UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Diken

10 Kas 2012
Mehmet Sürücü

Süpermen, Yarasaadam, Hulk, Örümcekadam onun yanında, gücü sadece oyuncaklarını kırmaya, parçalamaya yeten bebeler.

Sabah ezanıyla kalkar. Namazını kılar. Kahvaltıyı, azık torbasını hazırlar.

Yaygıları çuvala doldurur, sıyırma tırmıklarını, sıyırma sopalarını, azık torbasını, suyu, kovaları, çuvalları kapının önüne çıkarır.

Kahvaltıya otururuz. Birkaç zeytin, peynir, reçel, ekmek. Ben bir bardak ıhlamur içerim. O iki bardak çay. Ağır, yavaş çiğner lokmalarını. Ben bu kadar erken kahvaltı yapmaya alışkın olmadığımdan, birkaç lokmadan sonra kalkarım. Giyinirken o sofrayı toplar. Bir-iki bulaşık varsa yıkar.

Seleyi, yaygı çuvalını sırtlanırım. O, azık torbasını, tırmıkları alır. Kapıyı çekip, tarlanın yoluna düşeriz.

Kırağı damlacıkları, lahana, marul yapraklarının, otların üzerine, hiç kalkmayacakmış gibi serpilmiştir. Poyraz burun ısırır. Gri, siyah bulutlar akışırlar.

“Yağar mı ki?”

Sabahın erkeninde, gün ağartısında zeytinin altındayız.

Gece fırtınanın, rüzgarın döktüğü zeytinler toplanır altından. Yağlık çuvalına doldurulur. Geniş yaygılar zeytinin altına sererilir. Uzun merteklerden çakılı merdivenler dikilir, ağırlık taşıyabilecek dal aralarına.

Seksenine merdiven dayamıştır o da. Ağır, dikkatili, birisine ben, diğerine o çıkar. Sıyırma tırmıkları, değnekleri elimizdedir. Bir garip ilişki başlar, yarenlik desen değil, kavga desen hiç değil. İki (ne ikisi bir sürü) uçta gezinen bir şey.

Zeytinin narin dallarında sıralanmış taneler. Zeytin siyahından, mora, morun ara tonlarından yeşile uzanan bir renk dizisi. Tırmık parmakları bükülü el gibi. Sıyırlan daldaki zeyinler aşağıdaki geniş yaygılara düşer. Yukarı bakmaktan boynum uyuşur, kıvrılan, bükülen belim, dizlerim, kollarım tutulur. İki basamak arasında, esneyen dal üzerinde eğilirim, çökerim, dallar arasında yukarı-aşağı gezinirim. Dallar ağırlığımla eğilir. O bastığında sanki onu daha çok tanır gibildirer, fazla eğilip, esnemezler. Defalarca merdivene, dallara çıklılıp inilir. Bütün ağacın, en kuytu yerlerine kadar zeytinleri toplanır.

Tırmığın, değneğin erişemediği yere eller uzanır. Kollarımın nerelere uzanabildiğini görünce şaşırırım. Dolgun zeytinin kadife dokunuşu. Parmakları, avuç içini yalayan zeytinin kadife dili.

Hava iyice kapattı. Bulutların griliği koyulaştı.

“Yağar mı ki?”

Merdivenler dikildikleri yerlerden alınır, geniş örtüler toplanır.

Morsiyahyeşil zeytinlerin aralarındaki ufak tefek dal parçaları, yapraklar ayıklanır. Seleye dökülür.

Bir başka ağacın altındaki yağlıklar toplanır. yaygılar serilip, merdivenler yük taşıyabilecek başka dallara uzatılır. Merdivende, dal aralarında gezinmekten, yavaş yavaş ayak tabanlarım uyuşmaya, ağrımaya başlar. Ona bir şey olmaz.

Eller, parmakuçları, dizler, boyun, kollar, sırt, bel yavaş yavaş “ben” demeye başlar. Bir ağaç toplanır, ardından bir ağaç daha, bir daha... Soğuk soğuk eser poyraz. Dallar, kendine has yeşiliyle dalgalanır, girer birbirlerine. Eller, parmakuçları, kulaklar, burun üşür. Kızarır. O, üşümez. Üşür mü ki?

Yüzümü bir dal parçası çizer, elime bir diken batar. Kanar. Yamaçtaki ağaçların aralarından, ne olduğunu bilmediğim kuşların ötüşleri gelir. Uzaklarda bir köpek havlar. Komşu zeytinlikten bir dedenin sesi gelir;

“Ela! Ela moto sinko.” (1)

Daha bir kararmış bulutlar geçer.

“Yağar mı ki?”

Öğlen olur. Paslı bir tenekenin içine ateş yakarız. Ellerimize, yüzlerimize biraz renk gelir ateşin karşısında. Azık torbası açılır. İki baş soğan, zeytin, ekmek, biraz yoğurt, iki domates. Ne varsa o gün artık torbada. Çıkarılır. Katık edilir. Ne kadar az yediğini bilseniz...

O, kırkaltı kilodur. Kendi sağmadığı sütü içmez, mayaladığı peyriri yer. Bakkaldan alınan yoğurdu, peyniri yemez. Kimseden bir şey isteyemez. Kendi ekmişse, ektiği olmuşsa, ancak öyle. Onu yer. Yoksa kimseden bir şey istemez. Sofrada ne kadar az şeyle doyduğunu görseniz...

Tekrar tekrar yaygılar, merdivenler, tırmıklar, sırıklar, dallar, morsiyahyeşil zeytinler iri yağmur taneleri gibi dökülür. Ellerde, avuçlarda, parmak uçlarındaki kadife dokunuşları yitirilmeye döner.

Dönme vakti gelir. Malzemeler toparlanır. Zeytinle dolu seleyi sırtlarım. O, budanmış birkaç zeytin dalını çıkın yapıp, sırtına vurur. Evdeki keçilerdedir aklı, onları düşünür.

Döneriz.

Zeytinler genişçe bir yaygıya dökülür. İçlerinden siyah, olgun olmayanlar, zedeliler, çürükler seçilir.
Sonrası zeytin alım yerindeki uzun kuyruk. Kuyruktaki insanların havadan, sudan, zeytinden, dünya halinden yakınmaları.

“Yarın yağar mı ki?”

O eve gelir. Maşingayı yakar. Keçilere yapraklı dallar asar. Akşam yemeğini hazırlar. Patetes, soğan soyar, kavurur. Bir yandan da mutfağı toparlar. Sabahtan kalma birkaç bulaşığı yıkar. Keçiyi sağar. Sütünü kaynatır.

Akşam yemeğini yeriz. Bulaşıkları yıkadıktan sonra yarın giderken götürülecek yiyecek bir şeyler hazırlamaya başlar. Bazen biber, bazen patetes kızartır, iki yumurta pişirir, yoğurt mayalar.

Yatsı ezanı okunur. Namazını kılar. Sedire uzanır. Yüzünü televizyona döner. Az sonra uyuklar.

Yorgun mudur? Bedeni bütün bunları nasıl kaldırır? İki cılız bacak, iki zayıf kol tüm o deviniyi nasıl taşır? Benim aklım ermez.

Ben yatağıma uzanırım. Her yanıma tatlı yorgunluk sızıları yayılır. Elime bir kitap alırım. Okumalarım bir boşluğa, bir uyuklamaya erer hep. Bakarım olmayacak, kapatırım kitabı. Aşağıdan, mutfaktan tıkırtıları gelir. Mutlaka sonradan aklına bir şey gelmiştir. Onunla uğraşıyordur.

Ben yatarım. Uyku yastığa üç kala beni bekler.

O, sabah ezanıyla kalkar.

Dışarıdaki havaya bakar.

“Yağar mı ki?”

Namazını kılar. Kahvaltıyı, azık torbasını hazırlar.

O; Anam.

Onun yanında, Süpermen, Yarasaadam, Hulk, Örümcekadam, gücü sadece oyuncaklarını kırmaya yeten bebeler.

Bir tek o değil köyde. Onun gibi daha pek analar var.

(1)Ela! Ela moto sinko; Pomakça, Gel! Gel benim oğlum.

09.11.2012
Kocaburgaz

Kategori: