola vermek için bulunulan yeri seçmişti.

uykusu bozulmuş

bir sene daha yaşama hakkı bulabilseydi

Dönüp kirpiklerinin arasına, sesin geldiği kalabalığı çizmeye korktu

Adeta o sadık umudun cenazesinde, artık bunun, göz önünde olanın, yani neredeyse herkesin kabulü ile yalnızlığına gömülen bir bedenden vazgeçişin başlangıcı gibiydi ellerinin toprağa çaresizce inişi.

bir kadının parmakları arasındaki sigara, izmaritini yakıyordu.

bu halini öyle içerlemişti ki

kirpikleri arasında ince belli su dolu bir bardağın kımıldanışını ile taşan su gibi sessiz damlalar dökülüyordu gözlerinden.

Paylaştığınız için teşekkürler.


Re: Duvar

İlginize tesekkur.. Yorumunuz üzerine düşündüm; farkettim ki bahsettiğiniz coşku, aslında taşkınlığın saik olduğu bir durum. Gerilerden, gün geçtikçe biriken düşleri taşıyan, ağırlaşan, takıldığı filelerden kurtulma uğraşısı içinde olan balıklar gibi coşan düşeri, taşıyan tasavvur dünyasının, kapıların bir anda açılması ile meydana gelen bir anafor. Ve bazı balıkların nasıl öldüğünü yahut nasıl özgürlüklerine ulaştıklarını anlamaya mahal tanımayan bir görüntü.. Tekrar içten tesekkurlerimi sunuyorum.. esen kalın